aposto-logo
TR
TREN
Bültenler
Radyo
Üyelik

Bültenler

Radyo

Aposto Üyelik

Aposto Hakkında

Kategoriler

Sinemanın Kaydı

Üretim Kaydı'nda sinema üzerine kayda geçenleri bu koleksiyonda bulabilirsiniz

16 Hikâye

Ey İstanbul sen mi büyüksün biz mi!

İstanbul'un en sevdiği sıfat sanırım "büyük" kelimesi. Henüz senaryo aşamasındayken sadece evde geçeceğine dair bir anekdotla haberdar olduğum bu filmi evlere sığmaya çalıştığım bir zaman diliminde izlemek çok farklı bir deneyim olmuştu benim için. Hele ki ekibin bir kısmıyla konuşup onlara kafamdaki soruları sorabilmek üretimin heyecanlandırıcı yanını tekrar tekrar konuşmak! Her bir diyalog her bir iç seste kendimden bir şeyler bulmanın yanı sıra, mekan ve seslerle kurduğumuz bağı çok başarılı bir şekilde yansıtan bu kısa filme dair bakalım neler kayda geçti. -Filmin fikir süreci Dilan üniversite eğitiminin üçüncü yılındayken başlamış. -19 dk 48 sn olan bu film senaryo aşamasındayken yedi kez draft edilmiş. Dilan senaryonun son halinin içine sindiğini ve onu tatmin ettiğini söyledi. -Film Dilan'ın ilk profesyonel set deneyimi. -Filmin çekildiği ev aynı zamanda Dilan‘ın senaryoyu yazdığı yer, yaşadığın mekanı senaryolaştırmak ve otuz kişilik bir set ekibini orada ağırlamak bence cesaret isteyen bir hareket. -Nazlı filmin çekimleri başlamadan evvel oyunculuk ve yapımcılık arasındaki çizgiyi korumak konusundaki endişelerini büyük bir içtenlikle paylaştı, bu sürecin sorunsuz işlemesini filmin yürütücü yapımcısı Rana ve yapım koordinatörü Lidya sayesinde olduğunu söyledi. -Lidya setteyken aslında filmin anlattığı süreci doğrudan deneyimlediği bir dönemdeymiş. -Rana da filmin İstanbul'a dair söylediklerini özellikle mekânsal bağlamını benim gibi doğrudan deneyimleyenlerden. -Filmin iki afişi var ve her iki afişin tasarımı da Özge Güven'e ait. Bence afişteki pembeliğin feminist bir duruşu var, bu rengin tercih sebebi üzerine konuşurken Dilan da bu noktaya değindi, kardeşiyle olan pembe kalem anısından "pembe olmasından utanmayan kalem" cümlesini doğrudan kayıtlara geçirmek istiyorum. (Afiş Tasarımı: Özge Güven ) -Didem'in (Nazlı Bulum) İstanbul'da bir iş sahibi komşusuna (Şebnem Hassanisoughi) gıpta kıskançlık arası bakışları çok hoşuma gitmişti, Dilan'a o sahne için izleyiciye vermek istediği hissin bu mu olduğunu sormadan edemedim ve evet cevabını aldım. -Filmi izleyenlerin/izleyecek olanların zaman zaman Didem zaman zaman Ayşe gibi hissettikleri dönemler olmuştur, hangi karaktere daha yakınım diye düşünen sadece siz değilsiniz ! -Film iki kadının İstanbul'a karşı verdiği savaşı anlatıyor, bu kaydı aralık ayında almıştık, 20 Mart 2021 sabahından beri kafamda Dilan'ın bu kayıtta söylediği şu cümle dolanıyor. "Savaş demek illa elinde taşla, sopayla ormanda olması gereken bir olgu değil!" -Film 26. Saraybosna Film Festivali'nden en iyi öğrenci filmi ödülünü aldı, Dilan'ın ödül kabul videosundaki bu cümlesinin kayıtlara geçmesini istiyorum. " Bu ödülü bütün dünyadaki daha yolun başında olan genç kadınlar için almak istiyorum. Şehirde düşe kalka yolunu bulan ve zorlu yaşam mücadelesinde başlarına ne gelirse gelsin dayanışmaktan vazgeçmeyen bütün kadınlar için. "

Ey İstanbul sen mi büyüksün biz mi!

Mart 28, 2021

·

Makale

Shirkers

Bu bülteni yazarken bu hafta izlediğim 2018 yapımı Shirkers filmini bültene dahil etmeye karar verdim. Filmin türü belgesel-film olarak geçse de ben inatla film diyeceğim. Kafam iki elimin arasında ben ne izliyorum diyerek izlediğim bu film bittiğinde aklımdakileri yazabileyim diye telefonumu uçak moduna aldım, bilgisayar ekranımda okunmayı bekleyen açık tüm sekmeleri kapattım. Shirkers, Singapur doğumlu film yapımcısı Sandi Tan'ın 18 yaşında Fransız yeni dalgası, Patti Smith ve Salinger ile geçen gençliğinin ilhamıyla yazdığı filmin adı aslında. İzlediğim Shirkers ise aslında bu filmin tüm sürecini anlatan belgesel/film ama ben bunu izleyerek kendimi Shirkers'a da kavuşmuş sayıyorum. Singapur'da genç bir suikastçının yolculuğunu anlatan 1992 yapımı bu bağımsız gerilim filmin hikayesi Sandi'nin İngiltere'de üniversite eğitiminin ilk yılında senaryoyu yazmasıyla başlıyor, senaryoyu yazdığı yılın yazında memleketine dönünce başta zamanlama konusunda fikir ayrılığı yaşamış olsalar da sinema sever arkadaş ekibiyle filmi çekmeye karar veriyorlar. Sınırlı bütçe ve tabii olmayan deneyimle, filmin yönetmenliğini deyim yerinde değil ama kullanmak zorundayım akıl hocaları Georges Cardona yapıyor. Set deneyimi yaşayanların derin bağ kuracağına inandığım bu filme dair heyecan verici detaylara geçmeden evvel, film ekibinden şimdilerde Singapur sinema sektörünün tanınmış isimlerinden olan Jasmine'in 18 yaşındaki bu deneyimine dönüp baktığında kurduğu şu cümleyi kayıtlara geçirmek istiyorum. "Bizi tüketen prodüksiyonun kendisi değil, oradaki kişilerdi!" Bu cümleyi günümüzde de kuran her set/sahne emekçisine selam olsun. Yaz tatillerinin tamamını bu filme harcayan ekibin hikayesi, filmin analog kayıtlarının, filmin yönetmeni Georges Cardona tarafından çalınmasıyla başlıyor. Yaklaşık yirmi yıl sonra yönetmenin ölümü ile filmin kayıp görüntü kayıtları Sandi'nin eline geçiyor ve bu belgesel ortaya çıkıyor. Filmin ses kayıtları ise günümüze ulaşamıyor. Georges'un yalancılığı, manipule edişleri ve garip davranışıyla o yıllarda tüm ekip tuhaf bir set deneyimi yaşamış. Sonrasında öğreniyoruz ki Cardona'ın zarar verdiği tek film Shirkers değilmiş. Bu deneyim gençliklerinde sinema ile derin bağ kuran bu ekibin kariyer hayatını da doğrudan etkiliyor tabii, Sandi günümüzde başarılı bir yazar olmasına rağmen bu deneyim o yıllarda sinema eleştirmenliğine geçiş yapmasına sebep olmuş. Jasmine Ng, Singapur sinema sektörünün tanınmış isimlerinden olmasının yanı sıra ünlü bir aktivist. Sophia Siddique Harvey ise Vassar Üniversitesi Film Programı’nın başkanı. O kayıtlar ortaya çıkmasaydı, setten fotoğraflar olmasaydı sadece bir mit gibi duyduklarımızla var edeceğimiz bir film olurdu Shirkers, bu noktada yazabilmek ve çekebilmek sınırları arasında gezinirken bundan emin oldum. Shirkers'a dair tek bir görüntü dahi görmemiş olsaydım da onu bir film olarak anardım.

Shirkers

Mart 28, 2021

·

Makale

Fikir bulutları güneşle tanışırsa

Gökalp'in üretim sürecini uzun olarak tanımlayabilirim. Bir evraka anındansa, onun deyimiyle zihninde beliren fikir bulutlarının yavaş yavaş bir filme, üretime dönüşmesi onun süreç tanımı. O fikir bulutlarını üretime dönüştüren şey de bence güneş; güneşi de fikri ilk paylaştığın insanlar, geçen zaman, dinlenen müzikler, okunan kitaplar, oynanan oyunlar olarak görmek mümkün. Bakalım neler kayda geçmiş. İlk merak ettiğim şey Gökalp'in makinelerin dünyasına olan merakının nereden geldiğiydi, hatta mühendislik mezunu olabilme ya da bir mühendislik eğitimi terk durumu vardır diye düşündüm. Gökalp'in bu dünyaya ilgisi çocukluğundan geliyor. Saat tamircisi bir dede hatta aileden gelen Gökalp, ailede bu işle uğraşan her bireyin kendi atölyesinin olduğunu ve o yaşlarda her atölyede zaman geçirme şansı elde ettiğini söyledi. Bu da benim gözümde özellikle Avarya ve Altın Vuruş'taki robot karakterlerini üretirken bu denli başarılı iş çıkarmasını besleyen olgulardan biri. "M akinelerle yakınlığım bence o zamanlara dayanıyor. Sonra b ilgisayar oyunlarında da o dünya tekrar karşıma çıktı." Çocukluk yıllarından beri iyi resim çizmesiyle anılan ve tanınan Gökalp bunun hep bir köşede durduğunu söyledi. Öyle ki lise yıllarında aslında öğretmen lisesinde okurken, lise eğitiminin son yıllarında okulunun yanındaki güzel sanatlar lisesinin derslerinde bulmuş kendini tabii resmiyet dışı girmekten bahsediyoruz.😀 Eğitim demişken konu benim kendi deneyimlerimden ötürü de merak ettiğim lisans eğitimine geldi. Yıldız Teknik Üniversitesi İletişim Tasarımı Bölümü mezunu olan Gökalp'e lisans eğitimini besleyici bulup bulmadığını sordum. O da benim gibi lisans eğitimini uzatanlardanmış. Dersler ve eğitim biçimi değil ama hocalarının ve fakültenin sunduğu teknolojik alt yapıyla o dönemin verimli geçtiğini dile getirdi. Özellikle de disiplinler arası noktalarda beslendiği bir dönem olmuş. İkinci filmi Altın Vuruş 'un üretim aşamasında Arthur C. Clarke'ın Rama serisini okuduğunu söyleyen Gökalp bunun etkisi var mı bilmiyor ama o dönem oynadığı Machinarium isimli oyunun karakterlerinin ve müziklerinin onu çok etkilediğini dile getirdi. Altın Vuruş'un ilk halinde, robotlar yerine yaşlı teyzeleri düşünen Gökalp. "Neden küçük evlerde tek başlarına yaşıyorlar, neden birlikte yaşamak istemiyorlar. Yalnızlıklarını mı düşkünler? " sorularıyla düşünürken "Hikayeyi robotlar bağlamında düşünsem nasıl elementleri olur?" diye düşünmeye başlamış. Bu filmi tek başına üretecek olmasından dolayı da zorlayacak teknik detaylardan kaçması gerektiğini düşünmüş. "Altın Vuruş o ilk resimle en son haline gelene kadarki zaman karanlık bir zaman. 2012-2014 arasında şekillendi ama ne ne zaman son halini aldı bilmiyorum. Son hali storyboard' du, senaryo olarak hiç yazmadım. " Avarya, Gökalp'in ilk diyaloglu ve bir ekip yöneterek ürettiği filmi. Diyalog yazmak senaryo aşamasında zor bir süreçtir, bu filmde de merak ettiğim bir noktaydı ben konuyu açmadan Gökalp'te o noktaya değindi. Filmin ana karakterini seslendiren oyuncu Sermet Yeşil 'in de yönlendirmeleriyle diyaloglar son şeklini almış. Avarya'nın yazım ve fikir aşamasına dair de şunları kayıtlara geçirmek istiyorum. Fikir aşamasından sonra bir süre beklediği ve hatta yazımını da ara verdiği bir döneme girmiş Gökalp. Filmin bakanlık desteği almasıyla tekrar üretim süreci başlamış. O dönem için söylediklerini kayıtlara geçirmek istiyorum. "Keyifliydi çünkü belirsizlik yoktu, sadece üretmem gerekiyordu. Fiziksel olarak yorulduğum ama mental olarak yorulmadığım bir dönemdi." Son filmi Lâl aslında uzun zaman öncesinden fikir halinde hatta dosyalar halinde bekleyen bir "bulutmuş ". Bir dönem Lâl 'in dosyalarını bile silmeyi düşünmüş, iyi ki silmemiş diyorum. Filmi izledikten sonra bu döneme yakınlığı dikkatimi çekmişti ancak fikir hali bu dönemin çok öncesine dayanıyor. Gökalp böyle hissetme sebebimi üretim pratiğinin genelde evde olması ve bu zamanların dışında da zaten evde uzun vakit geçiriyor oluşuna bağlı olduğunu dile getirdi.

Fikir bulutları güneşle tanışırsa

Mayıs 1, 2021

·

Makale

Bir Sardunyanın Anatomisi

Filmin konusunun deneyimlerini içerdiğini biliyordum. Bu yüzden ilk sorum böylesi bir konuyu yazmak için ne kadar bekledikleri oldu. Bugün, o günlerin üzerinden on bir sene geçmiş olsa da senaryonun başına oturmak bu deneyimin üstünden dört sene geçtikten sonra olabilmiş ve altı senede tamamlanmış. Burada aynı deneyimi yaşayan iki insanın birlikte bunu üretime döndürmesinin ne kadar zor olabileceği gerçeğiyle yüzleşiyorum ve soruyorum: İtiraf edin, senaryo yazılırken en çok hangi konular için tartıştınız?" Çağlar : Şöyle bir süreçten ilerledik, gerçeklik ve dramatik yapı arasında yani izlenebilecek yapı arasında çok büyük farklar var. İlk çıkış noktasında Çağıl bir senaryo ile geldiğinde benim ilk tepkim şu oldu; Babama, babamızın yüzüne nasıl bakacağız ya da ailemizin yüzüne nasıl bakacağız. Çünkü o gerçeklik korkusuyla bir bariyer koyuyorsunuz çıkan senaryolara, hem hikayeyi bildiğiniz için ve sonuçta buna dair şeyler yaşadığınız için de ister istemez, hayır böyle olmasın, aman işte halamız kızmasın yok işte bizim bakkalı kötü göstermeyelim işte bahçıvan bozulur mu? gibi süreçlerden geçtik ve burada Çağıl gerçekten çok cesurdu. Ben daha korumacı yani aile tarafının avukatı gibiydim. Başlangıçta bunların üstünde çok konuştuk. Çağıl: Tartıştığımız noktalardan birisi de filmin içindeki polisiye unsur içindi aslında bu adli süreç sadece baba kız çatışmasına hizmet ettiği sürece var. Yani böyle bir tür değiştirmek istemiyoruz ama ister istemez öyle bir durum da söz konusu oluyordu. Çağlar, merak unsurunu arttıracak şekilde biraz daha polisiye tarafı olsun istemişti ben daha baba kız arasında kalmak istemiştim. Onu hatırlıyorum, bir de biz böyle bir adli süreç yaşamamıştık aslında o yüzden o sahnelerin üstüne düşündük bayağı. Fonlama: Filmin fonlama süreci nerdeyse beş yıl bir sürede gerçekleşmiş. Bu süreçte de elde edilen fon aslında üçte ikisi gibi bir tutara yakınmış. Bu süreçle ilgili Çağlar şunu da özellikle belirtti "Bu fonlama süreçleri sırf para bulmak ve filmi gerçekleştirmek adına değil, aslında filmin ana hikâyesinin ve senaryosunun oturduğu, bunun üstüne çok düşünüldüğü bir süreç haline dönüşüyor ve bu süreç çok faydalı aslında. " Filmin diğer yapımcısı Aslı Erdem ile bir senaryo geliştirme programında tanışmışlar, filmin uzun set kondisyonu için deneyimli biri arayışlarında da Aslı yapımcı olarak ekibe dahil olmuş. Mekân: Film boyunca ev sahneleri dikkatimi en çok çeken şey oldu. Evin güzelliği, evin hikâyeye hizmet etmesi, katlar arası konuşulan konuların farkı ve yemek masası derken sordum: 'Evi çok aradınız mı? Sakın ev bizim evimiz demeyin!' desem de cevabı ben çağırmış oldum. Evet! Ev onların eviymiş. Çağıl'ın şu cümlesini doğrudan kayıtlara geçirmek istiyorum. "Senaryoyu yazarken zaten bu evi düşünerek yazıyordum, son noktada da bütçesel bir karar olarak bu evde çekmeye karar verdik." Kurgu : Çağıl kurgu kökenli bir yönetmen olmasının bu süreçte onun için çok avantajlı olduğunu dile getirdi. Festivallerinde pandeminin başlarına denk gelmesi kurguda bir senelik bir atlama yapma imkânı vermiş. Kurguyu takvimsel olarak planlamadığı için biraz çektiklerine de uzaklaşıp kurguya başlamanın daha verimli olduğunu söyledi. Filmin kurgusunu Mesut Ulutaş üstleniyor. Ses : Biraz da gerçekler! Set boyunca cırcır böcekleriyle başlarının belada olduğunu söylediler. Bildikleri bir coğrafya olmasına rağmen ön görülemeyen bu minik ve kalabalık bu ses sorunu pek çok sahneyi iç mekâna taşıyarak ve sonradan seslendirme yaparak çözülmüş. Çağlar burada sizler için not düştü. "Cırcır böceklerine çok dikkat edin." (Defne, İlayda Elhih) Kadın bir karakter tercih sebebi : Kendi deneyimlerini neden bir erkek karakter değil de kadın karakter üzerinden anlatmak istediklerini merak ettim. Burada Çağıl, erkek karakter üzerinden anlatmamayı otobiyografik olmaması tercihinden dolayı değil de birazcık daha zorlayıcı olmasını istediğinden ve kadın karakter üzerinden gelecek projeleri için de biraz daha empati yeteneğini geliştirmek istemesi olduğunu söyledi. Tabii bir senaryo danışmanı da bu sürece dahil olmuş. Gülengül Altıntaş senaryo danışmanlığını üstlenmiş. Ayrıca filmin başrol oyuncusu İlayda ile de bu konuda diyaloglar için özellikle paslaştıklarını dile getirdi. Sardunya ismi: Bu isim tercihinde iki sebebin olduğunu dile getirdiler. Çağıl'ın dediklerini doğrudan kayıtlara geçiriyorum. "Birincisi güzel bir Akdeniz bitkisi olması gerçekten hepimizin sevdiği bir bitki. İkincisi de filmin içinde de geçtiği bir sahnede kullanmamız, halanın sardunya hikayesini anlattığı o sahne. Bu kız aslında babasının sardunyası ve çok sakındığın zaman da oradan iyi bir şey çıkmıyor. O, orada o kadar özenilecek şey değil aslında onun çiçek açması. Bu durum hala ile babanın arasındaki patolojiye de birazcık gösteriyor. Obsesif bir yol gösterme şekli var ve baba da kızına aynısı yapıyor. Onun üzerinden böyle bir tatlı bir benzetme iyi olur diye düşündük."

Bir Sardunyanın Anatomisi

Ağustos 8, 2021

·

Makale

Kameranın önünde, klaketin hemen arkasında, sahnenin tam ortasında bir üreten: Oyuncu

Tutku: İlk sorumuz oyunculuk tutkusunun nereden geldiğine dairdi. İlayda, lise yıllarından beri bu tutkunun ve fikrin peşinden giderken. Bazen, neden? sorusunu kendisine sorduğunu itiraf etti. O yıllara dönüp baktığında bu tutkuyu ve o yaşlarda bunun peşinden gidebilme eminliğini veren şeyin o yaşlarda oyun kitapları okumasının olduğunu söyledi. Ahsen, daha mutlidisipliner bir yerden geliyor. Meslek lisesinde grafik tasarım üzerine eğitim alan Ahsen, lisans eğitimini ise spor üzerine yapmış. Peki, oyunculuk? dediğimizde de karşımıza durmadan koşan ve bugünlere merakıyla öğrenerek gelen Ahsen çıkıyor karşımıza. Bugünlerde tüm bu deneyimlerinin onu beslemesinin de tam ortasında. Yoğun set tempolarında spor geçmişi kondisyon sağlamasıyla yanındayken, en kısa set arasında bile çizim kalemleri, defterleri ve tableti yanı başında. İlayda'nın Sardunya'sı : İlk sorum İlayda'nın filme dahil olması üzerine oluyor. Filmin yönetmeni Çağıl, Defne karakteri için konservatuar bölümlerinin derslerine girip gözlem yaptığını söylemişti. Burada ilk merak ettiğim şey öğrenme alanında gözlemleniyor oluşunun ona hissettirdikleriydi. İlayda, zaten dışarıya açık derslerden birinde Çağıl’ı gördüğünü ve aslında onun dersi dışardan dinleyen bir öğrenci olarak düşündüğünü söyledi. Haliyle o sırada bir gerginlik ya da öğrenme alanına müdahale hissetmediğini dile getirdi. Sonrasında da Çağıl'ın isteğiyle bir audition alınmış ve İlayda filme Defne karakteriyle dahil olmuş. 📌Burada yılı not olarak düşeyim, 2016. - Üretim Sözlüğü: audition : Seçme, bir aktör, şarkıcı, müzisyen, dansçı veya başka bir sanatçı tarafından yapılan örnek bir performanstır. (Sardunya, Defne, İlayda Elhih) Çağıl’ın Defne için İlayda seçiminde dikkat ettiklerini hatırlayacak olursak; "Oyunu kolay alıyor olması ve yüz ifadesinin Defne’nin mimiksiz de duyguyu verebilme hali için çok uygun olması. " olarak ifade etmişti. (İlk prova günü Çağıl, İlayda ve Ahsen) İlayda, filme dahil olduktan sonra senaryonun değişimi içinde de yer alıyor. Defne’nin diyalogları ve babasıyla olan ilişkisi için sürekli Çağıl ile iletişim halinde kalmışlar. İlayda'nın sürece dair şu cümlesini doğrudan kayıtlara geçirmek istiyorum. "2016'dan 2018'e kadar Defne çok değişti. Ben değiştim, Defne de benimle birlikte değişti." Baba ile olan diyaloglarda özellikle birlikte çalıştıklarını söyleyen Çağıl'ın da attığı pas ile İlayda'ya babasıyla olan ilişkisini ve bu durumun filme yansımasını sordum. "Defne'nin babasıyla olan ilişkisi benim babamla olan ilişkime benzesin noktasından hareket etmedim. Benzerlikler vardı oradan hareket ettik bunun üzerine Çağıl ile çalıştık." (Sardunya,Çağıl Bocut/ İllüstrasyon:Pınar Öcel) Ahsen'in Sardunya'sı : Filme Gizem karakteriyle dahil olan Ahsen'e sorum ise o yıllara bakıp o set deneyimden ne öğrendiğine dair oluyor. Bakalım neler kayda geçmiş. "Çağıl bana çok yardımcı oldu, Gizem karakterini çıkarırken. Çağıl'ın ilk söylediği 'Ben abartılı mimikler, abartılı ifadeler istemiyorum. Sadece durduğunda bile anlatabileceğin şeyi istiyorum.' olmuştu. Bu bana çok acayip gelmişti çünkü hiç denemediğim ve hiç provasını yapmadığım bir şeydi. Bilmiyorum bir fikrim yoktu. Çağıl ile konuşarak, İlayda ile çalışarak ,karşılıklı oynayarak birlikte bunu bulduk. Bugün herhangi bir bağımsız filmde prova yapacağım zaman bu deneyimim benim yanımda." "Sardunya'daki sahnelerimi izledikten sonra yani üç sene sonra ben burada başka bir şey oynamışım dedim. O provalar benim aklımdan hiç gitmedi. Bu arada İlayda'nın bütün film boyunca karakteri çıkarırken, Çağıl'ın dediği abartılı tekniklerden çok çok uzakta olduğunu hep görüyordum ve çok beğeniyordum. Bu arada İlayda sana ayrıca küçük hayranlık belirteyim, yeri gelmişken. " ✨Ödüller: İlayda, Sardunya'daki rolüyle 40.İstanbul Film Festivali 'nde, En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı. Ahsen, hem Sardunya'daki rolü hem de Aylin filmindeki rolüyle Uçan Süpürge Vakfı' ndan, En Genç Cadı ödülünün sahibi oldu.✨ Burada, Yasmin "sahtekarlık sendromuna" dair bir soru ile geldi. İtiraf edeyim y/z arası sıkışmış bir kuşak olarak bu sendromu ilk kez Yasmin'in sorusuyla duydum. Oysa ki sendrom dediğimiz şeyin çağın her yaşına bulaşan "Bunu ben mi yaptım, ben bunu hak ediyor muyum?" sorunsalı olduğunu anladım, detaylar podcast ve 20'lik bültende sizi bekliyor. Ahsen, bu durumla ilgili deneyimli insanların fikrini almanın ona iyi geldiğini özellikle not düşerken. İlayda'nın şu cümlesini de doğrudan kayıtlara geçiriyorum. "Bu herkese oluyor mu? Ben yalnızım sanıyordum, herkesin yaşaması çok iyi ve çok kötü! Bu sürekli oluyor bana da. Oyunculukta da çok oluyor. Oynayamıyorum, gerçekten ben bu rolü hissetmiyorum, dediğim anlar oluyor. Genelde ben uzaklaşamıyorum kolay kolay, galiba kendine de iyi davranmayı öğrenmek gerekiyor. Böylesi zamanlarda, kendine iyi bir arkadaş olabilmek önemli sanırım." (İlayda Elhih) Sahnenin tam ortasında : Lisans eğitimi boyunca beslendiği derslerden, hocalarından ve tekniklerden bahseden İlayda, Scott Williams'dan 'meisner tekniği' üzerine dersler almış ve sonrasında da atölyelere katılmaya devam etmiş. - Üretim Sözlüğü: ' Meisner Tekniği ' , oyuncunun sadece 'düşünmeden ve dinleyerek', anın içinde kalıp, duygularını özgürce yaşayabilmesini sağlar. Sinema ve tiyatro arasındaki farklara dair konuşurken, İlayda tiyatronun sağladığı özgürlük alanını keşfetmemi sağladı. "Sinema içine hava durumunun dahil olduğu bir üretim biçimi. Tiyatro ise her şeyden önce tek mekanda geçiyor, daha geniş bir özgürlük." Üretmek: Bu teknikten hareketle İlayda ile üretmenin onun için anlamı üzerine konuşuyoruz. Doğrudan kayıtlara geçiriyorum. "Kendimi ve tanıdığım bir karakteri gerçekten oynayıp; o karakterde sonradan dönüp kendimle ilgili bir şeyler bulduğumda ve süreçte kendimi tanıdığım şeyler benim için iyi üretim gibi geliyor, bunun içinde aslında iyi bir üretim alanının sağlanması gerekiyor. Oyuncuyla iyi bir iletişimi olan, ne istediğini bilen biri ile çalışmak. İstediği şeyi almak için kullandığı tekniği güvenen ya da ne istediğini bilmiyorsa, güvenmiyorsa bile bunun farkında olup oyuncusuna karşı dürüst yaklaşan, sürece dair her şeyi açıkça anlatan ve bu alanı açabilen kişi ile çalışmak gerekiyor." (Ahsen Eroğlu) Disiplenlerarası dolanmak: Ahsen'in resim yeteneği üzerine ve çizimin hayatındaki yerine dair çokça konuştuk. Bilmeyen varsa Ahsen'in üretimlerine buradan bakabilir. Yoğun set tempolarında hep çizebileceği o anın peşinde olan Ahsen, oyun geçerken ve ezber yaparken de görsel dilden ve çizim yapmaktan sıkça yararlandığını, söyledi. 🎈 Peki müzik? : Filmde Defne (İlayda) karakterini kulağında müziğiyle sıkça görüyoruz. Eşlikçisi Palmiyeler, burada soruyu her ikisine yönelttim ve müziğin hayatlarındaki konumu sordum. İlayda, hayatında bir fon müziğinin hep ona eşlik etmesini isteyenlerden, tıpkı benim gibi. Ahsen ise özellikle yorgun akşamlarda evde üretim haline geçebilmek için müziğin yükseltici gücünden yararlandığını söyledi.

Kameranın önünde, klaketin hemen arkasında, sahnenin tam ortasında bir üreten: Oyuncu

Eylül 7, 2021

·

Makale

“Yapmak zorundayım.”

Biz kaydı alırken film seyircisiyle buluşalı henüz iki hafta olmuştu, bu yüzden Tunç’a ilk sorum, “Nasılsın ve nasıl hissediyorsun?” oluyor. “Çok iyi hissediyorum. Film, hayal ettiğim gibi bir iletişim kuruyor insanlarla gelen yorumlardan bunu görebiliyorum bu yüzden mutluyum. Tabii bir tık burukluk var. Film, seyircinin sinema salonlarına dönmekle ilgili henüz kendisini çok da rahat hissetmediği bir döneme denk geldi. Kapalı salonda film izleme alışkanlığımız eski rakamlarda değil bunun burukluğu var ama genel olarak çok mutluyum.” Film kendi evrenini kursa da ilk fikir aşaması aslında Blu TV ’de yayınlanan “7 Yüz” evrenindeki Refakatçiler bölümünde bize kendini gösteriyordu. Bu konuyu orada da ele aldığını söyleyen Tunç, o günden bu zamana, bu konunun çekmecede beklediğini söylüyor. 2016’da ailesiyle yaşadıkları bir olaydan sonra bu konu hakkında üretim yapma ateşi deyim yerindeyse içini kemiren sorularla kendini göstermiş. “Bir insan nasıl olur da bu işi yapmak için her sabah kalkar işe gider?” Fikrin çekmeceye kalkmasıyla ilgili ise şunları kayıtlara geçirdi. “Çekmeceye kalkan fikirlere sunulan fikir aynı değil. İsimleri de aynı değil. Ben değiştim öncelikle, benim o mevzuya dair soğukkanlı bakış açım devreye girmeye başladı. Öfkem sistemi merak etmeye yöneldi.” (Tunç Şahin - Fotoğraf: Betül Afacan) Filmi izlerken filme girdiğimizi dâhi anlayamamızdan başlayarak bu filmin türünü de sorgulamaya başladığımı, filmin türler arasında bir yerde olduğunu Tunç’a açık yüreklilikle dile getiriyorum. Evet! Belgesel değil, karakterler kurgu ancak borçluların ve tahsilatçıların “Evet! Bu tam da böyle” diyebileceği bir noktada film. Uzun bir hazırlık süreci olduğunu düşünmeden edemiyorum ve bunu Tunç’a soruyorum. Tunç, filmin kara film izleğini izlemeye çalıştığını söylerken gerçeğe bağlı olmakla ilgili bir dertten ziyade, çalışan bir tür filmi yapma amacında olduğunu söylüyor. Sistemi eleştiren bir yerde durabilmek için de sistemin nasıl çalıştığını bilmesi gerektiğini, hazırlık sürecinin de aslında böyle başladığını söylüyor. Şikayet siteleri bu örnekleri en çok okuduğu yerlerden biriymiş. “Bir mevzuyu kafaya taktığınız zaman evren sana o konuyla ilgili bir sürü şey göndermeye başlıyor. Belki evren değil de sen gözün normal duymadığı şeyleri tekrar duymaya başlıyorsunuz ya etrafında bir sürü kişinin bu tür kurumlarla karşı karşıya kaldığını öğreniyorsun bu sistemi nasıl çalıştığını iyi anlamaya başlıyorsun.” Giriş sahnesindeki reklam için ise “tam da hayal ettiğim buydu, filme nasıl girdiğini seyircinin fark edememesi ve reklamın gerçek reklamlar gibi olması” cümlesini kuruyor, Tunç. Burada ben araya girip Duygu ’nun neden sade kuru kuru bir hap içmek yerine Alka-Seltzer erittiğini ve baş ağrısı için o ilacı tercih ettiğini soruyorum. Tunç filmlerininin görsel dilinde bardağı ve baloncukları sevdiğini söylüyor. Hatta kısa filminde de rakı bardaklarıyla kurduğu dünyayı anlatıyor. Bunu kesinlikle podcast ’te onun ağzından dinlemelisiniz. Evrensellik ve yerellik: Konu tüm dünyadaki bir sistemi anlatıyor aslında. Filmin yurt dışı gösterimlerinde de ilgi görmesi bunu kanıtlar nitelikte. Biz kayıt yaparken Tunç, filmin Çin ’deki gösterim hakları için görüşmelere devam ettiklerini dile getirdi. Filmde, beni en düşündüren unsurlardan biri de dille oynaması ve bedduaya olan bakış açısıydı. Tunç bu noktaların aslında yerel unsurlar olduğunu söyledi. Bireyselleşemememizde aile bağlarının korkutucu yanını parantez içinde bana hatırlattı. -Ya annem duyarsa?- Set ortamı: Film pandemide sete çıkan ilk işlerden. Bunun için ekipçe bir rehber oluşturulmuş ve renklerle alanlar belirlenmiş. Tunç burada ekip konusunda ne kadar şanslı olduğunun altını çiziyor. Ben maskeyle çalışmanın zorluğundan bahsederken Tunç’ un şu cümlesi bana belli elbise kodlarıyla sektör içinde birilerin birilerine vurduğu etiketlerin ne kadar da boş olduğunu bir kez daha hatırlattı. Cümleyi bugünlerde üretenler için not düşüyorum. “Değil maske, dalgıç kıyafetiyle çekmek zorunda dahi olsam ben bunu çekecektim.” Tunç, pandemi koşullarından dolayı senaryoda değişen unsurları; kalabalık ve çok sayıda figüran içeren sahnelerinin azaltılması, iç mekân çekimlerinin pek çoğunun dış mekâna taşınması olarak kayıtlara geçiriyor. Film; bize birden fazla zamanı haliyle karakterlerin de farklı hallerini veriyor. Kurguda filmin baştan şekillendiği zamanlar olur, bu film özelinde izlerken fark ettim ki bu asla mümkün değil Tunç’a bu soru ile gittim. Okuma provalarında ve kurgu aşamasında neler yaşadığını, merak ettim. “Sahnelerin, akışların, geriye dönük karakterlerin seyirciye söyledikleri hepsi planlı öyle ki diyaloglarda fazladan bir cümle bile eklemek seyirciye beklenmeyen bir ipucu verebilecek cinsten. Kurgu da arkadaşım Doruk Kaya ile beraber setten önce çalıştık. Bu laftan sonra hangi laf gelmeli, sahneleri resim resim konuştuk üzerinden geçtik. Masaya hikâye anlamında çok iş bırakmış bir film değil. Hikâye anlamında yine Doruk’un katkısıyla sete girmeden önce kurulmuştu film.” Müzikler: Filmin oyuncularından Burcu Biricik , Altyazı dergisine verdikleri bu röportajda sete gelirken Tunç’ un attığı bir playlist 'ten bahsetti. Hemen peşine düştüm ve Tunç’a sordum. “O müzikler yazarken dinlediklerin miydi? “ Evet, cevabını aldım. Burada Tunç, filmin müziklerini yapan arkadaşlarını överek hak ettikleri bilinirlikte olmadıklarına dair serzenişte bulunuyor. Filmin özgün müziklerini Safa Hendem ve Mehmet Cem Ünal üstleniyor. “Her oyuncunun farklı bir metodu var, kimi müzikleri dinlemek ister kimi istemez mesela. Ben son ana kadar Burcu’ya atmadım benim kendi listemdekilerden Burcu’ya bir referans liste çektim ve onu attım. O da sete gelirken dinledi.” Bu listede neler vardı diye sorduğumda ise; Çernobil dizisinin müzikleri ve benim de soundtrack ’ine hayran olduğum filmlerden biri I Lost My Body’ in ismi geçince, bunu da hemen kayıtlara geçiriyorum. Kayıt bitiyor, Tunç filmi üretim süreci üzerinden konuşmanın keyifli olduğunu dile getiriyor ve şu an masasında olan fikirler için de ileride üretim sürecine dair konuşabilmenin dileğini buraya bırakıyor.🌟🙏

“Yapmak zorundayım.”

Ekim 19, 2021

·

Makale

💌 Selam, bu pazar Jim'in sofrasında buluşuyor muyuz?

Jim ile tanışman lazım, denilerek Jim ile tanıştırılan, Ece. Jim'i bizle tanıştırmaya da bir pazar yemeğinin hazırlığında buluşturarak başlıyor. Jim'in peşinde sokaklarda ve marketlerde geziyoruz ilk önce. Ben Jim'i ilk görüşümde içten içe kurgu bir karakter olabileceğini düşünüyorum 'dünya vatandaşlığı' kavramını duyunca ise doğduğum yıla hayıflanıyorum. Biraz daha büyük ve hippi olabilseydim, Jim ile tanışabilirdim. Dünya'nın sınırlarını tanımamış olabilirdim. İzlemeye başlarken bu düşünceler sarmıştı zihnimi, peki ya film bittiğinde? - Selam Jim, iyi ki tanıştık! cümlesini sesli bir biçimde bilgisayar ekranıma söylemiştim. Ece ile tanışmak ise Jim'in gözünün değdiği her insanla tanışabilmekle eşdeğer. İyi ki tanıştık Ece... (Edinburg Uluslararası Film Festivali, 2018) Ece, gençlik yaşlarında sinema ile bir üreten olarak ilişki kurmaya başlayanlardan. O yıllar için nasıl bu kadar emindin? diye sorarak başlıyorum. Çünkü mikrofonun bu tarafındaki Ece'nin, o yaşlarda bildiği tek şey her şeyi yapmak istediğiydi. "New York Dijital Film Akademi'nin İstanbul'da bir şubesi vardı. Ben lisedeydim, haftada üç gün ders çıkışlarında oraya gidiyordum ve eğitim alıyordum. Hayatımın en keyifli dönemlerindendi. Emindim diyemem, on altı yaşında yönetmen olmak istiyorum demiştim ama bu alanda herhangi bir rol modelim yoktu. Sinemaya çok ilgiliydim, çocuksu bir ilgi bile diyebiliriz. Sonrasındaki eğitim hayatım da sinema üzerine oldu." Kurgu sinema pratiğinden geldiğini söyleyen Ece'ye diğer sorum, bu belgesel için yola çıkarken korkularının ve hislerinin ne olduğu oluyor. Bu soruma cevap verirken, kahkahalar eşliğinde tamamen 'cahil cesareti' kelime öbeğiyle başlasa da cümlesini Jim'in etrafında vakit geçirince insana her şey mümkün gibi geliyor, diyerek tamamlıyor. -Evet, bence de her şey mümkün. Ece, bir röportajında Jim'in sadece onun Ece olmasıyla ilgilendiğini söylüyor. Buradaki sorum sadece Ece olabilmenin zorluğunu üstüne oluyor. Adaşımı bulmuşken 'Ece' olabilmenin zorluklarını masaya yatırmaya karar veriyorum. Ben, dünyalı olmamız, bir ülkeli olmamız, bir şehirli olmamız neden ismimizin önüne geçiyor, diyerek hayıflanırken. Ece; Jim'in evini herkesin olduğu gibi olabildiği bir yer, olarak tanımlıyor. Yeni kuşak ile birlikte bu sınırların ve etiketlerin bir anlamı kalmayacağına dair fikrini de kayıtlara geçiriyor. (Edinburg Uluslararası Film Festivali, 2018) Jim'in uzaylılar tarafından başka bir gezegene götürüldüğü günden beri, ne hissettiğini sorduğumda söylediklerini doğrudan kayıtlara geçiriyorum. "Onun, günlük hayatımda artık olmayışı beni hâlâ çok zorluyor. Muhtemelen de zorlamayı sürdürecek. Çünkü o filmden sonraki süreçte de öncesinde de esnasında da her zaman benim hayatımın çok değerli bir parçasıydı ve hâlâ öyle. Bu dünyada olmayışı, bir sürü konuda fikir almam gerektiğinde ya da sadece sesini duymam gerektiğinde ona ulaşamıyor olmak beni çok zorluyor ama hep güzel duygular, güzel anılar ve onun güzel öğretileri ile çevrili etrafım. Bu da en büyük şans." Peki, Ece Jim ile nasıl tanıştı? Ece, yüksek lisans eğitimi sırasında, bir hocası tarafından tanıştırıldığı film eleştirmeni Dina'nın "Jim'le tanışmalısın" cümlesiyle; Jim'in evinde Jim ile tanışıyor. Jim'le tanışmadan evvel belgesel yapmaya dair bir fikri olmadığını söyleyen Ece, pazar yemeklerinde vakit geçirdikçe ve Jim'e kahve içmeye uğradıkça bunu anlatma fikrine çekildiğini söylüyor. Ve ekliyor! " En büyük şansım ekibim." Bu, ekip nasıl bir araya geldi diye düşünmeden edemiyor insan, Jim bu sorumun cevabını filmde vermiş olsa da ben o evde bu ekibin nasıl tanıştığının peşine düşüyorum. Cevabını doğrudan Ece'nin sesinden dinleyin istediğimden sizi podcast'e yönlendiriyorum ama şunu da ekliyorum; böylesi tesadüfler ve olay örgüsü ancak Jim'in evinde olabilir. Mekân ve çekim sürecine dair: Filmi çekmeye Şubat 2016'da karar verildi, çekimlere ise Temmuz ayında başlandı. Sürece başlamadan evvel etraflarındaki pek çok kişi bu çekimi bir yıl kadar ertelemeleri gerektiğini dile getirmiş, ancak Ece özellikle Jim'in o yıl festivallerde yapacağı konuşmaları, seyahat rotasını da kaçırmak istemediğini ve ertelemeyi düşünmediklerini, söyledi. Jim'in evindeki çekimlerde de kameraya alışmakta zorlanan insanlar olmuş, hatta Jim bile başta kamerayı çok sevememiş. "Çekimler esnasında, biz aslında aslan belgeseli çekiyoruz, diyorduk.🦁 Bizi zorlayan Jim'in hızına yetişmekti, enerjisi hep yüksekti." Kurgu: Çekimler bittiğinde Ece'nin elinde 110 saatlik görüntü mevcutmuş ve kurgu süreci iki seneye yakın sürmüş. Kurgu sürecini bir okyanusta yüzmeye benzetti Ece, sanki film oradaydı ve ona ulaşmak için biz sadece çalıştık, günde on iki saat kurgu yaptık, diyerek süreci anlatırken, kurduğu şu cümle ise beni tam kalbimden vuruyor. "110 saatin tamamı hayat başka bir şey olabilir diyordu, üzerinde çalıştığım her dakika bana bir şey öğretti. Benim asıl üniversitem Meeting Jim'di. 🎞" İllüstrasyon: Pınar Öcel Dağıtım sürecini anlatırken beni şaşırtan bir cümle ile başlıyor, Ece. "Dağıtım sürecini önceden planlamaya zamanımız bile olmadı." Burada üretmenin içindeyken bazı hususları sonraya bırakmak zorunda kalma hâli aklıma geliyor, bunun getireceği risklere rağmen çıkan işi gördüğümde bir kez daha ekibi alkışlama isteğimi ise durduramıyorum. Filmin festival süreci iki buçuk seneye yakın sürmüş. Bugün film pek çok ülkede ve farklı platformlarla ve biçimlerle seyirci ile buluşabiliyor. "Ekipçe bizi en mutlu eden şey, filme günümüzde her ülkeden ulaşılabiliyor olması." -Evet, Jim'in ruhuna yakıştığı gibi filmi bugün herkes izleyebiliyor. Kayıt bitimine yakın fark ediyorum ki biz aslında Jim'i çok fazla konuşmamışız, hep hislerden bahsetmişiz, bir belgesel için de bu kadar çok hislerden bahsetmek başıma gelmiş bir durum değildi, bu farkındalığıma Ece'nin verdiği cevapla bu kanalı sonlandırıyorum. "Jim'i anlatmak değildi amacımız, o evin dünyanın değişimine dair bize verdiği hisleri özellikle de umudu yansıtmaktı." Bir kez daha teşekkürler Ece, iyi ki Paris'e gittin.

💌 Selam, bu pazar Jim'in sofrasında buluşuyor muyuz?

Kasım 16, 2021

·

Makale

Süpürge, 25 yıldır havada 🧹

20'likte de yazdığım gibi Ankara semalarına uzun zamandır aradığım süpürgemi bulmaya gittim ve buldum! Bulmuşken benim gibi uçan süpürge kullanan Ceren'e merak ettiklerimi sordum. Ve Ceren'in süpürgesini park ettiği masasını fotoğrafladım. Adresin yedi numarada olması da dikkatimden kaçmadı, biliyorsunuz yedi rakamıyla gönülden bir bağım var. 1) 25.yıla girerken böyle bir festivalin içinde /ekibinde olmak nasıl bir duygu?Aldığınız destek ve film üreticileriyle kurduğunuz bağ size nasıl hissettiriyor? 26 yaşına yeni girmiş biri olarak, bu festivalin de benimle aynı süreyle hayatta olması beni hep çok heyecanlandırıyor. Her senenin teması, kadınların tarihini ve mücadelesini hatırlatan bir kavram hepimiz için. Bu yüzden çeyrek asrımızı kutladığımız bu senede, kadınların mirası temasının bize çok yakıştığını düşünüyoruz. Bir kadın sivil toplum kuruluşu olarak 25 senedir festival yapmak haklı bir gurur. Diğer festivallerin aksine bizim arkamızda büyük holdingler yok. Kadınlar bir şeyler yapmak istediğinde genelde destekle değil hep engellerle karşılaşıyor. Ancak buna rağmen umudumuzu ve inancımızı yitirmiyoruz. Her zorluğu aşarız diyoruz ve aşıyoruz. Bu enerjiyle çok farklı alanlardan insanlarla tanışıyor ve çalışıyoruz. Özel sektörden büyükelçiliklere, kamu kurum ve kuruluşlarından yerel yönetimlere kadar. Çok farklı alanlardan insanlara derdimizi anlatabiliyoruz ve kadınların emeğini görünür kılıyoruz. Sesimizi çoğaltmak ve kitlemizi zenginleştirmek bizi hep güçlendiriyor. 2) Festival başlamak üzere ekip olarak nasıl hissediyorsunuz? Kaç kişilik bir ekipsiniz, ekip içi motivasyon kaynağınız nedir? Uçan Süpürge ekibinin sayısına cevap vermek, kolay gibi gözükse de bizim için her zaman cevap vermesi en zor sorudur. Bir kadın sivil toplum örgütü olan Uçan Süpürge Vakfı'nın düzenlediği Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, profesyonel olarak küçük bir ekiple çalışıyor. Ancak bu işin içerisine gönüllülerimizi, dünyanın her yerinden destekçilerimizi kattığımız anda sayımız bir anda binleri geçiyor! En büyük motivasyon kaynağımız; kadınların ve kız çocuklarının güçlendiği, toplumsal cinsiyet eşitliğinin her alanda sağlandığı bir dünya düşlemek. Hayal ettiğimiz bu dünya içerisinde sanatın iyileştirici gücünün ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Bir film izleyen insanın hayatına neler dokunacağı, gönüllük ruhuyla bir festivalde yer almanın gençlerde ne hisler uyandırdığı, bambaşka alanlarda çalışan insanların bu festival için her sene bir araya gelip canla başla çalışması, motivasyon kaynağımızın ne denli güçlü olduğunu gözler önüne seriyor. 3) Program başlıkları gerçekten harika! Benim vauv dediğim "olay yeri:aile" oldu. Festivalin tarihini de düşünürsek içerikleri proglama süreci nasıl ilerliyor? Yeni başlıklar ekleniyor mu? Her sene bölüm isimlerimiz belirlenirken, dünyada olup biten olayların, kadınların sorunlarına dair ortaklaşmış başlıklar yer alıyor. Bu sebeple bölüm isimlerimiz değişiklik gösterebiliyor. Ancak değişmeyen bölümlerimiz de var. FIPRESCI Jürisinin ödül verdiği film bölümümüzün adı "Her Biri Ayrı Renk". "Pembesiz Mavisiz, "Olay Yeri: Aile" de değişmeyen bölüm isimlerimizden. #MeToo hareketi, kürtaj gibi küresel ve önemli olaylar yaşandığı takdirde, yönetmenler bu konuyu filmlerine de yansıtıyor. Yönetmenlerin filmlerinde yansıttıkları konular ne kadar ortaklaşırsa, yeni bir bölüm programlama süreci de o kadar hızlı oluyor. Birbirinden haberi olmayan ve dünyanın bambaşka köşelerinde yaşayan ve filmler çeken kadınların, çok benzer olayları benzer bir dille anlatmaları her sene bizi çok etkiliyor. Çünkü biliyoruz ki hiçbirimiz yalnız değiliz ve ataerkil toplumun yaşattığı sancıları hep birlikte çekiyoruz. Bu zorluklarla mücadele yollarını da hep birlikte arıyoruz. Uçan Süpürge Ofisinden bir kare 4) Festivalin Ankara'da olmasının sizce nasıl bir artı değeri var? Ankara'yla bütünleşmiş bir festival yapmak bizce çok değerli. Her zaman gri ve soğuk oluşuyla bilinen Ankara'ya, Mayıs ayıyla birlikte baharı ve kadınların coşkusunu getirdiğimize inanıyoruz. Festivalin uluslararası olmasının da Ankara'ya değer kattığını düşünüyoruz. Çankaya Belediyesi Başkanı Sayın Alper Taşdelen, katalog için bize hazırladığı yazıda Uçan Süpürge'ye dair gençken hatırladığı anılarından bahsetti. O kadar etkileyici bir yazı ki gerçekten. Sivil toplum örgütleri, festivaller ve yerel yönetimlerin bağ geliştirmesinin neden önemli olduğunu gösteren bir yazı. Uluslararası bir festival yapmak, büyükelçiliklerle de bağ kurmayı gerektiriyor. Bu sene festivalimize destek olan birçok büyükelçilik var. Ankara'da olmamız büyükelçiliklerle sıcak bir temas kurmamızı, kendimizi ve faaliyetlerimizi tanıtmamızı kolaylaştıran bir etken. Bu yılki teması Kadınların Mirası olarak belirlenen 25. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali , 26 Mayıs – 5 Haziran tarihleri arasında Büyülü Fener Kızılay Sineması ve Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi ’nde düzenlenecek. Festival, kadın yönetmenlerin yeni filmlerinden oluşan seçkide Endonezya’dan Vietnam’a Arjantin’den Hindistan’a dünyanın dört bir yanından 60’ı aşkın filmi 10 gün boyunca Ankara izleyicisiyle buluşturacak. Biletleri buradan alabilirsiniz. Benim daha önce başka seçkilerde izlediğim ve sizin kaçırmanızı istemediğim filmleri de buraya ekliyorum. 💫Cadı Üçlemesi 15+ 🦽Eat Your Catfish 🏙Büyük İstanbul Depresyonu 🍻Siz Biraz Uzak Kaldınız 🦎Our Ark

Süpürge, 25 yıldır havada 🧹

Mayıs 24, 2022

·

Makale

Ben buraya neden geldim? Ne yapıyorum?

20’lik bültenle ilk karşılaştığımda açıklama kısmında okuduğum, “ Ben ne yapıyorum ya diyenlerin yeri ” cümlesinin çok tanıdık gelmesiyle kendisiyle hızlıca kaynaşmıştım. Çünkü bu cümleyi 2019’ların sonlarında çalışmaktan İstanbul’da nefes almaya bile vaktimin kalmadığı o günlerde kendime söylemiştim. Sonra dünya beni duymuşcasına otur evinde ve istediğin kadar nefes al dedi. Evde “kapanmış” dururken- birazdan yazacaklarım öyle uzak bir dönemmiş gibi hissediyorum ki sanırsın on sene öncesi ama değil! ' Ben İstanbul’da ne yapıyorum ya? ' dedim. Buraya neden gelmek istediğimi, özellikle neden burada okumayı hayal ettiğimi tekrar bu soru ve kapanma sayesinde hatırladım. Cevap ne mi? Hazır olun açıklıyorum: Film izlemek, konserlere gitmek, sergilerden sergilere koşmak... Kısaca kültür sanatın kalbi burada olduğu için burada olmak istediğimi 26 yaşımın son demlerinde tekrar anladım ve hatırladım. “26’yı tamamladım adım adım…” İnsanın on yedi on sekiz yaşlarında kurduğu hayalleri unutması ne garip! Ve bu hayaline yeni bir hayalmiş gibi sıkı sıkı sarılması onun için baştan yeni bir yola girmesi. Bu hayali hatırladığım ve yapacağım dediğim zaman aralığının ise tahmin edeceğiniz gibi şöyle bir bir handikapı vardı. Yaşamak istediğim tüm bu deneyimler “kapanmıştı”. Geçen sene bir 23 Nisan günü benim de burada yazılarıyla tanıştığım Yasmin ile Zoom’da tanışmıştık. “ Ne yapmak istiyorsun? ” diye o sormuştu bana. “ Ben sabahtan akşama kadar film izlemek istiyorum be, Yasmin .” demiştim. Bu dileğimi yakın zamanda gerçekleştirebildiğim için 20'liğin başlangıcına dönüyoruz ve o günden bugüne bakıyoruz. Okuma gözlüklerinizi ya da düşünme şapkalarınızı takın bakalım. 2014 yılından beri pek çok festivalde sahada gönüllü olarak çalışmıştım, birkaç arkadaşımın film setine yardıma gitmiş, bolca üretim konuşulan masalara yancı olmuştum. Bugün Üretim Kaydı ’nı yaparken aklıma gelen üretim soruları da biraz o zamanlarda sahada gördüklerimden besleniyor. “Sahada çalışan arkadaşlarımı yeniden görüyorum.” Bu sene, festivali günlük-vari edayla gün gün yazmam gerekiyor diyerek elimde defterle seanstan seansa koşuyorum. İstiklal Caddesinde benim gibi koşanları görüp mutlu oluyorum. Sahada çalışan arkadaşlarımla yeniden kucaklaşıyorum. Festival partilerinde, iki film arasında yeni fikirleri dinlemek ve kutlamak bana iyi geliyor. Bu festival basın olarak katıldığım ilk festivalimdi . Yani 20’lerimin son demlerinde bir hayalimin gerçekleşmesine ve bunu üretime dönüştürmeye başlamıştım. Diğer senelerden farklı olarak bu sene izlediğim her film için kafamda beliren soruları o filme üretenlere sorma imkanım vardı. Basın olarak katılmanın yanı sıra film sonrası soru-cevaplarda insanların filme dair sorularını dinlemek, film ekiplerinden festivale dair heyecanına şahit oldukça, film sonu alkışlarına ellerim kızarana dek katıldıkça içimden sürekli “ Teşekkürler, Özlem Türeci ve Uğur Şahin. ” dedim. Salonlarda film izleyemediğimiz o günlerin bir daha gelmemesi dileğiyle. “Sahada çalıştığım son festival, en son buna bakarak Atlas Cafe’de kahvaltı tostumu yemiştim.” Şimdi ise ben bu satırları yazarken Ankara’ya doğru yol alıyorum. Yaşadığım şehirde film peşinde bir yolculuktan sonra sıra başka bir şehirde! Belki seneye başka bir ülkenin film festivaline doğru adım atarken sizinle yine burada karşılaşırız. Belki Cannes, neden olmasın? Ben şimdilik Uçan Süpürge’mi Ankara’da park ettiğim yeri bulmaya gidiyorum.

Ben buraya neden geldim? Ne yapıyorum?

Mayıs 19, 2022

·

Makale

Üretirken kendini bulan kayıp ruhlara

Nisan bu yılki İstanbul Film Festivali'nde Seyfi Teoman ilk film ödülü jurisindeydi. Festivalin ruhu ve salonlarda film izlemenin mutluluğu henüz tazeyken, ilk sorum geçen yıl filminin yarıştığı festivalde, bu yıl juri olmanın nasıl bir deneyim ve hisleri içinde barındırdığı üzerine oluyor. "Öncelikle hakikaten ilaç gibi geldi festival. Pandemide hepimiz etkinlendik evde izlemeye başladık filmleri. Ben festivalden önce bunu kırmıştım izlemiştim film ama yine de iki yıl gibi bir süre uzak kaldık salonlardan. Her gün nerdeyse bir bir film izlediğim on günlük bir süreç oldu ve bana tekrardan sinemanın büyüsünü hatırlattı. Perdede ve insanlarla beraber film izlemenin yerine geçebilecek bir deneyim yok ve bu çok ilham verici oluyor bir yandan. Üreten insalara ilham da veriyor festivalde izlediklerimiz, ben sadece o sırada yazdığım konu üstüne olan filmleri izlemeyi sevmiyorum, başka konuları izlemeye yöneliyorum." Nisan Dağ, Fotoğraf: Murat Dürüm "Juri olmak da keyifliydi tabii, bir sinemacının jurilik yapması perspektif açısından güzel bence. Çünkü şunu görüyorsun yani ödül denilen şey çok abartılacak bir şey değil aslında, birkaç kişinin zevkine bakıyor ve aslında tartışmalarda falan da çok net anlıyorsun ki jüri farklı üç dört kişi olduğunda konuşulanlar da farklı olabiliyor. Hani ödül aldım diye ne çok havalara uçmak ne de almadım diye üzülmemek lazım, bunu hep zaten fikir olarak düşünürdüm ama yaşayıp görmek de iyi geldi o açıdan bana." 📽 Nisan'ın sinema eğitimi almaya ne zaman karar verdiğinin peşine düşüyorum.👀 Çocukluk döneminde önceleri palyaço sonraları ise ressam olmak istediğini söyleyen Nisan, o yaşlardaki yakın arkadaşı Ekin'den yönetmenlik mesleğini ilk kez duymuş. Bilgi Üniversitesi'nde sinema okumayı düşünürken biraz da ailesinin de o yıllardaki isteğiyle, onun deyimiyle "maddi olanakları bahane ederek" Bilkent Üniversitesi'nde İletişim ve Tasarım bölümünü okumuş. Mezuniyet sonrası ise Fulbright bursu alarak Columbia Üniversitesi'nin Film Yönetmenliği bölümünde master eğitimi almaya başlamış. Dört yıl kadar Amerika'da yaşadıktan sonra Türkiye'ye dönen Nisan, o yıllarda orada kendine uzaktan bakma şansını elde ettiğini, kimlik arayışına ya da coğrafyaya dair bir film yapmak istemediğini söyledi. O yıllarda çektiği kısa film Muhteşem Balık Adam (2013) da bunun göstergesi. " B ende hep böyle bir üretme isteği, bir üretme çabası hep vardı . Eve gelen misafirlerin çocukları da benim yaşlarımda ydı aşağı yukarı çok da sosyal bir ailem vardı. Her hafta sonu evde birileri olurdu, misafirliğe geldiklerinde çocukları toparlayıp böyle bir senaryo yazıp hatta böyle herkesin repliklerini seninkini pembeyle, seninki turuncu ile yazdım deyip. Sonra salonda ailelerimizi bir gösteri yapardık, oralardan başlamış aslında paylaşma güdüsü. Lise yıllarında tiyatro yaptım, o yaşlardaki deneyimim çok kafa açıcı oldu. Oyuncu olamayacağımı anladım ama bugüne olumlu etkisi var çalıştığım oyuncular empatik olduğumu söyler. Bunu bu deneyimime bağlıyorum." Ben, Bir Nefes Daha filmini, tek bir tema etrafında düşünmemek gerekiyor, diye düşünürken Nisan'dan böyle bir fotoğraf geliyor.👀 "B en Fulbright bursuyla gittim Amerika'ya ve o arada bir sene beklemem gerekiyordu. Biraz MTV'de çalıştım, senede bu arada 2008, Binbir Gece dizisinde çalıştım. Hatta yaza bir tane sinema filminde de çalıştım, Tuna Kiremitçi'nin Adını Sen Koy filmi ydi. O da iyi oldu. Burada işleyişi görmüş olmama ve denemeden gitmemiş olduğuma seviniyorum. " Fotoğraf: Melih Ekinci " Türkiye'ye döndüm ve Türkiye'de bir belgesel çektim. Bu belgesel, Bir Nefes Daha' ya da ilham veren şeylerden birisiydi. Gene MTV için bir belgeseldi. Y urtdışına gidip gelmiş biri olarak baktığım o yerden, kendi kültürüme dair o ilginçlikleri algılayan gözüm açıldı. Aslında buradaki üretimi ve kim olduğumu bulmama, kendimi keşfetme me ve bağ kurmama yardımcı oldu. Okyanus ötesinden karşıdan kendime bakmış gibi oldum aslında, o bakışta fiziksel olarak ben oradayken olmadı, döndükten sonra oldu. Burstan dolayı bir iki yıl burada kalıp tekrar döndüğüm bir dönem de oldu ve bir ayağımı asla buradan çekmemem gerektiğine karar verdim. Çünkü gerçekten o kadar zengin bir kültür ki eski hikâyeleri yle, karakterleriyle. Gidip oradaki herhangi bir Amerikalıya dönüşmek istemediğimi fark ettim. " Nisan, Bir Nefes Daha için bir toplantıda Konu benim her aşamasını çok merak ettiğim Bir Nefes Daha'ya geliyor. Çok sorum ve merak ettiğim çok şey var. Senaryo dönemi, fonlama süreci, çekimler, yurtdışı ve yurtiçi festivalleri, oyuncuların seçimi ve ayrı bir üretim süreci olan filmin müzikleri. Her şeyi konuştuk merak etmeyin ama bildiğiniz gibi burada bazıları kayıtlara geçiyor daha fazlası için sizi podcast'e alalım. Önce filmi izlemeliyim derseniz de filmi BluTV 'den izleyebildiğinizi hatırlatayım.📽 Hikâyenin ilhamının MTV için çektiği belgesel sürecinden sonra geliştiğini söylemişti. Belgesel sürecinde nasıl bir deneyim yaşadığını anlatmaya başlayarak filmi konuşmaya başlıyoruz. "Karşımızdaki insanın potansiyelini avlarcasına değil de onunla iletişim kurarak ve dinleyerek yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum, özellikli de belgeselde. Belgesel deneyimi zaten Amerika'dan döndükten sonra oldu, kendimi bir yerlere ait hissedememekle ilgili düşüncelerim zaten vardı. Belgeseli çekerken mahallede rap yapan çocuklarla gerçekten bağ kurduğum, ait hissettiğim ve mutlu olduğum bir yerdi. Çocukların üretimleriyle olan ilişkileri çok güzeldi, samimiyet çok hoşuma gitti. Benim çevremde ise bir persona, gösteriş uğruna üreten insanlar vardı o sırada. İkisi arasındaki o sert kontrast da çok çarpıcıydı orada saf bir şey vardı. O da beni çok etkiledi belgesel sürecinde. Belgesel sonrasında da mahallerlerde gönüllü dersler verdim o dönemde de gözlem yapmış oldum. Ki dönüp baktığımda buna gözlem diyorum o amaçla orada değildim. Onu anlamlı bulduğum için oradaydım." Bir Nefes Daha seti, Fotoğraf: Melih Ekinci Nisan'ın bu hislerleriyle de bu filmin tohumları atılmış oldu. Kulağıma gelen güzel anılara dair Nisan'a bir soru ile gidiyorum. Pitching de rap yapmışsın Nisan, öyle duydum 👀 Dememle o da Çağıl (Bocut) ile olan bir anısını anlatıyor. Cannes'da bir senaryo atölyesinde Çağıl ile birlikte birbirine yakın masalarda toplantıdalarmış, Nisan filmin içinden bir karakter olan "Snoop Dogg taklidi yapan papağan karakterini" toplantıda seslendirmiş🦜 Çağıl'ın halen gülerek bu anıyı anlatmaya devam ettiğini de ekliyor. Üretim sözlüğü: "Projenizi, sözlü olarak ifade edebilme işine 'pitching' deniyor." "Evet, böyle şeyler yaptım, bazı insanlara itici de gelmiştir eminim. Ama o an ne estiyse ve hissettiysem öyle gelişti. Düşünerek yapmamıştım içten bir şeydi. Dönüp baktığımda da insanlara samimiyetim ve enerjime dair bir ipucu vermiştir, diye düşünüyorum." Senaryo yazım sürecine dair de bir draft sayısı tutmadığını söyledi. Bu film için on iki draft diyebiliriz, derken senaryonun sette bile değişen bir dinamik olduğunu diyalog revizelerini bu sayının içine katmadığını ekliyor. Filmin son sahnesini ise bu süreçte değişenlerden. İlk fikir 2016 yılında çıkmış ve yazılmış, sonrasında bir nadas süreci olmuş Nisan da nadasa bırakarak yazanlardan çıktı.👀 İlk yazarken araya üç dört ay ara vererek yazıyormuş. Ben not düşeyim, bu dirsekler fazla yazmaktan morarmış👀 "2017 de ikinci draft çıktı, elle tutulur hali yani. Müge Özen ile birlikte Köprüde Buluşmalar'a katıldık. İlk finans arama sürecide öyle başladı. Mayıs 2019'da da filmi çektik. 2016,2017 daha benim senaryo ile oynama sürecimdi. Para arıyorduk ve 2018'de çekemediğimiz için materyalle bağımı korumak istememden sanırım biraz fazla yazdım, diyebilirim o süreçte." 🎶 Filmin müzikleri başlı başına bir hikâye barındırıyor. Haliyle bir müzik prodüksiyonu da eş zamanlı olarak yürütülüyor. Söz yazımında Da Poet , Ohash ve Hayki ile birlikte Nisan da doğrudan yer almış. Da Poet beat 'leri yapmış, ardından sözler yazılmış. Burada şaşırtıcı şeyler öğrendim👀 Da Poet, sinema bölümü mezunuymuş, filmin başrol oyuncusu Oktay Çubuk (Fehmi) , süreç boyunca bir karakter günlüğü tutuyormuş. Kimi zaman sözler için anahtar kelime arayışında o deftere bakılmış.👀 Hayki, söz yazımının dışında Oktay ve Eren'e (Çiğdem) rap koçluğu yapmış. Filmin soundtrack 'ini buradan dinleyebilirsiniz. "Beat'ler 2018 yılında yazın çıkmıştı, bu çok motive etmişti beni çünkü filme dair senaryo dışında ilk üretim çıkmıştı. Şarkı sözleri çekimlere iki ay kala bitti, benim planım altı ay kala bitmesi yönündeydi ama yine de iyi bir süre de bitti. Bir tane freestyle'in sözü bir hafta kala değişti mesela ve onun da cezasını çektik, 24 tekrar çektik, içime sinmedi. O günden sonra geri dönüp tekrar çektik." 📌 Filmde, Fehmi'nin uyuşturucu kullandığındaki zihin sahnelerini animasyon olarak görüyoruz. Nisan, başından beri o sahneleri alışılmışın dışında göstermek istediğini söyledi. İlhamını ise uyku tutmayan bir gecede sevdiği müzisyenin video klibini izlerken bulmuş. Bir hatırlatma, Nisan hikâye anlatmaya animasyonla başlamış. Benim çok sevdiğim bu MTV videosu Nisan'ın elinden çıkmış.💫 "Animasyonların, filmin içinde bütünlük olarak anlamlı bir varlığı vardı." 📌 Animasyon sahneleri Hamburglu sanatçılar Sabina Kim ve Nils Andersen tarafından hazırlandı ve tamamlanması bir yıl sürdü. Pera Palas'ın setinden bir kare ❓ Pera Palas'ta Gece Yarısı; ilk kez kendi yazmadığın bir şeyi çektin nasıl bir deneyimdi? Film ve dizi setleri tabii bütçelerden ötürü de çok farklı dizi deneyimden film setlerine taşıyacağın ne gibi deneyimler oldu? "Sekiz bölümlük dizinin iki bölümünü ben çektim, keyifli bir deneyimdi. Tabii dediğin gibi imkanlar farklı. Benim bir bilimkurgu hikâyem vardı üstünde çalıştığım, mesela onun yapabilme motivasyonu bu set deneyiminden sonra oldu. Pera Palas beni cesaretlendirdi, nelerin yapılabileceğini gördüm." "Emre Şahin, görsel dünya ve görsel anlatımı çok kuvvetli bir yönetmen. Bu süreçte şunu öğrendim diyebilirim. Aldığım sinema eğitiminde görsel dünya biraz ikinci plana itilirdi. Bu da sinemanın bir parçası ve güçlü performanslar, senaryo kadar önemli ikisini birbirine çarpıştırırsak muhteşem şeyler ortaya çıkarı gördüm. Daha fazla yan yana düşünmeye başladım." Son olarak hepimiz için Nisan'ın şunu ekliyor. "Üretmeden geçen sürede üretimin bir parçası, o zamanlarla da barışmak gerekiyor. Eskiden ben de bu dönemlerde kötü hissederdim. Kendimize biraz daha iyi davranmamız gerekiyor."

Üretirken kendini bulan kayıp ruhlara

Mayıs 24, 2022

·

Makale

Hayat, tam da belgesellerdeki gibi

15. yaşını kutlayan festivale ben bu yıl ilk kez seyirci olarak katıldım. Geçtiğimiz iki yıl pandemi koşullarından ötürü online gerçekleşen festival bu yıl altı mekâna yayıldı. Bu mekânların ikisinde de gösterimler ücretsiz olarak gerçekleştirildi. Festivalin açılış gecesinde festivalin sanat yönetmenlerinden Emel Çelebi, bu yolculuğa on beş yıl önce arkadaşlarının evinin terasında başladıklarını söyleyince o gece Cemal Reşit Rey’e gelen kalabalığa dönüp tekrar bir baktım. Festival boyunca Aynalı Geçit’e girip çıktıkça burada böyle bir salonun varlığını bilmeyişime hayıflandım açıkçası. On beş yıldır süren bu belgesel günlerine dair merak ettiklerimi sormak için festivalin sanat yönetmenleri Emel Çelebi ve Necati Sönmez ile Documentarist’in Aynalı Geçit’teki ofisinde buluşuyoruz. Terasta güneş bizi ısıtıyor. Caddenin sesi geliyor. Filmden çıkan ya da filme giren insanları görebiliyoruz. Ekip bir yandan kapanış gecesine hazırlanıyor. Derken konuşmaya başlıyoruz. Açılış konuşmasında 15 yıl önce "dostların evinde başlamıştık" dediniz, ben ilk olarak on beş yıl öncesine gitmenizi istiyorum. On beş yıl önceki belgesel izleyicisi nasıldı? Yıllarca sizinle birlikte büyüyen bir izleyiciden bahsediyoruz, bu size nasıl hissettiriyor? Emel: Festivalin kuruluş amaçlarından biri de belgesel seyircisi ve kendi mekânlarını yaratmak, bunun yanında belgeseli aslında tanıtırken sevdirmekti. Çünkü biz başladığımız sırada yurt dışındaki festivallerde çok yaratıcı belgeseller izliyorduk kendimiz de belgeselci olduğumuz için. Kurmaca filmler gibi yaratıcı belgeseller, sınırı yok. Fakat Türkiye'ye baktığımızda TRT yapımlarını biliyorsunuz çok didaktiktir. Herkes belgesel diye onları biliyordu, haliyle belgeselleri sıkıcı biliyordu. "Yok," diyorduk biz. Arkadaşlarımıza "şöyle bir film gördük, seyrettik, seyredelim. Sizler de görün." diyorduk sürekli. Öyle olunca arkadaşlarımızın evlerinde terasları vardı, terası bize açıyorlardı ya da küçük kültürel yerlerde, belgesel film gösterimleri yaparak başladık. Bir de hep bahsediyorum, o devir RTÜK ceza veriyordu televizyon kanallarına. O ceza da bütün gün belgesel izlettirmekti. Bütün bunlar bizim çok canımızı yakıyordu. Çünkü belgesel çok yaratıcı bir şey. Bunu kimse niye bilmiyordu?! Üstelik form olarak da yaratıcı. Böyle sıkıcı olmak zorunda değil. O ara Bodrum Film Festivali'nden bize bir teklif geldi. Onların kurmaca büyük bir bölümleri var. Yanı sıra da belgesel bölümü de yapıyorlardı. Biz oraya yaklaşık üç sene belgesel yaptık. Esnaf, ev hanımları herkes geliyordu, salonlar doluyordu. Ta ki Bodrum Film Festivali'ne belediye artık destek vermekten vazgeçene kadar. Bizim de elimizde filmler kalmıştı göstermek istediğimiz, orada gösteremediğimiz... "İstanbul'da da böyle bir açık var, biz niye göstermiyoruz?" Bir cesaret başladık. Yani hiç bütçe yoktu başlarken. Necati: 15 sene önce, yani 2008 yılı, ilk festivalin yapıldığı sene. Bana göre 2000'lerin başı dünyada da Türkiye'de de belgesel için, belgesel sinema için yeni bir dönemin başladığı bir tarih. Dolayısıyla festivalin tarihi de doğuşu da böyle bir şeye tekabül etti. Yani çok yeni değişik belgeseller yapılıyor, yaratıcı belgeseller yapılıyor ve bunlar ilgi görüyor. Eskisinden çok daha fazla izleyiciye ulaşıyor. Sinemalarda gösterilmeye başlıyor, artı festivallerin yarışmalarına seçilmeye başlıyor. Cannes'a Berlin'e belgeseller de geliyor. Bunlar hep ilklerdi. O dönem de Türkiye'de hiç kimsenin henüz belgesele dönüp bakmadığı bir dönem. Biraz onunla bizim festival de değişti. Başta o seyirciyi yaratmakken şimdi o seyirciye belli sinemacıları tanıtmak, hiç duymadıkları, hiç bilmedikleri insanları duyurmak, onların filmlerini getirmek, biraz belgesel tarihine de dikkat çekmek... İlk senelerde böyle şeyler yoktu. Emel: Necati'nin saydığı yan etkinlikler de hep ücretsiz. Yani kaç senedir "anima doc" atölyesi yapıyoruz, animasyon-belgesel. Bu sene de daha üretime yönelik "Uluslararası fonları nasıl buluruz?" isimli bir belgesel atölyemiz vardı. Sizce “Z kuşağı” izleyicisi belgesel türüne meraklı gözlerle bakıyor mu? Necati: Ben bu "Z kuşağının" yaş sınırını çok kestiremiyorum, nerede başlar nerede biter? Ama etkinliklerimize çok ilgi gösteriyor genç kuşak. Hatta sanki filmlerden daha fazla ilgi duyuyorlar. Master Class diyorduk, şimdi sinema dersi diyoruz. Yönetmenlerle kendi filmleri üzerine detaylıca sohbet ettiğimiz etkinliklere geliyorlar. Atölye ve forumlara geliyorlar. Filmlere de geliyorlar tabii ama bunlara çok daha ilgi göstermeleri, biraz film yapmaya dönük de ilgileri ve merakları olduğu duygusu yaratıyor. Bir de iyi belgesele erişim kolaylaştı. Yani 15 yıl önce platformlar, online izleme olanakları yoktu. Biz yurt dışından hâlâ DVD'ler, Blu-ray'ler falan getirterek gösteriyorduk. Şimdi linklerle, online platformlarla falan pekâlâ ulaşılıyor. Emel: Bizim festival gönüllerimiz gençlerden de oluşuyor ve her sene çalışırken "Film izlemeye fırsatımız olacak değil mi?" sorusu geliyor. Bu soru beni çok mutlu ediyor. Necati'nin de dediği gibi atölyeler çok ilgi görüyor. Burada şunu da söylemem gerekir biz burada eğitimcilere bir maddi karşılık veremiyoruz. Tanıdıklarımızdan rica ediyoruz, ama hani bu ilelebet de böyle gitmek zorunda değil tabii ki. Bu emek karşılığı onlara da bir eğitimci parası ödemek gerekir. Biz bunun da gayreti içindeyiz. Çünkü yurt dışındaki başka festivallere de bakıyoruz. Mesela Danimarka, İsveç, Hollanda, Almanya belgesele çok değer veriyor, festivallere de öyle. Onlar da küçük küçük böyle bizim gibi başlamışlar ama geldikleri nokta bütçe açısından çok profesyonel. Fakat biz devlet desteği de olmadığı için her sene yeniden bir bütçe arayışındayız. Necati: Şunu da söylemek istiyorum. Bizim amaçlarımızdan biri de hangi belgeselleri izlemeye değer olduğu konusunda rehberlik yapmak. Böyle bir misyonu olmaya başladı festivalin. Bu genç kuşağa seslenerek söylemek istediklerim var, fırsat bulmuşken sesleneyim. Çok insan film yapmak istiyor. Çok da doğal yani, belgesel görece kolay teknik anlamda. İnsanların da anlatacak, söyleyecek çok sözü var. Hele Türkiye gibi bir ülkede. Şu anda öyle büyük prodüksiyonlara, devasa yatırıma girmeden bir insan kendi başına ya da iki arkadaşıyla birlikte rahatlıkla belgesel işine girebilir. Ama kolay gözüken fakat o kadar da kolay olmayan bir şey: Eğer belgesel yapacaksanız belgesel tarihine hâkim olmanız lazım. Sizden önce ne yapılmış, neler yapılmış? Onları bilmeden kamerayı alıp eline belgesel yapmaya girişmek biraz hiç roman okumadan roman yazmaya benziyor. Film izlesinler, festivaldeki filmleri görsünler ve bunun üzerine ne katabileceklerine baksınlar. Bu yıl programda yeni bir bölüm vardı. 3x3 usta seçkisi . Bu bölüm yeni olduğu için sonraki yıllarda da olacak mı diye merak ettim. Daha önce zaten "usta" bir yönetmene ayırdıkları bölüm olduğunu ve daha geniş bir seçkiyle yer verdiklerini söylediler ama listeleri o kadar uzunmuş ki herkese alan açabilmek adına böyle bir fikre evrilmiş. Bu bölümün ilhamını da Selanik Film Festivali'nden aldıklarını dile getirdiler. Ama bu bölümün artık o festivalde olmadığını üzülerek belirttiler. Atölyelerden bahsederken, festivalin sinema öğrencilerine açtığı alandan da bahsettik. Pek çok öğrenci teorik bilgi aldığı eğitimlerde pratikten eksik olduklarını ve bu eksikleri festivaller aracılığıyla kapattıklarını festival ekibine söylüyormuş. Bu yıl benim de gözlememim, hatta deneyimim bu yönde olmuştu. Ne de olsa Üretim Kaydı da bugünlerin kültür sanat dünyasının kaydını tutmaya meraklı. 👀 Programda “LGBTİ+ Hakları” bölümü var. Bu yıl Onur yürüyüşü festivalin 3. gününe denk geldi ve mekânlara erişim, yasaklamalar dolayısıyla kısıtlanınca, gösterimler ve söyleşileri ertelemek durumuna kaldınız. Festivalin 15 yıllık geçmişine baktığınızda böyle bir durumu daha önce yaşamış mıydınız? Necati: Festivalin şöyle bir şansı var İstiklal'e de yakın olduğumuz için sokağın nabzını tutan ve o nabızla birlikte etkileşim halinde olan bir festivaliz. O kadar perdeyle sokaktaki şeyi iç içe geçiyordu ki Gezi döneminde, bu sene de öyle oldu. O dönemde de yurt dışından gelen pek çok üreten alanda çekimler yaptı o filmleri sonradan burada da gösterdik. Emel: Belgeseller zaten hayatla iç içe. Documentarist 30 Haziran’da yapılan ödül töreniyle sona erdi. Yeni yönetmenlere verilen JvdK Yeni Yetenek Ödülü Aslı Erdoğan’ın hapis ve sürgünlük hikâyesini konu alan “Bitmemiş Cümleler” filmine giderken “9/8 fight 41” adlı kısa belgesel Jüri Özel Ödülü ’ne değer görüldü. FIPRESCI Eleştirmenler Ödülü ’nün sahibi ise “Aşk, Mark ve Ölüm” oldu. Gurbet şarkıları, memleket türküleri ile açtığımız festivali bu yıl 9/8'lik alkışlarla sonlandırdık.

Hayat, tam da belgesellerdeki gibi

Temmuz 5, 2022

·

Makale

Düğün kasetleri, yol şarkıları ve arşivler: "Aşk, Mark ve Ölüm"

📌 Kayıt demeden önce: 34. İstanbul Film Festivali gibi Documentarist'in de açılış filmi Aşk, Mark ve Ölüm 'dü. Salonda filmi kahkahalarla izlemeye başlarken, bir süre sonra yanaklarımız ıslanıyor. Filmin kapanış jeneriğinden sonra Cem'in saz virtüözü İsmet Topçu'ya yaptığı sürprizle gülümseyerek salondan ayrılıyoruz. Ben Cem ile nisan ayında Beyoğlu Sineması'nın önünde film çıkışı tanışmıştım. Filmin bendeki etkilerini anlatırken bu festivalde de seyirci ile kurduğu bağdan etkilendim. Cem, yıllar önce " Motör: Kopya Kültürü ve Popüler Türk Sineması" filmiyle de Documentarist'te seyirci ile buluşmuştu. O dönemde Almanya'ya işçi olarak giden dedemden dinlediklerimin arşiv görüntülerini bu filmde görmüş olmanın omuzlarıma bindirdiği ağırlıkla, Cem ile podcast kaydı için ekranların başında buluşuyoruz. Cem Covid olduğu için fiziksel olarak bir arada değiliz ama deyim tam yerinde, müziğin etrafında bir kayıt için buluşuyoruz. Aşk, Mark ve Ölüm Cem’in üçüncü filmi. 2010'da çektiği ilk belgesel film de Arabesk müzik üzerine olunca ilk sorum onun müzikle olan bağını anlamaya yönelik oluyor. Herhangi bir müzik aleti çalmayan ve nota bilgisi olmadığını söyleyen Cem, dinleme eylemi üzerinden kurduğu bağdan bahsetti. Gurbetçilik ve yol kelimelerini yan yana koyup çokça cümle kurmuşken bu kelimelerin yanına kaset kelimesini de ekliyor. Cem Almanya’da olduğu için biz bir Zoom görüşmesinde buluştuk ve odasında kişisel arşivini oluşturan kasetleri ve DVD'leri ekrandan da olsa görme şansım oldu. Film, hem arşiv görüntülerini hem de sözlü görüşmeleri içeriyor. Cem, çekimlerden önce hazırlık sürecinin yaklaşık 11 ay sürdüğünü söylerken sözlü görüşmeler için ikna sürecinde bir zorluk yaşamadığını dile getirdi. Burada merak ettiğim onlarla uzun zamandır vakit geçirip geçirmediği oluyor. Pek çoğunu çektiği ilk filmden tanıdığını ve o süreçten beri görüştüklerini söylerken, bu film için tanıştığı insanlar da olduğunu söyledi. "Sözlü görüşme yaptıklarımdan çoğu, 2010'da çektiğim Arabesk filminden tanıdığım insanlardı. Bazı insanlarla da yeniden tanıştım. Orada vakit geçirdim insanlarla. Mesela Berlin'de bir park var. Hasenheide Park. İşte orada buranın gazinolarında çalan eski müzisyenleri artık gazinolar kalmadığı için emekli olmuşlar, yazıları o parkta takılıyorlar. Müzik yapıyorlar, sohbet ediyorlar. Üç sene önce onlarla takılmaya başladım. Yani bildiğin onların bir parçası oldum. Oradan bir arkadaşlık doğdu. Böylece o mülakatlara girebildim. Mesela bir iki de böyle tanımadığım insanlar vardı, onları da aradık, anlattık derdimizi. Sağ olsunlar herkes çok yardımcı oldu. İnsanlar geçmişleri ile ilgili konuşmak da istiyor. Yani öyle bir istek de var, onu görüyorsun." Cem, müziklerin telifleri için Türkiye'den Pelikan Müzik ile ilerlediklerini, onlar sayesinde pek çok engeli de aştıklarını dile getirdi. Teliften bahsedip, telif bedellerinden bahsetmemek olmaz. Ben, yapım masraflarının çoğunun telif ücretlerine gittiğini düşündüm. Cem de bunu doğruladı ve bütçenin yarısının bu kalemlere gittiğini dile getirdi. Sizi filmin soundtrack listesi için buraya alayım. Bu filmin kurgu sürecinin diğer iki filminden farklı olduğunu söyleyen Cem, şunları kayıtlara geçirdi: "Daha önceki filmlerimde önce çekimler yapılırdı, sonra kağıtlarla bu çekimleri kurgular, arşiv görüntülerini yerleştirirdim. Bu filmde önce arşivi kurguladım, arşiv görüntülerini nasıl kullanabilirim, ona baktım. Bu konuklara soru hazırlamamı kolaylaştırdı, onları arşiv görüntüleriyle buluşturma imkanı da verdi. 'Bunları nereden buldun?' diye soran, mutlu olan çok insan oldu." Filmde kamusal kanalların arşivleri, düğün kasetlerinden görüntüler görüyoruz. Arşivlere girmek istediğini söylediklerinde, kanalların bu isteği nasıl karşıladığını, arşiv tarama süreçlerini ve bu taramalarda anahtar kelimeleri nasıl oluşturduklarını merak ediyor ve soruyorum. 👀 "Kanal arşivlerine orada çalışırsan girebiliyorsun, zor yani ama bizim ortak yapımcımız olan iki kanal vardı, Arte ve WDR/RBB bu sayede o arşivlere girebildik. Bize bunu sağladılar. Çok yardımcı oldular, çok tatlıydılar ve biz de arşive girdik. Sonuçta bir oda içinde bilgisayarlar var, bilgisayarlarda arama motorları var, oradan arıyorsun filmleri. Filmlerin hepsi değil ama bir çoğu zaten dijital ortamda varlar. Yani dijital'e atılmış bunlar, ufak ufak böyle preview dosyaları çıkıyor. Oradan filmi izleyebiliyorsun. Yanında da filmin bir pdf var, o pdf'te yazıyor bunu nerede kullanma imkanımızın olabildiği. Filmi, sadece haber amaçlı kullanabilirsiniz diyor mesela. O zaman "Bunu sinema için kullanabilir miyim? Hak, hukuk telif olayı nedir?" diye düşünmeye başlıyorsun. Bu filmleri kullanmak istediğinizde bu ufak dosyalarla montaja giriyorsunuz. Yani bir kaba montaj yapıyorsunuz. O kaba montaj sürecinde paralel olarak bu filmlerin teliflerini çözmeye çalışıyorsunuz. Çünkü ince montaja girdiğinde artık onu çıkaramaz oluyorsunuz. O yüzden sorun yaşıyorsunuz, bu süreçte tabii telif ücretlerini de soruyoruz." "Ve ararken de tabii Alman arşivleri olduğu için, hani önce bir sistem kurmamız gerektiğini biliyorduk. Hangi kelimelerle arayacağız? Mesela işte Türk müzikleri diye yazdığınızda belki bir iki tane ya da üç tane şey çıkıyor karşınıza ama işte onu daha spesifik hale getirdiğinizde, örneğin folklor yazdığınızda ya da Türk sanat müziği yazdığınızda ya da herhangi bir aradığınız sanatçıyı yazdığınızda o zaman tabii ki başka şeyler ortaya çıkıyor. Mesela Cem Karaca üzerine bir bölüm var filmde. Cem Karaca'nın Almanya yılları ve Cem Karaca'yı da araştırdık. Çok şey bulduk Cem Karaca ile ilgili. Hatta Almanya'ya göç etmeden önce de altmışlı yıllarda da konser vermeye gelmiş burada, onunla mülakatlar yapılmış. Cem Karaca ararken de mesela Alman arşivi olduğu için "Cem Karaca'yı Alman nasıl yazar?" diye düşündük. Sadece bizim yazış şeklimiz ile değil de Almanların nasıl yazabileceklerini öngörüp Cem Karaca'yı öyle de aradık. Ve yani inanmazsın, böyle şeyler de çıktı. Mesela Aşık Mahzuni Şerif'i hatırlıyorum. Farklı farklı yazılış şekli şekillerinde birden ortaya çıktı. Bazen tesadüfler de oluyordu, mesela bir belgesel çekmişler. Burada Türkische Bazar yani Türk Pazarı isminde bir Kapalı Çarşı vardı. Akşamları gazino oluyordu mesela. Orada Neşet Ertaş'ın dükkanı varmış bilmiyorduk ve oraya o pazarı çekmeye gitmiş bir Alman ekip 80'lerin başında orayı çekiyorlar ve tesadüf, Neşet Ertaş'ın dükkanına giriyorlar. Ve Neşet Ertaş orada bağlama çalıyor. Böyle görüntüler tesadüfen ortaya çıktı. Mesela bunu o belgeseli yapan insan da bilmiyor. Kim ile karşılaşmış olduğunu yani, onu biz görünce anladık." "Filmde Almanya'daki Türk düğünleri anlatılıyor. Orada mesela "Derdiyoklar" isminde bir grup vardı o dönem. Sahne performansları çok böyle progresif ve onların görüntülerini bulmak bayağı bir sorundu. Düğün kameramanları ile konuştuk, bazılarında vardı kayıtlar. Onları değerlendirdik filmde." Filmi Hem Almanya'da hem de Türkiye'de seyirci ile izleme şansı olan Cem'e bu konudaki hislerini soruyorum. Biz de film çıkışı sinema önünde tanışmamızı hatırlıyoruz. "Çok güzel bir soru. Seyircinin tepkisini görünce tabii çok mutlu oluyorsun. Tepkiye bağlı tabii ki ama hani bizim filmde seyircinin verdiği tepki gerçekten umduğumuz gibi oldu diyeyim. Yani kah gülüyorlar, kah ağlıyorlar, kah öfkeleniyorlar. Çok fazla şey var. Çok duygusal bir yapısı var, etkiliyor insanları, yani kalbinden vuruyor. Bunu Almanya'da da yaşadık ama işte Türkiye'de ilk gösterdiğimizde İstanbul film Festivali'nde Atlas sinemasında gösterilmişti. Orada anladım doğru bir şey yaptığımızı çünkü Türkiye'de seyirciye daha da farklı dokundu film. Ama ne olduğunu tam anlatamayacağım." "İnsanlar filme çok büyük yakınlık gösteriyorlar. Belki 'Almancılar' ile ilgili ya da gurbetçilerle ilgili böyle hep ön yargılarımız vardır ya hani film, biraz da onları kırıyor. Film, sadece müzik üzerine bir film olmadığı için. Biz ne yapıyoruz filmde. Gündelik hayatı, gurbetçilerle ilgili verilen siyasi kararlar üzerinden anlatıyoruz. Grevleri anlatıyoruz. Cem Karaca'yı Ford grevi ile beraber anlatıyoruz. O bağlamları da anlattığımız için belki de buradaki hayatla ilgili en azından birkaç fikir oluşuyor insanların zihninde. Tamamını gösteremeyiz zaten 90 dakikalık bir film içinde ama bir fikir oluşur." Filmin kapanış jeneriğinden sonra İsmet Topçu'yu bir sürpriz bekliyor. VR gözlüğü ile Dünyaya bakarak saz çalma hayali gerçekleşiyor. İsmet Topçu'nun bu fikre nasıl yaklaştığını merak ediyorum. Cem, İsmet Bey'in yaklaşık iki, üç saat kadar o şekilde sazı çaldığını söyledi. Podcasti kapatırken; Cem "yönetmen olarak hep ben konuşuyorum ama bu filmleri yapmak ekip işidir. Tüm ekip arkadaşlarıma da buradan teşekkür etmiş olayım," diyor. Ve kaydı sonlandırıyoruz. Tüm podcast mecralarından dinleyebilirsiniz.

Düğün kasetleri, yol şarkıları ve  arşivler: "Aşk, Mark ve Ölüm"

Temmuz 5, 2022

·

Makale

14 yaşında kaydetmeye başlamak: Bakırköy Underground

Filmi Aynalı Geçit'te kalabalık bir seyirci ile izliyoruz. Film bitimi, Berkay filmin hikâyesini anlatmaya başlıyor ve kendine özgü kronolojisiyle on dört yaşında çektiği ilk görüntülerden, filmdeki ses sorunlarından bahsediyor. Ondan "on dört yaşı" duyar duymaz zihnimde sorularım belirmeye başlıyor. Önce o yaşlarda müzik ile olan ilişkisini soruyorum. Ve beklediğim bir yanıt alıyorum. 👀 " Müzikle çocukluğumdan beri sıkı bir ilişkim oldu. Kendimden 6 yaş büyük abimin olması rap ve rock ile çok erken yaşlarda tanışmama sebep oldu. MTV, Number 1 ve Dream TV’nin hüküm sürdüğü bir televizyon çağında büyümem de neslimdeki birçok kişi gibi beni de etkiledi. Ortaokulda punk ve rock müzikle tanıştım ve bas gitar çalmaya başladım. Zaman içerisinde rocktan metale bir skala da tüm alt türlere bir şekilde hakim oldum ve kendi beğenilerimi ifade edebilir hâle geldim. Lisenin son yıllarına kadar sert müziğe olan ilgim bu şekilde devam etti. Yani müzik ve sinemaya ilgim eş zamanlı gelişti diyebilirim. Üniversiteye geçtiğimde, tanıdığım yeni insanların da getirileriyle, cazdan hip hopa, geniş bir yelpazeye yayıldı müzik zevkim." Berkay, hâlâ severek dinlediği iki albümü de benimle paylaşıyor. 🎶 Pantera - Vulgar Display of Power 🎶 Dead Kennedys - Fresh Fruit for Rotting Vegetables Belgeselin ilk görüntülerini daha çocuk yaşta çekmeye başlamışsın, sence seni o yaşlarda kayıt alma hissine ve motivasyonuna iten neydi? Geleceğe iz bırakma, o anı kaydetme gibi şeyler miydi? 2007 yazında, yazlıkta sıkıntıdan çatladığım bir dönemde, elime geçen her şeyi okuyordum. Radikal gazetesinde “Sinema Tarihinin Yasaklı 15 Filmi” gibi bir yazıya denk gelmiştim. İstanbul’a döndüğümüzde o filmlerin bir kısmını o zamanlarda CD/DVD satan yerlerden, kimi korsan şekilde, temin edip peş peşe izleyip aslında televizyonda gördüğümüz sinemanın dışında farklı bir sinema olduğunun farkına varmıştım. Bu dönemde izlediğim filmlerden biri de Fatih Akın’ın İsta nbul Hatırası: Köprüyü Geçmek adlı müzik/kent belgeseliydi. Belgesel, İstanbul’un müzisyenlerini takip ederek kentin bir müzikal haritasını sunuyordu. O dönemlerde henüz ortaokula giden Bakırköylü bir metalciydim. Gerçi, bu noktada kabul etmem iki gerçek var: Birincisi, Bakırköylü değildim hemen Bakırköy’ün sınırında Bahçelievler ilçesinde oturuyordum ancak Bakırköylülüğün Bakırköy’de yaşamanın dışında bir tanımı olduğunun, daha çok aidiyet hissetmekle ve temas etmekle alakalı bir durum olduğunun o dönem dâhi farkındaydım. İkincisi, ilgim metal müziğe kıyasla punk ve hardcore türlerine daha yönelikti. 2008’de on dördüncü yaş günümde bin bir ısrarla babama bir video kamera aldırdım. Fatih Akın’ın İstanbul için yaptığını ben de Bakırköy için, çevremdeki metalci arkadaşlarım ve yaşça benden büyük tanıdıklarımla yapabilirim diye düşündüm. Nihayetinde, filmimdeki 2008 röportajlarından birinde de geçtiği gibi, “her şey özentilikle başladı.” Kayda alma arzumun kökeni ergence bir özentilikti. İçinde bulunduğum ve eskiden çok daha yoğun olduğunu sürekli duyduğum Bakırköy metal kültürüne ve topluluğuna dair bir film yapmayı ve yönetmen olmayı çok kolay sanan bir ergenlik tutkusu. Yani, kamerayla ilk temasım etrafımı öylesine çekmekten öte, etrafımı bir bağlam çerçevesinde ve bir hedef doğrultusunda çekme arzusuyla oldu. Filmimin en son kısmında dahi 2008’de bu konu hakkında konuştuğumuzu duyabiliyorsunuz. Belgesel yarışmasına katılacağımızı konuşup kazanma şansımızın ne kadar olduğunu sorguluyoruz. Eh tabii, o zamanlar kurgu yapmayı bilmediğimiz için filmi bitirememiştik ve o kayıtlar 10 yıl boyunca bir rafta öylece durdu. Eğitimini de sinema üzerine almışsın ve hatta bu alanda artık bir “öğretensin,” bitirme projen de bu belgeselmiş. Seni sinemaya iten sence bu filmin peşinden gitmen, bitirmek istemen miydi? Ben bu filmin, yani 2008’deki çekimlerin varlığını gerçekten unuttum. Üniversiteye başladığımda ailemin yanından ayrılmıştım, ara sıra yanlarını gittiğimde odamdaki bir kutu mini-DVD içindeki bu kayıtları görürdüm ancak bir kere bile açıp izlememiştim. Dolayısıyla film yapmaya dair erken yaşlarda bir aşinalık yaratması dışında bir etkisi olduğunu iddia etmem güç. Sinemaya genel anlamda duyduğum bir hayranlık beni bu alanda okumaya itti. Ortaokulun son yılından liseden mezun olana kadarki dönem hayatımda en yoğun şekilde film izlediğim dönem oldu. Korsan CD’ciler, torrent vb. internet kaynakları, televizyondaki sinema kanalları... Nereden olursa olsun, hangi film olursa olsun sadece film izlediğim ve kimileri üzerine düşündüğüm bir ilk gençlik dönemiydi lise yıllarım. Etrafımda sinemayla benim kadar ilgili birkaç arkadaşımın varlığı sayesinde giderek perçinlenen bir tutkuya dönüştü. Üniversite öğrenciliğim sırasında ve bugün dahi öyle bir sıklıkla film izlemedim, izlemiyorum. 2011’de lisedeyken çektiğim ve toplamda belki 10 kişinin gördüğü ilk tamamlanmış kısa film denemem Yine, Yeni, Yeniden’ in sinema okumamda çok daha büyük bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. Bu film Jim Jarmusch özentisi bir dinginliğe ve mizansene sahip, biraz deneysel bir işti. Bir kişi bir bankta bir kamera unutur ve kamera gün boyu karşı banka oturanları kayıt altına alır. Liseden müzik öğretmeninim ve birçok arkadaşımın yardımıyla çekmiştim. Kabataş ve Vefa Liselerinin kısa film yarışmalarına göndermiştim ama herhangi bir sonuç çıkmamıştı. Peki, o zaman şunu merak ediyorum, lisans hayatın boyunca b elgesel konusunda emin adımlarla ilerledim diyebilir misin? Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi ve fakültenin eş diploma programıyla Bordeaux-Montaigne Üniversitesinden mezun oldum. Sonrasında da Kadir Has Üniversitesi'nde Sinema ve Televizyon yüksek lisansı yaptım. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin biraz sıra dışı bir yapısı var. Fakültede bölüm yok ancak sinema-tv, halkla ilişkiler-reklam ve gazetecilik gibi üç farklı uzmanlık alanı var. İkinci sınıfta bu uzmanlık alanlarından birini seçerek bu alanlarda dersler alıyorsunuz, bir yandan da iletişim alanında teorik dersler de almaya devam ediyorsunuz. Dolayısıyla Galatasaray’daki eğitimim sırasında sosyolojiden uluslararası iletişime, film yapımından metin çözümlemelerine kadar farklı derslere maruz kaldım. Hiçbirine tamamıyla hakim olamadım ancak her birine dair fikir sahibi oldum. Yani, Galatasaray Üniversitesi'ndeki eğitimimin genel dünya görüşümün ve entelektüel birikimimin gelişmesinde büyük bir faydası oldu, ancak film yapımın teknikleri bakımından uzmanlaşmam ise daha güçtü. Eğitim sürecimdeki en önemli unsurlardan biri ise Galatasaray Üniversitesi Sinema Kulübü'ydü. Yıllarca okulun cep sinemasında özenle, ortak bir biçimde seçtiğimiz filmleri izledik ve üzerine tartıştık. Buradaki sürekli izleyicilik deneyimi ve izlenen filmler üzerine fikir üretme pratiği, birçok dersin katabileceğinden daha fazla şey kattı bana. Bugün bu kulübün hâlâ devam ediyor olması ve kulüpten öğrencilerin Documentarist’te gönüllü olarak çalıştığını görmek çok sevindirici. Belgesel, sinema izleyiciliğime nispeten geç dahil oldu ancak giderek daha fazla tercih ettiğim ve üretmek için daha büyük bir tutku duyduğum bir türe dönüştü. Bunun en önemli sebeplerinden birisi kurmacadan çok daha özgür bir tür olması. Formsuzluğa ve çok formluluğa çok daha açık bir alan. Hikâyenin kurmacadaki bariz egemenliğine nazaran, biçimin çok daha etkin olabildiği ve deneyselliğe daha açık bir alan. Kurmaca veya belgesel, sinemada her zaman biçimi daha ilgi çekici buldum. Akademik çalışmalarımda da anlatı analizlerinden daha çok anlatıma, yani biçime yöneldim. Dolayısıyla, film biçimini anlamak ve uygulamak adına emin adımlarla ilerlediğimi düşünüyorum ancak aynısını henüz belgesel için söyleyemem. Bakırköy Underground ilk belgeselim, sonraki projelerimin nasıl işlere evrileceğini henüz bilmiyorum. Belgesel kelimesi senin için ne anlama geliyor? Üretim Kaydı da kayıt kelimesine önem veriyor mesela. Belgesel ve kayıt kelimelerini sence yan yana düşünebilir miyiz? Belgesel, üzerine okudukça muğlaklaşan, tanımlaması zor bir tür. Kelimenin “belge” niteliğini işaret etmesinin tek boyutlu okunmaması gerektiğini düşünüyorum. Dirk Eitzen’in When is a Documentary? makalesi belgesel ile kurmaca sinemanın o kadar da farklı olmadığını, her belgeselin kurmaca bir tarafı olduğu kadar, her kurmaca filmin de belgeleyen bir işlevi olduğunu tartışıyor. Belgeselin en klasik tanımı ise John Griersion’ın önerdiği “creative treatment of actuality.” Yani kabaca, gerçekliğin yaratıcı şekilde ele alınması. Dolayısıyla, belgesel belgelemenin ötesinde yaratıcı bir üretim sürecini de içeriyor. Yaratımda kullanılan kamera ve kurgu gibi araçlar gerçekliği sınırlandıracağı ve yeniden düzenleyeceği için belgeselde gerçeğe ulaşmak zaten imkânsız. Belgesel aracılığıyla karşılaştığımız şey yalnızca gerçeğin yeniden üretilmiş bir yansıması. Yapım ekibinin ele aldığı gerçeği ne kadar eğip bükeceği ve hangi noktalarda sınırlayacağı belli bir vizyon doğrultusunda verilen bir seri estetik kararla ilişkili. Belgesel, gerçeğin bir yansımasını kaydettiği için elbette kaydetme eylemiyle birlikte düşünülmeli. Ancak, belgeselin daha önemli olan işlevi, ele aldığı gerçeği düzenleyip tanınabilir ve tüketilebilir bir hâle getirilebilmesidir. Yani belgesel, kayıt artı yaratıcı düzenlemenin bir çıktısıdır; seçilmiştir, kişiseldir, organizasyoneldir, sanatsaldır, gerçek olduğu kadar kurmacadır çünkü üretilmiştir. Şu an fark ediyorum mesleki deformasyon sanırım, bu tarz tanıma yönelik şeyler konuşulunca biraz didaktik bir üslup kullanabiliyorum. 📽 Filmin @bakirkoyundergroundfilm hesabını takip ederek gösterim programından haberdar olabilirsiniz. Tek başına başladığın bu yolculuk yanına iki kişinin daha eklenmesiyle artık bir finale erişti, bu süreçten bahsedebilir misin? Bakırköy Underground çektiğim ve kurguladığım süre boyunca bir deneme tahtası niteliği kazandı. Öğrendiğim teorik ve pratik yeni bilgileri filme sürekli olarak uyguladım. Gözlemci belgesele ilgi duyduğum bir dönemde röportajları yönlendirilmemiş şekilde gerçekleştirmeye çalıştım. Kurguda Vertov’a çok fazla öykündüm. Özdüşünümsellik (self-reflexivity) üzerine çalıştığım dönemde kendimi filmde göstermeden nasıl aynalayabilirim diye kafa yordum. Tüm bunları uygulamaya çalışmam filmle çok fazla oynamamı getirdi. Filmin kurgusu bu deneme tahtası niteliğinden ötürü gereğinden çok daha fazla uzadı. Böyle uzun bir süreç içerisinde filmin içerisinde kayboldum ve körleştim; yani, filmde hatalı olabilecek kısımları göremez hale geldim. Berfin Altınışık ile birkaç yıldır tanışıyorduk. Bilgisine güvendiğim, ortak beğeniler paylaştığım ve oldukça yapıcı eleştiriler sunmaktan asla çekinmeyen biri. Filmi bitirip kitlemekte tıkandığım bir noktada filmin üzerinden bir kez de birlikte geçmeyi teklif ettim Berfin’e. İyi ki de yapmışım. Film, çok daha dinamik bir hale geldi ve temposunu yakaladı. Bir planın bir saniye önce mi ya da sonra mı biteceğine karar vermek için aynı geçişi defalarca izlediğimiz bir çalışmaydı bu. Filmde büyük farklar yaratan ufak detayları birlikte çözdük. Berfin hâlâ daha filmle alakalı tüm kararlarda etkin bir şekilde söz sahibi. Yüksek lisansı bitirme telaşım, Galatasaray Üniversitesindeki aktif görevim ve filme yatırdığım uzun sürenin getirdiği yorgunlukla filmin festival ve gösterim süreçlerine ne vaktimin ne enerjimin kaldığı bir dönemde, Çağla Aslan ile filmin yolculuğunun devamını birlikte götürmek üzere anlaştık. Çağla ile o dönemde başka bir projeyi geliştirmek için hâli hazırda birlikte çalışıyorduk. Bakırköy Underground’ı izledikten sonra ortaklığı kabul etti ve filmin gösterim programını birlikte planladık, planlamaya devam ediyoruz. Bakırköy Underground’ın Documentarist ’te ilk gösterimini yapması çok gurur duyduğumuz bir andı. Bunda Çağla’nın ve Berfin’in katkısı çok büyük.

14 yaşında kaydetmeye başlamak:
Bakırköy Underground

Temmuz 5, 2022

·

Makale

Geçmiş güzel miydi bilmem ama şimdi çok güzel: Çilingir Sofrası

Ben, Ali Kemal ile bu film sayesinde tanışmış olsam da o kitabı yayımlanmış bir yazar ve hem yönetmen hem de oyun yazarı olarak tiyatroda işler üretmiş bir isim. Eğitimini Long Island University’nin Medya Sanatları bölümünde yaptığını da öğrenince ilk sorum bu anlatma isteğinin nereden geldiği oluyor. Eğitimi sırasında kısa filmler de çeken Ali Kemal, bunun çocukluktan beri kendini belli eden bir durum olduğunu söyledi. Bir emin olma anından bahsetmenin zor olduğunu söylese de yaz aylarında evlerinin arka bahçesinde arkadaşlarıyla Notre Dame'ın Kamburu ’nu oynadıkları anısından bahsetmesi benim ondaki bu dürtüyü anlamamı sağlıyor. “Her zaman sinemacı olmak istiyordum, ilk girdiğim bölüm Bilgi Üniversitesi'nde Karşılaştırmalı Edebiyat'tı ama yapamayacağımı anlayıp ikinci senede bölümü bırakıp yurtdışına gittim.” Yurtdışındaki bu eğitimden sonra buraya döndüğünde zorlanıp zorlanmadığını merak ediyorum ve bunun üstüne konuşmaya başlıyoruz. Burada da şaşırmadığım bir yanıt geliyor, her ne kadar verdiği yanıt benim nezdimde üzücü olsa da... Oradaki deneyimlerinin burada “fazla” bir karşılığının olmadığını dile getiriyor. “Bir senaryo toplantısına gittiğimde yurtdışında kısa film yazmış olmak, hatta onun ödül almasının bile öneminin olmadığını gördüm. O toplantılarda sorulan soru, 'Burada bir dizi senaryosu yazdın mı?' oluyordu. Önem verilen şeylerin farklı olduğunu anlıyorsun.” Ali Kemal Güven O bu deneyimini anlattıktan sonra sıra Çilingir Sofrası’nın farklı ve "cesur" hikâyesine geliyor. Filmin ilk adımları Antalya Film Forum’dan Beta Film Uluslararası Danışmanlık Özel Ödülü kazanan İstanbul’un Erkekleri isimli, yine kuir temalı bir dizi projesiyle atılmış. Ödül kazandıktan sonra filmin yapımcılarından Seda Özkaraca ile kendilerine telefonlar geleceğini, online platformların bunu çekmek için hevesli olacağını düşünmüşler ancak öyle bir telefon gelmemiş. İstanbul’un Erkekleri ’nin çok mekânlı, çok karakterli bir proje olmasından dolayı gelişme ve bekleme süresi devam ederken, onun izinden giden ama ona nazaran hayata geçmesi daha kolay bir proje üretmek istemişler. Bu sayede de Çilingir Sofrası 'nın ilk tohumları atılmış. Başlangıçta bir mini dizi olarak düşünülen bu filmin her bölümünün 10-15 dakika olacağını hayal etmişler. Çekimleri de bunu düşünerek gerçekleştirmelerine rağmen kurgu sürecinde bunun bir film olması gerektiği kendini göstermiş. Filmin kurgusunu Selda Taşkın üstleniyor. “ İstanbul’un Erkekleri projemiz çok karakterli ve mekânlı bir projeydi. Olacaksa öyle olmalıydı. Seda ile ben inatçıyızdır. Bu projeden bağımsız ama yine kuir bir dizi çekmek istiyordum. O fikirle yola çıktık. Çilingir Sofrası 'nı yazarken, 'Yazıyorum ama yapamayacağız' gibi düşüncelerim vardı. Bağımsız olarak çekip 'En kötü YouTube’a koyarız' diye düşündük. Onu planlayarak çektik. Ancak çekimler bittiğinde ve izlediğimizde bu duygu bütünlüğünü bölümlere bölmenin hata olacağını anladık. Artık bir film olduğu için kendi iç sesim de susmuyor tabii, 'Keşke bir yarım saat daha çekseydim' dediğim oluyor.” Çilingir Sofrası Filmin müzikle olan bağına gelince... Salonda Bunu Bir Ben Bilirim Bir Allah ’ta alkış seslerini duymak, gözleri dolu insanları görmek ve şarkıyı filmin Abla’sı Ecrin Bolkar ’ın sesinden bambaşka bir yorumla dinlemek kelimelere sığmıyor. Müziği filmin temeline yerleştirmeyi baştan planlayıp planlamadığını merak ediyorum. “Ben müziksiz bir şey yazamıyorum ve hayal edemiyorum. O da kurguda kendini gösterdi diyebilirim. Bu projeyi platformlara sunacağımız zaman bir kurgu ile gitmemiz gerekiyordu, bölümler arası duygu geçişini koruması için müzikleri yerleştirmiştim, böyle ortaya çıkmış oldu.” Filmin çekimleri pandemi döneminde gerçekleştirilmiş, mekânların belli saatlerde kapatıldığı, sokağa çıkmanın belli saatlerden sonra yasak olduğu, hepimize on yıl öncesi gibi gelen o dönemde. 👀 Ali Kemal, bunun filmde hayal ettiği dünyayı kurmak için bir avantaja dönüştüğünü söylüyor. “Zaten dünyada bir tek ikisi kalmış gibi bir his istiyordum. Figürasyon da kullanmaya niyetim yoktu. O kadar kalabalık bir sokakta bu dönem sayesinde o hissi verebildiğim çekimler yaptık. Dört beş gecede ve dört beş saatlik çekimler yapmamız gerekiyordu. Çok planlı, kare kare ne çekeceğimi bildiğim bir sete çıktım. En sorunsuz setimdi.” Bizim kuşağa kolay kolay nasip olan bir şey değil, bir filmin çekildiği mekânı bilmek, o mekânın yaşıyor olması yani. Günümüzde çekim yapılan mekânların pek çoğu özel izinler istiyor. Konuyu uzatmayayım. 👀 Bugün çekilmiş ve bir mekânın önünden geçerken hatırlayabileceğimiz bir filmimiz olduğu için ne kadar mutlu olduğumu Ali Kemal'le paylaşırken soruyorum, "Neden Sofyalı 9 Meyhane?" "Ben Atıf Yılmaz hayranıyım, Beyoğlu benim için o yüzden çok çok önemli. Sofyalı 9 Meyhane’ye girdiğimiz an anladık buranın aradığımız yer olduğunu. Benim film öncesi gidip içtiğim bir meyhane değildi, hatta oradaki ilk rakımızı da nisan ayında film gösteriminden önce ekipçe içtik." Kayıtlara geçsin: Film seyirci ile buluşmadan önce buluşulan masa. Barış Gönenen, Ahmet Rıfat Şungar ve Ali Kemal Güven Sofyalı'da. Çilingir Sofrası’nın adının nereden geldiğine dair pek çok rivayet var, bilirsiniz. Filmimizin ismi ise çilingir sofralarının kalplerdeki kilitleri açmasından ilham alıyor. Ali Kemal, bu sofranın başka dillerde karşılığının olmadığının altını çizerken filmin yurtdışında alacağı ismi de benimle paylaşıyor. "A Night in 4 Parts"🌑 🎬 Oyuncu seçimleri Festivalin en iyi erkek oyuncu ödülünü birlikte alan Barış ve Ahmet Rıfat'ın yollarının nasıl kesiştiğinin peşine düşüyorum. 👀 "Barış en başından beri vardı ama o zaman konuşulan fikir komediye daha yakındı. O değişti tamamen. Bu filmin cast süreci sandığımdan uzun sürdü. Bizim oyuncularımız “böyle rolleri” oynamayı pek istemiyorlar. Hatta görüşmelerimizde bu rolü sunduğunuz oyunculardan 'Ama ben gay değilim, biliyorsunuz değil mi?' diye soranlar bile oldu. Bu süreç hayal kırıklığıydı diyebilirim. Bir kuir rol alıp sonradan başka bir rol alamamaktan mı çekiniyorlar bilemiyorum. Ahmet Rıfat, o dönem başka bir projede gay bir karakteri oynayacağına dair haberlere çıkmıştı ama sonradan proje olmadı sanırım. Ahmet Almanya’da yaşadığı için biz Zoom'dan görüştük. Ahmet böyle cümleler kurmadı. İlk konuşmalarımız bir insanı sevmekte ilgiliydi, bunun üstüne uzunca konuştuk ve bu konuşmanın bitiminde normalde profesyonel durup bunu söylemem ama Ahmet’e, lütfen bu rolü sen oyna dedim.” “Süreç boyunca Ahmet ve Barış’ın çok fazla bir araya gelmelerini istemedim. Yıllarca görüşememenin verdiği o gergin hissi almak istedim. Sette bile bir uzaklık talep ettim onlardan. Bir tek Zoom'dan okuma yaptık, o kadar.” Filmin Abla'sı Ecrin Bolkar’ın cast ’e dahil olmasına dair de şunları kayıtlara geçirdi: "Ecrin oyunculuğunu duyduğum bir isimdi, henüz yayınlanmayan bir filmden dolayı onu tanıyordum. Filmden bahsettik ve 'Yayınlayamayabiliriz de' demiştik. O da 'Ben size inandım, içinde olmak istiyorum,' dedi ve yer aldı. Şimdi de GAİN için çektiğim Aslında Özgürsün dizisinde plazada trans bir iş kadınını oynuyor." Ali Kemal, bu proje için başlangıçta en inatçı kişinin yapımcısı Seda olduğunu her fırsatta dile getirdi ve yola "İlk olacağız," "İlk biz yapacağız" gibi bir motivasyonla çıkmadıklarını söyledi. Seda ile 2007 yılında bir film akademisinde tanıştıklarını ve o yıllardan beri de birlikte ürettiklerini anlatırken aralarındaki uyuma dair kurduğu bu cümleler kayıtlara geçsin: "Bir ortağımız daha var Metin(Kıcır). Biz tanıştığımız gün kurduk bu ortaklığı aslında. Ortaklık öyle bir şey ki iyi günde kötü günde yan yana olmayı gerektiriyor. Birbirini motive etmek hep önemli. ” Seda Özkaraca ve Ali Kemal Güven Kapatırken GAİN'de yer alan Aslında Özgürsün'ü konuşuyoruz. Bu romanı daha önce tiyatroya uyarlayan Ali Kemal, Duygu Asena hayranlığından bahsederken bu romanın onun için önemini de anlattı. “Annemin kitaplığından alıp okuduğum ilk Duygu Asena romanıydı. Onun kalemi zamanının ötesinde. Seda ile hep dijital dizi projesi yapmak istiyorduk. Seda’nın 'Aslında Özgürsün’ü dizi yapmalıyız,' demesiyle bu yola girdik.” 📌 Bu hikâye kadınların dayanışma hikayesi. Dizide Duygu Asena’yı Zuhal Olcay oynuyor. Biz kaydı alırken odamda duvara asılı olan 18. Film Festivali’nin afişindeki Zuhal Olcay’a selam veriyorum.

Geçmiş güzel miydi bilmem ama şimdi çok güzel: Çilingir Sofrası

Temmuz 19, 2022

·

Makale

Tiyatro ve sinema iç içe: cehennem boş, tüm şeytanlar burada

Yönetmen Özgürcan Uzunyaşa ile tanışmam, Emre Sefer’in kısa filmi Babamın Öldüğü Gün’ün kurgusunu yapmasıyla olmuştu. Onu ilk önce belgeseller de dahil kurgucu kimliğiyle tanıdım, sonrasında Beyaz Bir Gece (2018) kısa filmini izledim ve zamanla oynama biçimine hayran kaldım. Kendisinin tiyatro oyunun da video içeriklerini çektiğini ve kurguladığını biliyor, aynı zamanda öykü yazarı ve editör kimliğini de yakından takip etmeye çalışıyorum. Tüm bunlara baktığımda son kısa filmi cehennem boş, tüm şeytanlar burada tüm bu kimliklerinden birer yansıma görüyorum. Film bir tiyatro sahnesiyle açılıyor, tıpkı yazar kimliğinin altını çizen Beyaz Bir Gece filmi gibi zaman algımızla oynayan bir hikâye var. İlk sorum filmin adına dair olacak, pek çok yönetmen/senarist hikâyeyi bulsa bile ismi bulmakta zorlanıyor. Bu filmde sanki önce isim kendini belli etmiş de hikâye onun çemberinde kurulmuş gibi, yanılıyor muyum? Bu filmi neden yapmak istedin? Bu sorunun yanıtı da burada gizli gibi geliyor bana. İsim ve fikir aynı anda var oldu. Bende süreç biraz böyle işliyor. Fikir, isimle birlikte geliyor. Film bütünsel bir film fikri olarak canlanıyor. Bunun içinde görsel tarzı da, ismi de taşıdığı ritim ve duygu da var. Gözümün önünde set içerisinde koşuşturan, çevresindeki yönetmenin ve çeşitli insanların sürekli bir şeyler söylediği, kendini korumaya çalışan genç bir oyuncu adayı canlandı. Hızla yürürken tökezliyordu, görüntünün üzerinde de “cehennem boş, tüm şeytanlar burada” yazıyordu. Büyük harfler olmadan. Bunların hepsi benim için bir anlam taşıyordu. Bu anlamı yaratan hikâyeyi bulmak için koşuşturdum. Çünkü o anda, bu fikir bana musallat olmuştu. Aylarca da bırakmadı. Ardından bu filmi yapmam gerektiğinden emin olmuştum. İlk fikir anından bu yana kaç sene geçti? Senaryoyu kaç kez draft ettin? Ülkenin değişen ekonomisini de göz önüne alınca bütçeyi sürekli revize etmen gerektiğini düşünüyorum. Yönetmenliğin en zor yanlarından biri de tüm bu dinamiklerin ve olumsuz şeylerin sete çıkma motivasyonunu düşürmemesi gerektiği, sen bu yolda sabrını nasıl korudun? Fikir aklıma ilk kez 2020’nin Mart ya da Nisan ayında gelmişti. Senaryonun ilk draftını yazın sonlarına doğru çıkardım. Onun üzerine sete girene kadar elbette defalarca değişti. Sete girdiğimizde yanılmıyorsam senaryoda 11. draft yazıyordu. Arada provalarda ve sette değişen şeyleri de katarsak belki de 13. draftı çekmiş olabiliriz. Setten bir kare. Fotoğraf: Khaled Nadeem Bütçe konusu kesinlikle söylediğin gibi. Sete girdiğimiz gün, ilk hesapladığımız bütçenin yaklaşık 8 katı bir bütçe karşımızdaydı. Bu kadar paramız yoktu. Yaratıcı çözümler bulduk. Ama 2022’de, 2020’de hesapladığımız paranın yaklaşık dört katına çektik filmi. Bu süreç içinde sabrını korumak çok zor. Ben de koruyabildim mi çok emin değilim. Ama arada güvendiğim birkaç yakınımın söylediği sözler etkiledi sanırım. Bunlardan en önemlisi, bence çok vasıflı bir tavsiye. Gönül rahatlığıyla herkes herkese bu tavsiyeyi verebilir: “Hedeflediğin bütçelere, sete ve imkânlara ulaşamasan da, filmde bir vizyon sunacağına inanıyorsan, eline kameranı alıp çekebilirsin. Bu film de öyle bir film. Oyuncularını seç, güvendiğin arkadaşlarını yanına al, elinden geleni yap, olmazsa en minimal hâliyle çek. Bunu yaparak ortaya inandığın bir iş çıkaramayacağını düşünüyorsan da yapma.” Her bunaldığımda, bu fikri düşündüm ve devam ettim. Filmin oyuncularından Kayhan Berkin ile yönetmen Özgürcan Fotoğraf: Khaled Nadeem Peki filmi plan sekans çekmeye nasıl karar verdin? Ben bunun zor bir karar olduğunu düşünüyorum, senin buna cesaret etmeni de uzun zamandır tiyatro sahnelerinde oyunlarının video içeriklerini üretmene bağlıyorum, sence etkisi oldu mu? Filmin akışkan bir yapısı olması gerekiyordu. Bunu yapmanın tek yolu elbette plan sekans yapmak değil. Gerçekliklerin birbirinin içine geçtiği bir dünya kurmak gerekiyordu. Ben 2014’te çektiğim ilk öğrenci filmim Lohusa’da da plan sekans denemesi yapmıştım. Hem oyuncuları, hem karakteri, hem akışkanlığı hem de geçişleri ön plana çıkaracak bir biçim bulmalıydım. Bunun en maliyetsiz yolu plan sekans gibi göründü gözüme. Filmin diline de uyacaktı. Zor bir karardı çünkü plan sekanslarda “sıkıcılaşma” potansiyeli çok fazla. Ben meşhur plan sekans filmlerin çoğunu biraz sıkıcı buluyorum. Kamera çokça boşa düşer, senaryonun ve mizansenin yolculuğunu kaçınılmaz olarak görmek zorunda kalırız vs. Biz bunu aşmak için görüntü yönetmenim Ahmed Hamdi Eren ile, plan sekans iddiasını küçültmenin iyi bir fikir olacağına karar verdik. Aynı zamanda kameranın hiç boşa düşmeyeceği bir mizansen planladık. Onun peşinde koştuk. Pratik olarak hayata geçirmek çok zor ve yorucuydu. Böyle anlarda yanınızda güvendiğiniz bir görüntü yönetmeni, yardımcı yönetmen ve ekip olması çok önemli. Tiyatronun etkisi var ama oradan esinlendiğimi söyleyemem. Ben bu biçimi tiyatrolara yoğun olarak görselleştirme işleri yapmadığım dönemlerde planlamıştım. O işler geldiğinde, bunu bir fırsat olarak gördüm, o işlerde de Ahmed Hamdi Eren ile çalıştık. Bu filmde yapmayı düşündüğümüz birçok yöntemi tiyatrolara çalışırken test ettik. Bu bir şanstı ve karşımıza çıkan fırsatın verimli değerlendirilmesiydi sanırım. Hayat size iki limon verirse falan filan... Gülşah’ı oynayan Öykü ile bir araya gelmeniz nasıl oldu? Filmin konusundan ve plan sekans bir film olmasından yola çıkarak çok fazla prova yaptığınızı ve Öykü ile diyaloglar hakkında birlikte karar verdiğinizi tahmin ediyorum, öyle mi oldu? Öyküsu Özyürek’i ilk olarak bu filmde de yardımcı yönetmenim olan sevgili dostum Efe Subaşı’nın “Mesafeler” isimli şahane filminde izlemiştim. O filmi izlediğimde senaryoyu henüz yazmamıştım ama fikir aklımdaydı. Orada yer etti, tanışmak istedim. Biraz sohbet edip deneme yaptıktan sonra da Gülşah artık onunla özdeşleşmişti. Çok fazla prova şansımız olmadı. Filmin pek çok sahnesini iki, üç prova ile çıkardık. Fakat özellikle Onat Bulut ile birlikte oldukları sahnenin diyalogları, bu provalar esnasında neredeyse tamamen yenilendi. Yapısı aynı kalmakla birlikte, laflar değişti, yerleri değişti vs. Diğer sahnelerde de tabii Öykü’nün ve tüm oyuncularımızın katkıları, fikirleri ve etkileri ile diyaloglar plan sekansın ritmine göre düzenlendi. Zaten senaryoyu yazarken böyle olacağını öngörerek bazı diyalogları bilinçli olarak uzatmıştım. Doğaçlamaya fırsat verecek şekilde “kritik önem” taşımayan epeyce diyalog yazmıştım. Sağ olsun oyuncularım çok kolay uyum sağladılar. Fotoğraf: Khaled Nadeem Seti sormak istiyorum, ben de bir gününü ziyaret edebildim, davet için tekrar teşekkür ederim. Kaç günde bitti tüm çekimler? Ziyarette fark ettim ki sette bir hiyerarşi yoktu ve de en ufak bir hatanın ciddi bir maliyet oluşturabileceği bir setti. Buna rağmen sette bir gerginlik yoktu. Herkes ne yapacağını net olarak biliyordu ve hazırdı. Teknik tasarım üstüne uzunca kafa yorulmuş belli ki. Bunu nasıl başardınız? Sette bir hiyerarşi vardı elbette fakat bu sert bir hiyerarşi değildi. Bu biraz film yapma biçiminizle ve kurduğunuz çevreyle ilgili. Setlerde görevler çok belli olduğu için hiyerarşinin de korunması gerekiyor. Fakat aynı şekilde görevler çok belli olduğu için yönetmen dahil kimse haddini aşmadığı sürece de gerginlik olmaması çok doğal. Bazı sinemacılar film yapmak için büyük bir itki ve bazen tehlikeli bir ihtiyaç duyarlar. Gergin, öfkeli ya da hangi duygu durumunda olurlarsa olsunlar, nihayetinde çıkan film için her şeyi feda edebilirler. Ben pek öyle olamıyorum. Benim için set gergin ve stresli değil, öncesi öyle. Sette çok eğleniyorum, normalde olmadığım kadar enerjik ve keyifli oluyorum. Setteki diğer insanların da öyle olmasını istiyorum. Eğlenmeyeceksek, neden çekelim bu belayı? Öncesindeki stresten buraya gelmenin yolu da tabii büyük bir ekip çalışması, ekip uyumu ve ön hazırlık. Bu film özellikle ön hazırlığın çok iyi olması gereken bir filmdi. Hiçbir şey sete bırakılamazdı. Biz ön hazırlıkta tüm ekip, Efe, Ahmed, Onur, Nilsu, oyuncularımız, herkes çok hazırdı. Tüm ilişkiler iyice kurulmuştu, nerede ne yapılacağı biliniyordu. Bu yüzden geriye sette eğlenmek kaldı. Tabii zaman stresinin yarattığı ve bazen pratikte çalışmayan planların çözümünü bulma anları kısa süreli gerginlikler yaratıyor. Ama şunu unutmamak lazım, her şeyin bir çözümü var ve dünyanın sonu değil. Eskizler: Kabuk Studio Kağıt üzerinde ve bizim örneğimizde dijital ortamda her şey hazırdı. Filmi nasıl çekeceğimizi biliyorduk. Sonucunda ortaya çıkacak olumlu şeyler de olumsuz şeyler de önceden tasarlanmıştı. Filmin 3D mekân modellemesi Kurgu süreci ne kadar sürede bitti? Filmin kurgusunu da senin yapacak olmanın sette seni rahatlatan bir yanı oldu mu? Kurgu çok kısa sürdü. Kaba kurgu setten 3 gün sonra hazırdı. Filmin tamamlanması 3 ay kadar sürdü. Bu süreçte ara vermeler, gidip gelmeler yalnızca bir dakikalık bir kısım için bir sürü ayrı draft denemek gibi şeyler elbette oldu. Fakat filmin yapısı gereği zaten 18 dakikanın 14 dakikası başka şekilde olmuyordu. Bence kurgunun noktalanması için kendinize deadline koymanız önemli. Ben bu deadline’ı ilk gösterim olarak belirlemiştim. Film Antalya Film Festivali programına alınınca, bitmişti. Eğer alınmasaydı, ilk seçkiye kadar kurgu devam ederdi. Tabii festivalden sonra renk ve seste ufak düzeltmeler yaptık ama onlar da siz artık yorulana ya da yeni projeye başlayana kadar devam ediyor. Filmin kurgusunu benim yapacak olmam sadece beni değil tüm seti çok rahatlatıyor. Bu yönetmenin kurgu yapmasıyla ilgili değil yalnızca, sette, kurguyu bilen birinin olması tüm seti hep rahatlatır. Aslında en az rahatlayan kişi, o kurguyu yapacak kişidir. Bu soru önemli, çünkü bunun üzerine epeyi düşünüyorum. Kurgucu ve yönetmen kimliğimin çakıştığı noktalardan biri. Yönetmen ne kadar kurgu bilmeli? Bence epey bilmeli. Yapmak zorunda değil ama mecbur kalsa yapabilir durumda olmalı. Bu neden önemli? Çok açık sebepler haricinde birkaç şey söylemek istiyorum. Fotoğraf: Khaled Nadeem Sette yaptığınız her şey, aldığınız notlar, klakete yazdığınız yazılar, "Kayıt!" "Oyun!" "Kestik!" dediğiniz anlar, kameranın kaydettiği dosya formatlarından sesçinin dosya isimlerine kadar her şey kurguya bir referanstır. Her şey kurgu için yapılır. Sette kayda dair tüm jargon ve terimler kurgu ile iletişim kuran bir dildir. Sette bu dilin natif bir konuşanının bulunması bu yüzden çok önemli. Bu kişi yönetmen değilse de bir süpervizör muhakkak olmalı. Bunun için geliştirilmiş standartlar var ama standartlar her filme uymuyor. Örneğin bu filmde klaket numaralarının çok bir önemi yoktu ya da timecode notlarına yazılan plan ve tekrar notlarının kendi içinde önemi yoktu. Tüm tekrarlar izleneceği için aslında kayıt arasında geçen sürelerde ne olduğu tutulmalıydı. Görünmez kesmelerden emin olmak, kamera hareketlerinin hızını maskelemelere göre hayal edebilmek gerekiyordu. Bunlar bu filme özel detaylar, her filmin kendine özel detayları var. Eğer set ve kurgu arasındaki bu iletişime kurgu dili diyorsak, o zaman filme özel bu parçalara da aksan diyebiliriz. Dili konuşamıyorsan farklı aksanları nasıl anlayacaksın? Ben sette yönetmen ya da yönetmene yakın bir kişinin kurgu ile konuşmayı kesinlikle bilmesi gerektiğine inanıyorum. Dönüp baktığında filmlerinde anlatmak istediklerini tamamıyla anlatabildiğini düşünüyor musun? Hayır. Her yönetmenin böyle ukalaca bir sözü var. Ben de şunu söylüyorum: Geriye dönüp baktığımda "ah be!" demediğim bir film olursa, o gün film yapma hevesimi kaybederim. Geliştirebileceğim, seyirciyle daha iyi iletişim kurabileceğim çok fazla yön var. Çok fazla eksik var. Hem bende, hem filmin kendisinde. Bir sonrakinde daha iyi olacağına inanıyorum. Yine eksik kalacak. Tüm eksiklerimi görmekte bile zorlanıyorum. Bu bile bir eksiklik. Bu film aynı konu ve teknikle uzun metrajda nasıl olurdu sence? Daha maliyetli olurdu, o kesin. 😊 Öteki Sinema’ya verdiğin söyleşide "Bir sonraki filmimi uzun çekeceğim kesin" demişsin. Bence kısa filmde anlatmak istediklerini anlatabilen bir yönetmensin, bu yüzden bu kararının sebebini merak ettim. Bunun üzerine çok düşündüm. Uzununu yazmak için oturdum, başladım. Sonra bıraktım. Bu kadar niş bir konunun uzun metrajlı bir filmde seyirciyle bağının zayıf olabileceğini düşünüyorum. 18 dakikada işleyen şey 108 dakikada işlemeyebilir. Benim için en önemli şey hep duyguyu korumak, ritmi korumak, seyirciyi sıkmamak. Bir fikir bunların hepsini sağlama potansiyeli taşıyorsa bana parlak geliyor. Sanırım uzunda bu kadar parlamıyordu bu fikir. Yoksa bundan çok daha zor olacağını düşünmüyorum.🙂 Kısa yapmama kararı da ekonomik. Kısa film maddi, sosyal ve kültürel bir meta olamıyor maalesef. Seyircisi kısıtlı, platformu kısıtlı, gösterim alanı kısıtlı, bütçesi kısıtlı ve geliri yok. Cebinden harcadıkların "Biz bunu yaptık" demeye yarıyor. Benim öyle bir lüksüm yok, çevremdeki insanların da yok. Artık iyice pahalı hâle geldi film yapmak. Kısa film bütçesini toplamak ile uzunu toplamak arasındaki duygusal yük farkı çok fazla değil. Hatta bence uzunda daha rahat. Çünkü toplayamayacağından eminsen yapmıyorsun. Kısada "Olur mu be acaba?" deyip ittiriyorsun kendini. Daha zor duruma düşüyorsun. Bir şekilde yaparsan bir sürü gönüllü insanla çalışıyorsun. Bunun sorumluluğu da fazla. Üzerine insanlara haklarını veremiyorsun. Daha sonrasında emeklerinin manevi karşılığını aldıklarından bile emin olamıyorsun. Profesyonel kısa filmlerin yapılmaya devam etmesi için. Kısa filmin alanı genişlemeli. Başka yolu yok. Biraz da müzik diyeyim ve son sorumu müzikle ilgili sorayım. Sete gidiyorsun, hatta belki de ilk set günün, yolda ne dinlersin? Ben her çekeceğim şey için bir playlist hazırlıyorum. Senaryo / hazırlık aşamasından, kurguya girene kadar sadece o müzikleri dinliyorum. Zaten çok fazla yeni müzik keşfeden biri değilim. Dönem dönem fetişleştirdiğim 8-10 şarkı oluyor, onlar arasında dönüp duruyorum. Film playlistleri genelde bunlardan bağımsız oluyor. Şarkı ismi vermek yerine “cehennem boş, tüm şeytanlar burada” için oluşturduğum playlist'in linkini bırakayım buraya .

Tiyatro ve sinema iç içe: cehennem boş, tüm şeytanlar burada

Nisan 25, 2023

·

Makale

Blokajları bir bir aşmak için

Öykü ile tanışmam "Mesafeler" filminde onu izlememle olmuştu. Sonrasında "cehennem boş, tüm şeytanlar burada" setinde tanıştık ve performansını filmde izledim. Setteki duruşuna ayrı, filmdeki Gülşah'a ayrı hayran kaldım derken Uçan Süpürge'den En Genç Cadı ödülü haberi geldi. Süpürge arkadaşımla hem oyunculuğa başlamasını hem de filmi konuştuk. Öykü, filmdeki karakterin oyuncu olma yolunda ilerleyen bir kadın. Bu yüzden ben önce senin oyuncu olmaya karar verdiğin o anın peşine düşmek istiyorum. Nasıl karar verdin? 23 yıllık şu kısa hayatımda bu sorunun cevabı oldukça eskiye dayanıyor aslında. 2004 yılında annem bir gazetede Ayla Algan’ın yaratıcı drama ve çocuklar üzerindeki faydaları hakkında bir yazı okuyor ve araştırmaya başlıyor, tesadüf ki o yaz Ekol Drama Sanat Evi çocuklar için bir yaratıcı drama yaz okulu başlatıyor ve annem beni oraya gönderiyor. Eğitmenlerimden gelen geri dönüşler "bu çocuk bu işi yapmalı" şeklinde olunca Ekol Drama Sanat Evi’nde drama ile başlayan eğitimim yerini tiyatroya bırakıyor ve lise yıllarıma kadar orda eğitim almaya ve sahneye çıkmaya devam ediyorum. Çocukluğum boyunca her hafta sonu tiyatroya gittiğimi hatırlıyorum, yine bir çocuk oyununda sahnedeki oyuncu beni kucağına alıyor ve ben sahneden ışıkları ve insanları görüyorum. O kadar büyülenmişim ki o an aynı canlılıkta duruyor beynimde. Oyuncu olmaya karar verdiğin an bu, 8 yaşındaydım karar verdiğimde. Buradan canım anneme yaptığı her şey için teşekkürlerimi iletmek isterim bu vasıtayla, beni soktuğu yol olmasaydı belki hiç bu olmazdı yolum. O zaman oyunculuk eğitim sürecini biraz daha açmak istiyorum önce Ekol Drama Sanat Evi'nde, sonrasında ise Sahne3’te ve Kadir Has Üniversitesi’nde eğitim aldın. Farklı ekolleri görmek sana ne kattı? Her oyuncunun kullandığı farklı yöntemler yöntemler, senaryoda yazılmış karaktere hayat verirken güç aldığı çok farklı etkenler oluyor. Bence bu mesleği bu kadar özel kılan etkenlerden biri de bu. Senin de belirttiğin gibi bu üç kurumda çok farklı ekoller ve oyunculuk anlayışlarını denemek hem oyuncu olarak bedeninde neyin çalışıp neyin çalışmadığını görmeye hem de ilerlediğin meslekte sana özel bir formül yaratmana yarıyor bence. Declan Donellan’ın “The Actor And The Target” isimli kitabında okuduğum bir cümle vardı “Kötü oyuncu yoktur, blokajları olan oyuncu vardır” diyordu, buna katılıyorum. İşte farklı ekollerle çalışmak bence bu blokajların açılmasında büyük bir etken çünkü aldığın her eğitim senin güvenli alanına hizmet etmiyor ve mecburen zorlanıyorsun. Bu zorlanma da uzun vadede bu blokajların azalmasına fayda sağlıyor. cehennem boş, tüm şeytanlar burada filmden bir sahne. Yönetmen: Özgürcan Uzunyaşa "cehennem boş, tüm şeytanlar burada" filmi, plan sekans bir film. Bu da bana tiyatro ile sinemanın iç içe geçmesi gibi geliyor. Özellikle oyuncular için bu iki sanat dalı temelde performansta ayrılır. Bu filmde ikisini birden deneyimlemene dair neler söylemek istersin? Film, senaryosu gereği zamanın, mekânın ve Gülşah’ın içinde bulunduğu anların ve duygu durumunun sürekli değiştiği bir film. Bu durum da filmi benim için sahneden biraz farklı kılıyor çünkü sahnede -metinden metne tabii ki farklılık gösterir ama- karakterin ihtiyaçları tiyatronun doğası gereği bu kadar hızlı değişim göstermiyor. Plan sekans yapısı gereği kesintisiz olması sebebiyle tiyatro performansına benzese de aslında bir o kadar da farklı çünkü sahnede dekorlar değişse de içinde bulunduğun mekân ve oyuncu olarak iletişimde kaldığın seyirci sabit, fakat filmde peşinden gelen koca bir ekip ve aynı ritimde olman gereken bir kamera var. Biraz kafa karıştırıcı bir deneyim bu sebeple. 😊 Özgürcan’ın filmde kurduğu bu oyuncaklı yapı da oyuncunun her anı bilmesini ve orda olmasını gerektiriyordu, yani Gülşah’ın kafası karışsa da senin karışamaz, bu yapıda kendi adıma benim en üzerinde durduğum şey duygu ve ihtiyaç geçişlerinin temiz olmasıydı. Bu incelikli iş gerektiren yapı her oyuncu için inanılmaz bir deneyim ve kendine bir meydan okuma bence. Benim için de hiç unutmayacağım bir süreç oldu. Filmin final sahnesinden bir set fotoğrafı, Öyküsu filmin yönetmeni Özgürcan Uzunyaşa ile. Fotoğraf: Khaled Nadeem Filmin sınav sahnesinde tül perdelerden yapılmış bir kostümün var ve onu oyuna da katıyorsun, ben izlerken bu sahnede özellikle zorlandığı düşündüm, öyle mi oldu? Bu soru beni gülümsetti, evet zorlandığım bir sahne oldu. Filmimizin kostümlerini tasarlayan sevgili Nilsu Baldan gerçekten inanılmaz bir iş çıkardı, tasarladığı kostüm çok detaylı ve birbirine belirli yerlerden bağlı bir kostüm bu sebeple üstünden tek hamlede çıkması için belirli bir yerden “yırtmak” gerekiyordu. İzlediğimiz hâliyle aklımıza ilk gelenler bunlar olmasa da yüzünün tam önündeki bir kamerayı, gözünün bakış açısını, kostümü doğru yolla ve şiddetle çıkarabilmek ve o andaki sahne gerekliliğini aynı anda gerçekleştirmek biraz zorlayıcı elbette. Mesleğim bu olsa da insanız ve devreler karışabiliyor.😊 Bu sahne benim için çok önemliydi -biraz da mükemmelliyetçi biriyimdir ne yazık ki- ben de yaşadığım zorluğu Gülşah’a da katmak istedim, çıkarmadan önceki oyunlar biraz da bundan. O sahnede sevgili yönetmenim Özgürcan’ın beni “canım oluyor işte bak , rahatla” diye ikna etme çabasını hiç unutmam. Afiş fotoğrafı: Ahmet Kıran. Tasarım: Bengisu Köse Filmde iç içe geçen iki dünya var, izleyici hayatla sahne, gerçekle rüya arasında arafta kaldığını hissedebiliyor. Filmin temel noktasına baktığımda da bir kadın izleyici olarak sendeki gerilimi seziyoruz. Filmi izleyen pek çok kadından benzer şeyler duydum. “Kendimi izledim sanki.” diyenler de oldu. #susmabitsin ile başlayan hareket hepimize bir konuşma alanı açtı zaten. Sorum şu; tabii ki Özgürcan’ın sana getirdiği bir senaryo vardı ama senin okuma provalarında Gülşah’ı anlamamız için diyaloglara ya da hareketlere neler katmayı teklif ettin? Öncelikle bu tepkilere çok çok sevindim, "Yaptığım iş yerine ulaştı" demek benim için bu. Maalesef olumlu bir ortaklık olmasa da, her coğrafyada seviyeleri farklı olsa da kadınlar olarak ortak hafızamız Gülşah’ın yaşadıkları. Özgürcan’ın senaryoyu yazarken ve yazdıktan sonra bu konu hakkında çalışmalar yapan akademisyen kadınlara danıştığını ve bu metni çok dikkatli bir şekilde oluşturduğunu söylemek isterim. Çoğu kadının katılacağı üzere erkek gözünden yazılan kadın karakterlerden ve dilden farklı bir dil kurdu bence, buna çok değer veriyorum ben. Provalar boyu sürekli iletişim hâlindeydik zaten, ben “Ya Özgür sanki burada bu replik çok çalışmadı şu şekilde adapte mi etsek?” diye talep ettiğimde bu talebim hep karşılık buldu. Özellikle Gülşah’ın erkek arkadaşı ile olan sahnede katkım olduğunu hatırlıyorum, bazı replikleri çıkarıp prova sürecinde benden çıkan tepkilerle değiştirdik. Bahsettiğim gibi bu travmalar hepimizin bedeninde kayıtlı olduğu için Gülşah’ın beden dili de sahnenin gerekliliği ile kendiliğinden ortaya çıktı. Provasını aldığımız sahne sonrası Özgürcan’ın verdiği direktifler ile şekillendi ama o büyük çoğunlukla bana bıraktı. Tabii birbirimize dayattığımız şeyler oldu, üzerine beyin fırtınası yaptık ve ortaklaştık. Bu aşamalarda da bence birbirimize karşılıklı güvendik. Öyküsu Özyürek Ben tam da sorularımı hazırlarken Uçan Süpürge Film Festivali'nde Genç Cadı Ödülü’nü alacağını öğrendim ve “İşte bu!” dedim. Bu filmle pek çok ödül aldın, hepsi için tebrik ederim. Bu ödül de çok özel bir ödül. Nasıl hissediyorsun? Hislerini de kayda geçirelim isterim. Çok teşekkür ederim. O kadar mutluyum ki. Uçan Süpürge Vakfı çalışmalarını takip ettiğim ve hayranlık duyduğum çok özel bir vakıf. Buradan onlara da teşekkürlerimi ileteyim bu seçimleri için. Tam da yazdığın cümle üzerine, aslında ben yalnızca bir adet oyuncu ödülü kazandım. Tabii ki şöyle anlaşılmasın “E ben çok iyiyim, neden ödül verilmiyor?” Fakat bu sene de şahit olduğumuz üzere kadın başroller hiç yokmuş gibi davranıldı çoğu festivalde ve sadece benim değil, diğer meslektaşlarımın yaptığı işler görünmez sayıldı. Tam da bu noktada bu ödül benim için çok kıymetli, amacı o kadar güzel ve destekleyici ki... Hem benden önce bu ödülü alan meslektaşlarıma hem de bu sene aynı sahneden ödül alan isimlere baktığımda doğru yolda olduğumu görüyorum. Bu sektörde genç bir kadın olarak kimsenin tahmin bile edemeyeceği deformasyonlara uğruyorsunuz erk düşünce sebebiyle, kariyer adımları bir savaşa dönüşebiliyor maalesef. Bu yüzden uçan süpürgem bir kalkan oldu benim için...🧹

Blokajları bir bir aşmak için

Nisan 25, 2023

·

Makale