aposto-logo
TR
TREN
Bültenler
Radyo
Üyelik

Bültenler

Radyo

Aposto Üyelik

Aposto Hakkında

Kategoriler

Edebiyatın Kaydı

Üretim Kaydı'nda edebiyat üzerine kayda geçenleri bu koleksiyonda bulabilirsiniz

10 Hikâye

Kovuktan Çıkıp Yazmak

Hakan’ın üniversite yıllarında başlayan yazma macerası, 2013’den 2021’e uzanan bir zaman çizgisinde biçim arayışıyla meşgul etmiş zihnini. Boş imleç yanış sönüşleri, kağıt kenarında ucu kuruyan bir dolma kalem canlandı gözümde o böyle söyleyince. Ben kağıt kenarında tükenmez kalemi tüketemeyenlerdenken Hakan boş imlece bakanlardan ve bilgisayarını asla yanından ayırmayanlardanmış. Öyle ki biçim arayış sürecini doğrudan bir “performans “ sanatını da dönüştürmüş. 13.İstanbul Bienali/2013 2013’te “Anne ben barbar mıyım? “ 13. İstanbul Bienalinde kırk gün boyunca yazarak üretmeyi gelen izleyicileri de üretime katarak bir yazın performansına dönüştürmüş. Ortaya bir mekan senaryosu yazını çıkmış. Bunun fikrini dahi ilginç bulan ben iki farklı sanat formunun ayrılmayan sınırlarında Hakan’ı görmüş oldum ve merak ettim. Hangisinde daha özgür hissetmiş olabilir. Aldığım cevaba şaşırdığımdan cümlesini doğrudan kayıtlara geçirmek istiyorum. “Bu soru benim için birazcık ilginç oldu çünkü arada sadece tarihsel ilerlemeyi düşündüm sen soruyu sorarken, yani 2013 yılındaydı İstanbul Bienali. 2013'ten 2021'e yaşadığım o bütün kültürel değişimi düşününce sadece bu sebeple bile olsa o performatif araştırma süreci daha özgür hissettirdi beni. Çünkü hem yaş aldıkça hem bu toplumsal değişimin bir parçası oldukça kültürel ilerlemenin demek daha doğru olabilir belki maalesef bir takım(güler) korkular, anksiyeteler, endişeler de sizinle birlikte büyüyor ve gelişiyor. O yüzden sadece zaman sebepli bile olsa o performansın daha özgür olduğunu söyleyebilirim.”

Kovuktan Çıkıp Yazmak

Mart 10, 2021

·

Makale

Görünmez bir dil cambazı olarak çevirmen

Göksenin'in çeviriye olan merakı benimkiyle çok benzer noktadan olmasa da aynı dönemlerde başlamış. Lise yıllarında bir metni bir dilden başka bir dile çevirme sürecinin aslında ne kadar zor olduğunu düşünmeye başlamış. Bu düşünce de onu çeviribilim alanında lisans eğitimi alma düşüncesine itmiş. Bu kısımda üniversite tercih sıralamasından sanki bugün yapıyormuş gibi bahsetti. Vallahi ben de tercih listemdeki tüm sıralamayı her detayıyla hatırlıyorum. İlk sorum neden çevirmenlik? oldu. "Çeviri yapmanın insana gerçekten çok geniş bir bakış açısı kazandırdığını ve belli kalıplaşmış düşünceleri ortadan kaldırdığını düşünüyorum. Dolayısıyla bence edebiyat besleyici bir alan ama çeviri hem edebiyat anlamında daha iyi, daha geniş bir bakış açısı sunuyor, hem de dünyaya dair birçok şey öğretiyor. O yüzden çevirmenliğin benim için tam böyle nokta atış bir meslek olduğunu söyleyebilirim." İlk çeviri: Göksenin'in ilk çevirisi Paradise For Life şiiri. "Ben bu şiiri okurken neler hissettiysem okurlar da benim hissettiğime yakın şeyler hissetsin diye çevirmek istedim." Bu çeviri Çevirmenin Notu dergisinin 11.sayısında yayınlanmış. O yıllarda hocasının da bu çevirisine dair editöryal notları olmuş tabii. Üretmenin mutluluğu: "Gün sonunda kitabın kapağında kendi adını gördüğünde yaşadığın şey büyük ihtimalle bir düğün kartında sevdiğin insanla adını yan yana görmekle aynı şey." Dünyayı çevirip kendini çevirememek: Dünyada iletişimi ve farklı diller arasında çarkı döndüren çevirmenler gelin görün, hatta bilin ki çoğu kendini çeviriden aldığı maddi karşılıkla döndüremiyor. Ek işler ve sevmediği alanda çevirileri geçinebilmek için kabul ediyor. Çeviri büroları, yayınevi telifleri, yeni baskılarda göz ardı edilen çevirmenler gibi birden fazla kusurlu nokta var. Bu konuyu konuşurken Göksenin'in söylediği birkaç cümleyi doğrudan kayıtlara geçirmek istiyorum. " Bir yazar kaynak dilde nasıl o eserin sahibi ise çevirmenler olarak da bizler de o metnin o dilde sahibiyiz." "Kendimi yaralı hissettiğim, üzüldüğüm bazen de kendi ürettiklerime yabancılaştığım bir süreç gün sonunda, ele gelen sonucun azlığı dolasıyla." Yapay zeka çevirisi: Göksenin bu konuda net! Çeviremez! Çeviride önemli olan insanın metne dair algısı ve zihninin seçiciliği, çeviri kültürden uzak düşünülemez diye de ekliyor. Son çeviri: James Fenimore Cooper 'ın Bir Cep Mendilinin Otobiyografisi isimli kitabını Türkçeleştirdi. Kitap Ketebe Yayınevi etiketiyle bizlerle buluştu. Bu çeviriyi yaparken en çok dikkat ettiği şey bu metni İngilizcesinden okuyan bir okurun hissettiklerinin Türkçeden okuyan okurda da canlanabilmesi olmuş. Eski İngilizce kelimelerin verdiği hissi bize geçirebilmek için Osmanlı Türkçesine ait kelimeleri tercih etmiş. Yazar bir cep mendilinin ağzından okuyucuya sesleniyor, bu yüzden Göksenin'e sordum, "Sen bir nesne olsan ne olmak isterdin?". Cevabını doğrudan kayıtlara geçiriyorum. “ Büyük bir kaya olmak isterdim. Dünya döndükçe, yağmur yağdıkça, rüzgâr estikçe benden parçaların, benim tozlarımın dünyaya saçılması, her yerde benden parçaların olmasını isterdim. Bence ilham verici bir şey olurdu ve tabii dünya zalim bir yer, gövdemde taş ocakları açılana kadar varlığım sekteye uğramadan var olurdum diye düşünürdüm. “ Şu an masasında ne var?: Şimdilerde Zaha Hadid ve mimarlık tarihine dair bir metni çeviriyor. Zihni sakinleştirmek: Bazen bir yazı üretirken onu hiç düşünmeden başka bir şey yapmak istiyor insan. Göksenin yemek hazırlığı sürecindeki doğrama eylemini bu konuda çok sevdiğini kayıtlara geçirdi. Derrida'yı da andık. “Hiçbir metin hiçbir zaman son halini almaz. Bir metin yaratılır, ortaya çıkar ve o metin sonsuza kadar kendini aktarır, değişir, dönüşür ve hiçbir zaman son halini almaz. “ Sona yaklaşırken şunu merak ettim. Göksenin'in sosyal medya biyografisinde şöyle bir alıntı var. “Saçmalama ben roman kahramanı değilim.” (Vişnenin Cinsiyeti, Jeanette Winterson) Bu cümleyi kendine neden yakın bulduğunu ve kendini ifade etmek için tercih ettiğini sordum. Benden de bir itiraf geldi bu noktada. Bende bazı anları filmdeymişim gibi hayal etmiyor değilim. "Bazen yaşadığımız bazı şeyler gerçekliğini yitirir veya biz gerçekten koparız ya o yüzden seçtim bunu. Aslında bir nevi kendime hatırlatma. Sen roman kahramanı değilsin, saçmalama demenin başka bir yolu gibi. Gerçekten kopmak konusunda üzerime yok. Hayalperest olduğum için de kendime hatırlatma notu diye koydum oraya. Edebiyat kurtarıcı, gerçekler acı."

Görünmez bir dil cambazı olarak çevirmen

Mayıs 29, 2021

·

Makale

Sabahları şehirden önce uyanarak yazan bir yazar

İlk sorum yazıyorum dediği ve kendini yazar olarak konumlandırdığını düşündüğü o ilk andı. Bunun çok eskilere çocukluk anılarına gittiğini söyledi. Benim aksime o, çocukluk yıllarında belirli gün ve haftalarda hep istekliymiş, aslında bunun da o yıllarda bir nevi kendini kanıtlama amacını taşıdığını dile getirdi. "Gerçekten benim için tesadüfi bir şey değil yazarlık. Kitap yazmak, yazar olmak çok istediğim ve üzerinde uzun uzun çalıştığım bir alan. İsteyerek ve severek çalıştığım bir süreç böyle devam etsin çok istiyorum." O da benim gibi Türk Dili ve Edebiyatı üzerine lisans eğitimini almış. Neden bu bölümü okumayı istemiştin sorusuna Türkçenin yolculuğunu merak ediyordum, diyerek cevap verdi. İlk kitabı "Kaplumbağaların Ölümü" 2017 yılında okuyucularla buluşmuş. İçinde üşümek, ateş, sıcak kelimeleri o kadar geçiyordu ki dayanamadım ve neden? diye sordum. Marmaris doğumlu olan Fatma Nur yazları hiç sevmediğini söyledi ve bunun üretimine olan etkisini de bu sözlerle kayıtlara geçirdi. "Sevmediğim şeyleri de ürettiklerimin içine dahil etmekten hoşlanıyorum. Çünkü onları göz ardı etmek istemiyorum. Sevdiklerimizle belirgin olabildiğimiz gibi sevmediklerimizle de belirgin olabiliyoruz." Bu kitabının ilhamının büyük şehrin o büyük hızında kendini kaplumbağa gibi görmesinden ve yaşadığı şaşkınlıktan geldiğini söyledi. Kitabın ismi ise bende bu hıza ayak uydururken yavaş yavaş ölen kaplumbağagillerden olmamızı hatırlattı. Kitabın içinde bizi karşılayan ilk öyküsü "Perde" için söylediklerini doğrudan kayıtlara geçirmek istiyorum. "Ben ilk defa bir pencerenin başka bir pencereye bu kadar yakın bir şekilde baktığını ve insanların da tüm mahrem anlarını birbirinin ismini bile bilmeden bizzat gördüğünü İstanbul'da deneyimledim. Komşumun canı sıkıldığında perdeyi açmadığını biliyorum ama adını bilmiyorum." İkinci kitabı "Homologlar Evi" 2019 yılında Dedalus yayınevinden çıkmış. İlk kitaptaki şaşkınlık yerini şehirle bağ kurma ona ayak uydurma ve sorgulama hikayelerine bırakmış. Ben, ilk kez bir kitap için dijital olmalıydı bu eser dedim. Kitap gerek içindeki görsel kullanımları gerek ekran fotoğraflarına yer vermesiyle günümüz iletişim biçimlerine nokta atışlarıyla değiniyor. Öte yandan bizim edebiyatımız için alışılmışın dışında bir formatta. Haliyle sordum, bu kitabı dijital olarak yayınlamayı düşünmüş müydü? Fatma Nur kitabın basım kısmına geçince epeyi zorlandıklarını ve pek çok şeyi de bu yüzden çıkardığını dile getirdi. Ayrıca pek çok kişinin kitabı deneysel bulduğunu dile getirdi. Bu noktada da "telefonun ekran görüntüsünü koymak deneysellik değil !" diye de bir not düştü. Ayrıca bu kitabın kapağının tasarım sürecinin ne kadar detaylı ve üzerine düşündüğü bir süreç olduğunu özellikle belirtti. Bu kitabın kapak tasarımı Umut Durmuşoğlu’na ait. Homologlar Evi'nde ilgimi çeken bir diğer şey de sanat eserlerine yer verilmesiydi. Sanat tarihine ilgisi olan Fatma Nur bir hastane duvarında gördüğü "Bunun burada ne işi var? " sorusuyla başlayan ilhamı peşi sıra kendisinin de bir iki eser eklemeleriyle bir dizi tablo altına öykü yazma üretim biçimine dönüşmüş diyebilirim. Fatma Nur'un öykülerinde dikkatimi çeken ve merak ettiğim bir diğer konu da aslında bizim kuşak özelinde ailelerimizle olan çatışmaların da yazarak bir üretime dönüştüğünü görmüş olmamdı. Bizim kuşak üretebilmek için ilk savaşı ailesiyle verenlerden. "Ebeveynlik bir olgu olarak bizim birey olmamızdaki en büyük engellerden biri bence. Çünkü onu aşamadığımız o adımı anlayamadığımız sürece gerçekten kendimizin tam olarak ne istediğini, nereye varmak istediğimizi bilemiyoruz. " Bu durumun üretimine dair etkisine dair ise şunları söyledi. "O ilişkiyi ekonomik bağımlılıktan ziyade sadece bir bağa döndürdüğünde gerçekleşiyor. Bu üretkenliği tabii ki etkiliyor. O zincirler koptuğunda özgür hissediyorsunuz, aileniz bile olsa onların da uyması gereken sınırlarınız var çünkü artık. O dengeyi kurduktan sonra çok güzel bir ilişki oluyor." Son kitabı "Ateşten Atlamak" ile ilgili benim ilk merak ettiğim şey editörlük deneyiminden sonra kendi yazma biçiminde zorlandığı bir nokta olup olmadığıydı. Beklediğim bir cevap aldım. Yazdıklarına çok eleştirel bakmaya başladığını dile getirdi, bu kitaptaki iki uzun öykünün de editörlüğünü Can Çağdaş dizisinin editörü Cem Alpan yapmış. Fatma Nur bu sürecin onun için çok öğretici olduğunu dile getirdi. Kendisini editör olarak hiç hayal etmediğini ve bunu da ileride en azından kurgu türündeki bir yazın için tekrar yapmak istemediğini söyledi. Digest'in sorularından ilhamla "Sabah" kelimesinin ona ne çağrıştırdığını sordum ve üretimine dair kilit bir noktayı yakalamış oldum. Fatma Nur sabahları kendini verimli hissedenlerden ve bilgisayarla yazmayı tercih edenlerden. Şehir uykudan uyanmaya hazırlanırken o ayakta ve yazıyor. Ateşten Atlamak için kitabı yazdığı zaman aralığında bir çizim de yapan Fatma Nur pek çok üreten gibi disiplinler arası bir üretim biçimiyle üretenlerden. ( İllüstrasyon : Fatma Nur Kaptanoğlu ) Kayıttan çıktık ama peşi sıra farkında olmadan konuşmaya devam ettik. Orada konuşulanları da sizler için kayda geçiriyorum. Yazmanın kendisine dair söylediği şu cümle ilgimi epeyi çekti, beklemek ve ilhamı zihinde döndürmek üzerine burada kayıtlara geçsin. "Bir yıl boyunca yazacağım şeyi kafamda döndürüp düşünüyorum, sonra onun yazıya akması birkaç ay içinde oluyor." Bu kadar aile evi ve aile çatışmalarını üretime dönüştürmek demişken. Ateşten Atlamak'ın son halini verdiği yerin Marmaris'teki ev olduğunu ve bunun bu kitap için çok ama çok özel bir deneyim haline geldiğini de söyledi.

Sabahları şehirden önce uyanarak yazan bir yazar

Temmuz 11, 2021

·

Makale

Ankara, buraya bakar mısın?

Doğma büyüme Ankaralı olan Fatih, İstanbul'a yirmili yaşlarının ortasında çalışmak için geliyor. Fatih de ilk öykülerini benim gibi lise yıllarında yazmaya başlamış ve o yıllarda da okuttuğu ilk kişi tabii ki edebiyat öğretmeniymiş. Kitabın ismi, yine kitabın içinde yer alan "Buraya Bakarlar" öyküsünden geliyor. Buraya bakarlar ifadesi ise Ankaralıların hatırlayacakları; boş ilan panolarına yapıştırılmış olan o boş alanın reklamından geliyor. Bilmeyenler için bakınız eşlik sözlük entry' leri. Kitabın kapak tasarıma dair bir notla başlamak istiyorum, Fatih kapak tasarım çalışmaları sırasında bu Ankara olayından hiç bahsetmemiş, üretilen kapak seçimlerinde de göz teması ön plandaymış, kitabın adından dolayı şaşırmadık ama kapak tasarımcısı Burak Şuşut' un da bu bakma olayını bildiğini kayıt dışı konuşmamızda düşünmeden edemedik. Öyküyü ilk okuduğum yer olan balkonda çektiğim bu fotoğrafa Pınar bir bakışını ekliyor ve bülten kapağı olarak sizlerle buluşuyor. Finans sektöründe bir meslek sahibi olan Fatih’e ilk sorum yazmanın hayatında nerede konumlandığına dair oluyor? "Yazmak hayatımın merkezinde, yazmayı masaya oturmak kalemi klavyeyi eline almak olarak görmüyorum daha gün içine yayılan bir eylem. Yazmak, işim ve ailemle ilgilenmekten dolayı da genelde gece saatlerine kalıyor. Sabah erken uyandığımda ise yazdığımı okuyorum.” Kitabın ilk sayfası eşi İmren'e teşekkür ile başlıyor. Fatih, eşinin edebiyat dünyasının içinde bir akademisyen olmasından dolayı, öykülerini ilk okuttuğu ve fikrini aldığı kişinin eşi İmren olduğunu, kayıtlara geçiriyor. Fatih'in ilk öyküsü, 2011 yılında Sözcükler dergisinin ilk ürünler özel sayısında yayınlandı. Fatih sohbetimiz sırasında derginin o yılki editörleri Burcu Yılmaz ve Turgay Fişekçi’ ye teşekkürlerini sunuyor. Kendi ismiyle yayınlanan ilk öyküsü olduğunu dile getirirken, dergide yayınlanan öykünün kitabın içinde yer alan "U ç Aysyont Uç" öyküsü olduğunu söylüyor. Daha önce blog yazarı olarak öykülerini yayınlayan Fatih, o zamanlar öykülerini başka bir isimle yayınladığını söyledi. Bir nevi anonimlik diyebiliriz. O bu itirafla gelince, ben de başka bir isimle yazmaya onu iten düşüncelerin peşine düştüm. O yıllarda bunun sebebinin yazdıklarına güvenmemek olduğunu dile getirirken sonrasında bu kararından vazgeçip, öykülerini kendi ismiyle yayınlamaya başlıyor. Bununla ilgili söylediklerini doğrudan kayıtlara geçiriyorum. "Beni öveceklerse de yereceklerse de bu kendi adımla olsun dedim ve böyle bir karar aldım." O böyle söyleyince, ben de peki o zaman ilk yazar oldum dediğin an ne zamandı? diye sordum. Fatih, 2019 yılında kitabı yayınlanmadan evvel yazar nüshaları eline geçtiği an, evet galiba ben yazar oldum demiş, ancak bugün yine yazarım ben derken iki kere düşündüğünü itiraf ediyor. Galiba ile cümleye başladığının ise altını ben tekrar çiziyorum. Peki, o nüshaları eline alınca on yıl önceki Fatih'e dönüp ne söylemek istersin? diye, benim de kendimden beklemediğim bir soruyu ona yöneltiyorum. "On sene önceki Fatih'e devam et demek isterdim, iki yıl önceki elini ilk kitabını alan Fatih'e de aferin demek isterdim. Dedim de hatta. Benim için zor bir süreçti, bunu sevdiğim için bırakmamış olmak, benim için büyük bir mutluluk." Kitaptaki öykülerin hepsi aynı yıllarda üretilmiş öyküler değil. Kitap on yıl önceki ilk öyküleri de son yıllarda yazdığı öyküleri de içerisinde barındırıyor. (Fotoğraf: Esra Ece Kuleci) Bu sefer kitapta yer alan otobiyografik öykülerin peşine düşüyorum... -" Fındık Ezmesi" öyküsündeki o kavanozu rafa tekrar geri koyanın kendisi olduğunu itiraf ediyor. -" Dedem Bir Uzaylı" öyküsü, benim sinema alanında peşine düştüğüm üretim süreçlerine dair olunca, öykü can evimi vuruyor. Burada ben kendi söylediğime bir not düşeyim; podcastte "televizyonda kaliteli şeyler izledik " cümlesini kuruyorum. Bu cümleden kastım Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu değil🙂Cümlemde Yeşilçam'ın açtığı kapılardan bahsetmeye çalışıyorum. Cüneyt Arkın ile olan komik anım için ise sizi podcaste alayım. - "Kaçak İşçi" öyküsü Can Yayınları'nın, Öykü Gazetesi'nin 14.Sayı/Kasım 2017 yılındaki sayısında yayınlandı. Fatih, bu öykünün, Post Öykü dergisinin yürüttüğü bir atölye programında üretilmiş bir öykü olduğunu not düştü. Dosya süreci ve editör ile yürüttükleri süreç hakkında ise şunları söyledi. Dosya 2018 yılında tam anlamıyla bitmiş ve sunulacak hale gelmiş. Meslek sahibi olmasından dolayı uykudan feragat edilen gecelerle bunun mümkün olduğunu ben eklemeden geçmek istemiyorum. Fatih, dosya yayınevinden kabul alındıktan sonra editörü Barış Cezar ile verimli bir çalışma sürecinden sonra kitabın okuyucu ile buluştuğunu söylüyor. Kitabın düzeltisini Gökçe Yalım, kitap uygulamayı ise Gökçen Ergüven üstleniyor. İçinde on iki öykü barındıran kitap 2019 yılının haziran ayında bizlerle buluştu. (Mehmet Fatih Özbey) Bu süreçte kendine kızacak noktalar bulduğunu söyleyen Fatih, üretim kelimesini sıkça geçirince bana da bu cümleleri doğrudan kayda geçirmek görevi düşüyor. "Bu süreçte kendime en çok kızdığım noktalardan ilki, ne kadar az üretim yaptığımı görmüş olmam. Çok fazla üretebilen bir yazar değilim. Bir öyküyü yazma sürecim uzuyor. Bazen oturup yazma konusunda eyleme geçemiyorum, tembelim galiba. Bu konuda halen düzene oturta bildiğimi, rutine döndüğünü söylebileceğim bir yazma düzenim yok. Sanırım, kendime bu konuda kızgın olmaya devam ediyorum... Genelde kafamda döndürüp, o başlangıç cümlesini yazdıktan sonra öykü çıkıyor. " Kaydı sonlandırıyoruz. Fatih'in bizlerle buluşmayı bekleyen yeni bir öykü dosyası olduğunu da ben sizlere burada müjdeliyorum.

Ankara, buraya bakar mısın?

Kasım 2, 2021

·

Makale

Yakut Orman'daki ağaçlar

Seçil Epik ve Bike Su Öner Umami: Adını aldığı beşinci temel tat gibi benzersiz lezzette kurgu ve kurgu dışı kitaplar yayımlayan bağımsız yayınevi. Yayınevinin kurucu editörlerinden Seçil Epik , sorularımı yanıtlıyor. 1) Bağımsız yayınevi kurmak günümüz şartlarında epeyi zor bir karar, açtığınız alanın mükemmelliği bir yana gerçekten yolun başındayken korkularınız var mıydı? diye sormak isterim. Vardıysa bu korkuların pek çoğunu okurlar sayesinde aştık diyebilir misiniz? Çok teşekkürler bu güçlendirici soru için. Bağımsız bir yayınevi kurmaya karar verdiğimizde yaşadığımız korkuların -kitaplarımız okurunu bulacak mı, giriştiğimiz iş ne kadar sürdürülebilir olacak vs.- çoğunu aşmamızda okurlar çok önemli bir etkendi. Hem yayınevinin hem ilk kitabımız Yakut Orman 'ın yarattığı heyecan, etrafımızı saran sevgi dolu dayanışma hali birçok korkumuzu aşmamızı sağladı. 2) Yayınevi olarak çeviri eserlerden gideceğiniz bir plan yaptığınızı dile getirmişsiniz, ülkemizde çevirmen-emek değerlendirmesi konusu ne yazık ki epeyi sorunlu, siz yayınevi olarak nasıl bir dikkat içerisindesiniz. Maalesef kültür sanat sektörünün birçok alanında biliyoruz ki özellikle serbest zamanlı çalışan editör, çevirmen, redaktör gibi emekçiler her zaman haklarını almakta zorluk yaşıyorlar. Biz şu an çevirmenlerimizle ÇEVBİR'in önerdiği sözleşmeyle çalışıyoruz. Bu önerilen yüzdelerin de asgari düzeyde olduğunun farkındayız, daha fazlasını karşılayabildiğimiz zamanların gelmesiyse Umami olarak hayallerimizden biri. 3) Yayınevinin yayın programında neler var, bizi hangi kitaplar bekliyor? Şimdilik yayınlanacağı kesinleşmiş, çeviri süreçleri tamamlanmış üç farklı roman var yayına hazırladığımız. Umami'nin üç kişilik küçük ekibi olarak başka tam zamanlı işlerimiz olduğu için hâlâ bebek adımlarıyla ilerleyebiliyoruz yine de 2022 yılında yayımlanacağı kesinleşen en az üç kitabımız olduğunun müjdesini verebilirim. Bunlar sırasıyla Norveçli müzisyen Jenny Hval 'ın Dilek Başak'ın çevirisiyle yayımlayacağımız ilk romanı Cennet Çürüdü ( Paradise Rot ), geçen haftalarda Costa İlk Roman Ödülü'nün sahibi olan Caleb Azumah Nelson imzalı Open Water (çev. Didem Dinçsoy) ve geçen yılın en çok konuşulan romanlarından, yazarı Torrey Peters 'ın Women's Prize 'ın uzun listesine kalan ilk açık kimlikli trans kadın olmasını sağlayan Detransition, Baby (çev. Erdem Gürsu). 4) Yakut Orman, ismine karar verme süreciniz nasıl ilerledi? Eminim kolay olmamıştır. Yakut Orman 'a karar vermek cidden kitapta bizi en çok zorlayan şeylerden biriydi. En uygun ismi bulmak için Dılşa'yla ve Şafak'la da uzun uzun mailleşmelerimiz, konuşmalarımız oldu. Hem meyve göndermesini hem de şekil ve renk olarak yakut kelimesini aynı anda barındıran isimler de vardı aklımızda ama sonuçta hepimizin en çok içine sinen, anlam kaybının en az olduğu aynı zamanda kitabı daha önce duymamış okuru da "çağıran" ismin Yakut Orman olduğuna karar verdik. Fotoğraf: Umami Kitabın kapağını tasarlayan, Şafak Şule Kemancı tasarım sürecine dair sorduğum soruları yanıtlıyor. 1) Yakut Orman ilk roman kapağı tasarımın mı? Evet, ilk roman kapağı tasarımım. Daha önce bir de çocuk kitabı kapağı tasarlamıştım. 2) Renk ve meyve seçimi... Kitabın diğer ülkele rdeki kapaklarına baktım, gerçekten çok özgün bir tasarımla karşımızdasın, ilhamını ve kitaba dair hislerini merak ediyorum. Yakut Orman çok sevdiğim bir kitap. Kitapta vulvaları ‘yakut meyve ormanı’na benzeten bir yer var. Vulvamsı bir meyve, değişik bitkiler ve canlıların bir arada olduğu bir çizim fikri oradan geldi. İşlerimde sık sık kullandığım damlalar bedensel sıvılara işaret ediyor. Kapağın arka planındaki lavanta rengi ise yazarın dahil olduğu lezbiyen radikal feminist bir oluşum olan Lavender Menace ’e gönderme. Yakut Orman meyvesi, Şafak Şule Kemancı 3) Kitabı bu projeye dahil olmadan önce okumuş muydun? İnanır mısınız bu kitap okuduğum ilk İngilizce kitaptı. İngilizcem çok ağır olmayan bir kitabı okuyabilecek seviyeye geldiğinde kendimi "Silvermoon" isminde feminist-LGBTİ+ bir kitapçının lezbiyen kurgu bölümünde bulmuştum ve orada çalışan bir kişinin tavsiyesiy le Yakut Orman ’ı okumuştum. Ama kapak tasarımını yapmadan önce hatırlamak için yeniden okudum. 4) Bu kapağa karar vermeden önce kaç tane taslak yaptın? Hiç taslak yapmıyorum. Kafamda aşa ğı yukarı bir fikir canlandıktan sonra görsel olarak o fikrin peşinden gidiyorum ve yolculuk boyunca eklemeler, çıkarmalar yaparak devam ediyorum. Fotoğraf: Umami-Yakut Orman Postane Dükkan'da Aposto!Gündem 'in 18 Aralık bülteninde kağıt krizinden bağımsız bir yayınevi olarak nasıl etkilendiklerini paylaşan Seçil Epik'in röportajını buradan okuyabilirsiniz. Yakut Orman 'ın son okumasını Sena Adalı , sayfa düzenini ise Volkan Şenozan üstlenmiş. Fotoğraf: Umami Yakut Orman 'ın içlerine doğru yürüyeceğimizi söylemiştim. Kitabınızı okuyacak bir orman arıyorsanız size en yakın ormanı keşfedebilmeniz için sizi buraya alayım. ❣️Kitabın ikinci baskıya girdiğini ve sizleri beklediğini duyurmaktan mutluluk duyuyorum. Umami'nin web sitesinden satın alabilir ve kitap satış noktalarında lavantanın bu tonuyla karşılaşabilirsiniz.

Yakut Orman'daki ağaçlar

Şubat 8, 2022

·

Makale

Kendi ormanımızı keşfe doğru

İlk olarak Dılşa'nın dille kurduğu ilişkinin ve çevirmenlik yapmaya nasıl karar verdiğinin peşine düşüyorum. Çocuk yaşlardan beri hem okumayı hem de yazmayı çok sevdiğini söyleyen Dılşa, bunu o yıllarda aslında kaçış olarak da gördüğünü söylüyor. Özellikle lise yıllarında İngilizce derslerinde hem dile hem de kültüre ilgi duymaya başlamış hatta lisedeyken değişim programıyla Çek Cumhuriyeti'ne gitmiş. Yazmayı hâlen çok seviyormuş ama yazar olma gibi bir hayali olmadığını söyledi. Üniversiteye hazırlandığı yıllar ne istediğinden emin olmamakla birlikte, çevirmenlik birden fazla alanda çalışma ve keşfetme fırsatı verdiği için çevirmenliğe doğru deyim yerindeyse gönlünün kaydığını söylemem mümkün.🧡 Boğaziçi Üniversitesi'de Çeviribilim okuyan Dılşa, lisans yıllarının çok verimli geçtiğini söylüyor. "Boğaziçi, gerçekten sosyal bilimler için çok doğru bir yerdi. Batı dillerinden ve diğer sosyal bilimlerden pek çok ders aldım. Sosyal topluluklar için çalışma fırsatı buldum. Lisans eğitimim bu açıdan verimli geçti diyebilirim." Dılşa Ritsa Eşli, İllüstrasyon: Pınar Öcel İlk çevirisini de yine bu yıllarda, içinde yer aldığı Kadın Araştırmaları Kulübü 'nün güz ve bahar olmak üzere yılda iki kere çıkan bülteni için yapmış.☀️ Yakut Orman 'a geçmeden evvel hangi kitabı sen çevirmiş olmak isterdin sorusunu yöneltiyorum ve şaşırmadığım bir isim duyuyorum. " Jeanette Winterson 'un Tek Meyve Portakal Değildir, isimli kitabını çevirmiş olmak isterdim. Hem Türkçe hem de İngilizce olarak severek okuduğum bir kitap çünkü. " Fotoğraf ve illüstrasyon: Pınar Öcel Sıra, Dılşa'nın Molly ile tanışmasına geliyor. Dılşa, Yakut Orman 'ın bir kısmını lisans bitirme projesi olarak çevirmiş, o günden bugüne tabii yıllar geçmiş. Seçil, Büşra ve Bike Su'nun yayınevi kuracaklarını öğrendiğinde bu kitabın Türkçeye kazandırılmasına dair heyecanını onlarla paylaşmış, kitap zaten yayın listesinde olan bir kitap olunca da Umami' nin ilk benzersiz lezzetli kitabının bizlerle buluşmasının adımları da atılmış. Çeviri sürecine dair Dılşa şunları kayıtlara geçirdi. "İlk roman, ilk profesyonel ve sözleşmeli çevirim o yüzden başlarken çok heyecanlıydım. Çevirinin bu kadar başarılı olmasında ve sürecin ilerlemesinde editörlerimin büyük emeği var. Çok rahat çalıştım, metinle ilgili rahatça sorularımı sorabildim. İletişimimiz çok kuvvetliydi. Bu önemli bir konu, editörle iletişim iyi olmayınca hevesiniz de kırılabiliyor. Bu konuda şanslıydım, mesela Amerikan lubuncasındaki kelimlerin Türkçe lubuncadaki karşılıklarını bulmaya çalıştım. Editörlerime 'lubunca sözlüğün' ne olduğunu açıklamaya gerek kalmaması iyi hissettirdi." Pek çok çevirmen gibi sadece çevirerek kendini çeviremiyor Dılşa, tam zamanlı olarak bir sivil toplum kuruluşunda çalışıyor. Bundan şikayetçi olmadığını, sivil toplumun sevdiği bir alan olduğunu dile getiriyor. Ayrıca gönüllü çevirmenlik ve zamanı oldukça 5Harfliler için de çeviriler yapıyor. Çeviri yaparken, kedileriyle rahatladığını, çay kahve ikilisinden kahveyi daha çok sevdiğini ama çarpıntı yaptığı için bu aralar daha çaycı olduğunu belirtiyor. Zihni rahatlaması gerektiğinde çizgifilm izlediğini müzikle dansa kendini bıraktığını not olarak ekliyor. "Kedilerim benim en büyük yardımcılarım, 'miyav' demeleriyle çeviriye ara vermem gerektiğini anlıyorum." Dılşa'nın kedilerinden biri🐈‍⬛ Kaydın sonuna doğru gelirken ekollere dair ne düşündüğünü soruyorum. Sosyal bilimler çevirilerine dair şunları kayıtlara geçiriyor. "Sosyal bilimler alanındaki çevirileri kesinlikle herkes anlayabilmeli ve akademinin içine sıkışmamalı. Sosyal bilimler insanla ilgilidir o yüzden bir çerçeveye girmemesi gerektiğini düşünüyorum."

Kendi ormanımızı keşfe doğru

Şubat 8, 2022

·

Makale

Kaşıntı veren duyguları yazmak

Bir kitabın ilk cümlesinin, genellikle yazara dair ilk ipucu olduğunu daha önceki sayılarımda da söylemiştim. Ekin'le tanıştıktan sonra ilk öykünün "Çoğu zaman barlarda" olması anlam kazandı. Bir yazma rutinin olmadığını söyleyen Ekin, genellikle bir bira ve şarabın kendisine eşlik ettiğini söylüyor. Metin yazarı olarak da çalıştığı için de genellikle gece geç saatlerde kendisiyle kalıp yazabildiğini de ekliyor. Ülkenin pek çok şehrinde yaşamış olan Ekin, İstanbul doğumlu ancak lise yıllarını Fethiye'de geçirmiş. Üniversiteyi ise Ankara'da okumuş ancak henüz mezun değil, kendi deyimiyle eğitim hayatına bir ";" koymuş. Birkaç seneden beri tekrar İstanbul'da yaşamaya başlamasından dolayı, ilk sorum şehirlere hissettiği aidiyet üstüne oluyor. "Ankara'ya ilk gittiğimde çok zorlandım, dokuz sene kadar da yaşadım. Ankara'da durmayı, durup bakabilmeyi ve etrafımı hissetmeyi, çevreme bakmayı öğrendim. İstanbul, insanda pek düşünme payı bırakmıyor, şehirde hep bir koşturma içindeyiz." Şehirdeki kültür sanat ortamlarının besleyiciliğinden konuşurken, yazarken dinlediği bir playlist'inin olup olmadığını merak ediyorum. O da yazarken döndürdüğü, tekrar tekrar dinlediği üç parçayı sizlerle paylaşıyor. Ekin, yazarken genellikle klasik müzik dinleyenlerdenmiş. 👀 🎶 Edward Elgar, Jacqueline du Pre, London Symphony Orchestra, Sir John Barbirolli - Elgar: Cello Concerto in E Minor, Op. 85: I. Adagio-Moderato 🎶 Max Richter - On The Nature of Daylight 🎶 Barcelona Gipsy Klezmer Orchestra - Ederlezi Ekin Deniz Kuzu, Fotoğraf: Deniz Akseki Ekin, kendine yazar diyebildiği ilk anın kitabı eline aldığı gün olduğunu söylüyor. Yazmaya başladığı ilk yıllar ise lise yıllarıymış, yazmaya başlamasına vesile olan lise şiir ödevini unutamadığını ve o mutluluğun peşinden gittiğini söylerken. O yaşlardan beri yazmayı bırakamadığını ve inatla hayatının merkezine bunu koyduğunu da ekliyor. "Genelde sanat alanındaki üretimlerde küçük yaşta başlamak mutluluk verici bir olgu gibi görünür ama bence öyle değil. Ben on beş yaşımda yazmaya başladım. Bir şeye erken yaşta başlamak o kadar iyi bir şey değil. Özellikle yazma konusunda, o yaşlarda yazdıklarını beğeniyorsun ve paylaşmak istiyorsun ama aslında tam donanımlı da değilsin. O yüzden yirmi iki yirmi üç yaşlarında tam anlamıyla üretmeye başladım, diyorum. Yazar oldum demekten hep korktum ve bunu diğer yaşıtlarımda da gördüm, ne zaman kitabı elime aldım, oluyor artık dedim. Dost meclislerinde diyebiliyorum artık, evet yazarım diye. " Fotoğraf: Deniz Akseki Ankara Üniversite'sinde Sanat Tarihi eğitimi alan Ekin, çalışma masasının yakınında bir Matisse eseri bulunduruyor. Başucu kitabı G ombrich 'in Sanatın Öyküsü. Yazmanın kendisine dair konuşuyoruz, her öyküde olan ölümün üzerine yazmayı. Bizi içeriden kemiren, kaşındıran ve karasinek gibi sesiyle rahatsız eden o duyguları nasıl yazdığını merak ediyorum. 👀 "Bir şey dikkatimi çekiyor ve 'Bunu anlatmaya değer mi? Biri anlatsa bunu okur muyum?' diyorum. O duygunun peşine düşüyorum. İlk on cümle çok önemli benim için eğer onu seviyorsam yazmaya devam edebiliyorum. Yazmaya başlarken genelde öykünün sonunu düşünerek yazmıyorum. Ya da karakterin sosyolojik bir temelini aramıyorum. Benim aradığım şey samimiyet. Öykülerimde ilk başlık çıkıyor, tek kelimelik başlıkları pek kullanmamaya çalışıyorum. Başlıkla eğlenmeyi ve düşündürmeyi seviyorum." Ekin, başlıklara çok hızlı karar verdiğini söyleyince kitabın adına ne kadarlık bir sürede karar verdiğini sordum. Onun o kadar kolay olmadığını söyledi. Semih Gümüş ile birlikte karar vermişler. "İki seçenek vardı biri Zamanın Kısa Devresi ikincisi de Ölüm Kalım Öyküleri'ydi. İlk Zamanın Kısa Devresi'ni söylemiştim, Semih bey üzerine biraz daha düşünelim deyince zaten ikinci seçenek olan isme yöneldik." Fotoğraf: Deniz Akseki Kitapta yer alan öykülerden ilki, 2011 yılında yazılmış. Dosya süreci de yaklaşık dört yıl sürmüş. Notos'a dosyayı ilk kez 2019 yılında yollayan Ekin, o yıllarda olumlu bir dönüş alamamasına rağmen 2021 yılında dosyayı tekrar yollamış ve yayın takvimine girmiş. Aslında 2022 yılı planına alınan kitap, yayın takvimlerinin değişmesiyle 2021 yılında okuruyla buluşmuş. Daha önce yayıncılık sektöründe de çalışan Ekin, bunun da onun için öğretici bir dönem olduğunu söyledi. "Kitabın dosya süreci de ilk başta çok yavaş sonrası çok hızlı oldu çoğu yazardan da duyardım bunu hakikaten öyleymiş. ilk öyküyü 2011'de yazdım. Dosyayı oluşturma süreci de dört sene kadar sürdü. Lise yıllarımdan beri ben de Notos'u takip ediyor ve okuyordum. Oggito'da 2017'de ilk öyküm yayınlanmıştı. 2019'da dosyamla kapılarını çaldım ama olmadı. 2021'de tekrar şansımı denedim ve dosya yolladıktan sonra artık haber gelmeyecek herhalde dediğim bir zamanda iki ay sonra haber geldi. Semih Gümüş'ün editöryal önerileriyle de kitap son şeklini aldı." Fotoğraf: Deniz Akseki "Kendine yazan bir yazar olmadım, ben ilk yazdığım andan beri hep paylaşmaya, bir yerlerde yayınlama yönelikti isteklerim o yüzden bunun hayal ettiğim yayıneviyle olması benim için çok önemliydi. Dosya onay aldıktan sonra beş yıl da bekleyebilirdim, yeter ki Notos Kitap'tan çıksın, demiştim." Kapak illüstrasyonu Ekin'e benzemesinden ötürü bana biraz ilginç geldi. O yüzden son soru olarak bunu sordum. Notos Kitap'ta pek çok kitap aynı tasarımcının yaratıcılığından çıkıyor: Virginia Elena Patrone . Ekin karar aşamasında üç tasarıma baktığını ve tam da dediğim sebepten ötürü, bu kapağı kendine ve İlhan'a daha yakın bulduğunu söyledi.

Kaşıntı veren duyguları yazmak

Haziran 21, 2022

·

Makale

Gece Denizi’nde bir kere yüzmek

Şebnem, seksen üç doğumlu bir seksen kuşağı insanı. Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde okurken kültür-sanat muhabiri olarak da çalışmış. O zamanlar yazmak konusunda ilk öğretmeni Atilla İlhan olmuş. Yıllardır yayınevilerinde basın, editörlük, son okuma ve çevirmenlik gibi görevlerde yer aldıktan sonra şimdilerde Kafka Kitap’ta yayın sorumlusu olarak çalışıyor. Hâliyle ilk sorum da yazarlarla ve yazmakla olan ilişkisini anlamaya yönelik oluyor. Kitabın sonuna bir tarih ve gece yarısından sonrasını not düşen Şebnem, genellikle gece saatlerinde yazabildiğini söylüyor. Sabahlarını e-posta yanıtlamakla ya da toplantılarla geçiriyor. Pek çok çalışan gibi. “Bütün gün evin içinde dönüp duruyorum. Evden çalışıyorum genelde, sonra geceden sabaha kadar oturup yazdığımı bilirim ama bunu da çok tercih etmiyorum. Sonraki günü de öldürebiliyor çünkü.” Daha önce radyoda jazz & blues programı yaptığını bildiğim için çalışırken müzik dinleyip dinlemediğini soruyorum. Okurken ve yazarken bir yandan müzik dinleyemediğini dile getiren Şebnem’in küçük yaşlarda keman eğitimi aldığını bu vesileyle öğreniyorum. Dinlediği müzik türü ise tek bir türle sınırlı değil. "Klasik müzik, jazz & blues’un yanına aslında türkülerimizi de dinliyorum" diyor. Romanı düşününce türkü yanıtına şaşırmıyorum. “Okurken müzik dinleyemem ama okuduğum şeylerin aklıma getirdiği müzikler vardır. Okuma bitince dinlerim. Çalışacağım zaman genellikle mutlak bir sessizlik arıyorum. Dinlediğim şeylerden ilham alıp yazdığım da oluyor, müziğin yaratıcı gücüne inanıyorum tabii.” Kitapta masallar ve mitler dünyasına sıkça atıf var. Şebnem’in çocukluğunda böyle bir anlatıcı ile sürekli bir ilişkisinin olup olmadığını merak ediyorum. Annesinin onu bu konuda çok beslediğini söylerken, ansiklopedi okuyan bir çocuk olmanın bugününe etkisinden de bahsediyor. O yaşta okuduğu ansiklopedilerin peşinde düşmeye, sahaf sahaf gezerek kendince bir koleksiyon oluşturmaya başlamış. Şebnem Soral Tamer Şebnem, eski İstanbul anılarından bahsediyor. Benim de dört senemi geçirdiğim Avcılar ilçesi eskiden sayfiye yeriymiş. Anneannesi ise Salacak'ta yaşadığı için bu iki nokta arasından çokça yolculuk yapmış. O yıllarda gördükleri ve duyduklarının da bu kitabı beslediğini söylüyor: “Anneannem ve babaannemden duyduklarım var tabii ama bu sürekli olan bir şey değildi. İkisi de farklı kültürdendi, bu beni çok besledi. En çok da Salacak ve Avcılar arasındaki tren yolculukları, göçmenlerin yoğun olduğu bir yerdi. Avcılar o yıllarda sayfiye yeriydi, çok güzeldi o yıllar. İçimdeki merakı, orası ve o yıllar besledi. Mısır kültürünü çocukken ansiklopedide görmüştüm mesela. Zaten Yaşar Kemal ile tanıştıktan sonra hiçbir şey benim için eskisi gibi olmadı. Ondan dinleme şansım oldu. Köy köy gezip ağıtların, destanların hikâyelerini defterlerine not edermiş.” Romanda genç bir kadının kültür ve sanat sektöründe stajıyla başlayan hikâyesinden de yerler var. Ben kendi anılarımın benzerlerini görünce burada otobiyografik ögelerin olup olmadığını sormadan edemedim. Şebnem, bu çizginin çok belirsiz olduğunu ve onun da neyin otobiyografik olduğunu, neyin olmadığını bilmediğini söyledi. “Yazmaya yeni başlayan birisi için zor olan bir şeyi denemek istedim. Biyografik gerçeklikleri alıp ondan yeni bir gerçeklik yaratmak. Tabii sen de benzerleri yaşamışsın, sorman doğal. Ama doğru mu değil mi? Benim başıma gelip gelmediği konusunda ben bile bilmiyorum. Büyülü gerçeklik akımındaki gibi başka bir hikâye yaratabilir miyim? Onu söyleyebilirim.” Şebnem kendine “acemi yazar” diyor. Romanı için de “başkası için onun metnini düzenlemişim gibi geliyor bazen” deyince editör olmasının bu kitabı okurla buluşturmasında gecikmeye sebebiyet verip vermediğini merak ediyorum. Yayıncılık alanı tanıdıklar ve tanışlıklar üzerinden ilerliyor, bunu onaylamasak da bir derecede böyle. Şebnem de yazdıklarına objektif bir gözle bakılmasını istediğinden, daha doğrusu editör olmasının yazdıklarının önünde olmasını istemediğinden, “kör randevu,” yani romanın dosyasını yayınevine isimsiz olarak iletmiş. Onay geldikten sonra kimliğini açıklamış. Burada Şebnem sonradan çalışma arkadaşlarından özür dilediğini ancak sebebini de çekinmeden açıkladığını dile getirdi. Editörlükle ilgili şunları söyledi: "Kariyerim böyle başlamadı. O zamanki işimden istifa edip bir süre boyunca evde çalıştım. Freelance editörlük işleri alıyordum ufak ufak. Evim ine dönmüştü, düzenli gelirim yoktu, gün ışığı görmeden sürekli okuma yaptım ve editörlük için kendimi besledim. Yazarın düştüğü yerde elinden tutup kaldırmak editörün görevi. Kafka Kitap ve Epsilon için çalışmam da bu sürecin sonrasında başladı. Yaklaşık dört yıldır da burada editörlük yapıyorum. Okuduğum insanlarla yemek yeme şansımın olduğu yıllardı. " Kitabın sürecini konuşmaya devam ediyoruz. Bu roman belirli ve parça parça metinlerin beklemesi ya da birleşmesiyle oluşmamış. Mutlak sessizlikte çalışmayı seven Şebnem, çok gürültülü bir akşamda bu romanı yazmaya başladığını söyledi: “Mutlak sessizlik dedim ama kitabın ilk sayfalarını yazmaya çok gürültülü bir akşamda başladım. Devamını yazarken tabii yine sessiz anlarda yazdım ama başlangıcı böyleydi. Üç dört ay gibi sürede bitirdim. Sonrasında yıllık iznimi kullanarak giriş kısımlarındaki araştırma metinlerini bitirdim. Kitabın adı da eşim Mert’in askerlik dönemindeki Mardin ziyaretimden geliyor. Bir gece şehrin üstünde sıcaklık farkından doğan denizi görmüş ve etkilenmiştim. Kitabın son bölümünde de yazdım bunu, zaten ikinci roman için de oradan alıp devam edeceğim. İkinciyi yazmaya cesaret verecek güzel yorumlar aldım." Kitabın kapağında René Magritte' in bir tablosunu görüyoruz. Hem kapak tasarım sürecini hem de Şebnem'in sanat tarihine ilgisini merak ediyorum. 👀 Kitabın kapak tasarımı Mert Tamer'e ait. “Kitabın kapağını tasarlayan eşim Mert ile çalışma odasında sırtlarımız birbirimize dönük çalışıyoruz. Bu tabloyu gördüm ve “Aa Servi” dedim. Dönüp baktığı anı unutamıyorum. Servi’yi yansıtmamız gerekiyordu. O yüzden tablo üzerinden Servi’yi yansıtan eklemeler yaptık.” Sanat tarihinde sadece belli isimlerin ön planda olmasından biraz yakındı ve Celil Sadık ile birlikte yürüttükleri "Uygarlığın Ayak İzleri" kitap serisinden bahsetti. 📌 Kitabın düzeltisini Nur Çakır, sayfa tasarımlarını ise Berna Özbek Keleş yapmış.

Gece Denizi’nde bir kere yüzmek

Ağustos 2, 2022

·

Makale

İmgeler hayaletler gibi zihnimizde dolanırken

Vuslat'ın "Resimler hayaletler gibidir." cümlesinin peşinden gidiyor, imgelerin çizdiklerinde ve yazdıklarındaki karşılıklarına bakıyoruz. Sohbetimize çocuk Vuslat'ı tanımakla başlıyoruz. Çocuk Vuslat'ın, hikâyeler anlatmak yerine hayal kurmayı ve başkalarının göremediği şeyleri görmeyi sevdiğini keşfediyoruz. O yaşlarda içine kapanık bir çocuk olan Vuslat, şu an o yaşlarına dönüp baktığında kendini melankolik bile bulduğu oluyormuş, kendi deyimiyle “yıldız gezginiymiş”. Anlatma güdüsünün hikâye anlatıcılığıyla başlamadığını fark edince, o yaşlarda resim ile olan ilişkisinin peşine düştüm. Vuslat, üç yaşından beri çizim yapıyormuş, çizim yapmaya kadınlar ve elbiseler çizerek başlamış. Tasarımcı olmayı bile düşünmüş, hiç erkek çizmemiş. Hatta burunsuz çizdiği o kadınları birinin ona burun çizmeyi öğretmesiyle “burunlu” olarak çizmeye devam etmiş. Çocukken merakla soru soran biri değilmiş ama geceleri uyumayıp hayaller kurarmış. Merakla başlamayan bir yolculuk nasıl felsefe okumaya evrildi merak ettim. 👀 Güzel sanatlar okuması gerektiğini hiç düşünmemiş, üniversite sınavına ODTÜ’de girince çok etkilenmiş. Felsefe de istediği bölümlerden biriymiş, böylelikle her ikisini birleştirdiği bu hayal gerçekleşmiş. Vuslat için çizmek kendini ifade etmesinde ilk keşfi diyebilirim, yazmaya nasıl başladığı bir sonraki sorum oluyor. “Sözcüklerle çok ilgiliydim çocukluğumdan beri, sözcüklerin çağrışımlarını ve yankılarını seviyorum. Yazarak kendimi ifade etmeyi de seviyorum zaten resmin yetmediği yerde yazmaya, yazmanın yetmediği yerde çizmeye başlayarak devam etti bu yolculuk.” Bu yolculuğun yazar olmaya karar verme anını merak ediyorum. 👀 “Buna bir kariyer olarak bakmıyordum, yazmanın verdiği ruh büyümesini seviyordum. Başka dünyalar yaratabilmek, o dünyada önce kendim gezebilmem sonra başkalarının gezebilmesi çok hoşuma gidiyordu. O yazmanın kapanıklığı ve karanlığı, sancısı hep ilgi alanımdaydı. Hatta bir anım var. Altı yedi yaşlarındayken bir kış gecesi koridorda yedi cücelerle karşılaşmış ve onlarla dans etmiştim. Bu harika bir deneyimdi. Hayaletlerle aram her zaman çok iyiydi. Tabii şimdi şimdi adladırabiliyorum ne olduklarını. O mümkün olanla olmayan arasında, görünenle görünmeyen arasındaki açık ve size sürekli frekanslar gönderen imgesel dünyayla aram her zaman çok iyiydi. Yazmaya devam edeceğimi biliyordum o yüzden, ama yazar olacağımı kesin olarak biliyordum diyemem.” İlk romanı “Ona Çok Benziyorum” 2019 yılında yayımlandı. Konusu itibariyle edebiyat dünyasından pek çok diyalog içeriyor. Konu seçimini ilk roman için cesurca buldum ve konuya nasıl karar verdiğini sordum. Vuslat, bu cesur yorumuma öyle bir hisle yola çıkmadığını söyleyerek yanıt verdi: “Bir yazar olarak anlatmak istediğim buydu ve onu anlattım. (...) Bir insanın hayatına sızmanın heyecan vericiliğine dair hep düşünüyordum ve böyle bir şey yazmak istiyordum. Kimin hayatına sızabilirim diye düşündüm ve büyük bir yazar yarattım, onu tanımaya başladım, Remzi Bayburtlu. Sonra da onun peşine genç ve tutkulu başka bir yazarı düşürmüş oldum. Böylelikle Mustafa doğdu sonra ona eşlik edecek Nilay bir hayalet olarak doğdu.” Roman yazarken kafasında önce bir film gibi kurguyu döndürdüğünü dile getiren Vuslat, altı ay kadar hikâyeyi kafasında dolandırdıktan sonra bir buçuk sene gibi bir sürede de romanı yazmış. Romanın ikinci bölümünü Toronto’da yazdığını söylediğinde Türkçe konuşulmayan bir ülkede yazma deneyiminin nasıl geçtiğini sordum. “Zorlayıcı olan yanımda çok fazla Türkçe kitap götürememiş olmamdı, orada tabii büyük bir çeşitlilik var, bir yazar olarak ben de bunu gözlemlemeye çalışıyordum. Romanın ikinci bölümünü yazarken her gün her sabah aynı saatte aynı kafeye gidip yazıyordum. İlk defa kendi masam hariç bir yerde yazıyordum bunun sayesinde başka yerlerde yazma esnekliğini de kazandım. Çok komik bir olay da yaşadım bir posta tesliminde, kurye adımdan ötürü 'Türk müsün?' diye sordu ben de 'evet' cevabını verince, yüzüme neşe içinde bakarak 'Mustafa' dedi. Çok enteresandı, romanımın ana karakterinin adını yüzüme bakarak söylemişti, ilginç ve güzel bir deneyimdi.” Vuslat'ın Toronto'daki yazı masası "Görenler Olmuştur" öykü kitabındaki öykülerin bir kısmı Vuslat’ın romanı yazdığı süreçte yazılmış. "Toronto’da yaşadıklarımın da birikmişliği varmış bu öykülerde. Öyküde daha kıvrak olduğumu düşünüyorum. Dosyaya girmeyen öyküler de oldu bu dönemden tabii. Her zaman hikâyelerimi en iyi nasıl yazabilirim diye düşünüyorum." Öykülerin her biri beni görsel bir dünyaya da götürdü. Birer kısa film tadındaydılar, diyalogların başarısı da bu hisse katkı sağlıyordu bence. Bu yüzden Vuslat'a öykülerini yazarken zihninde görsel bir dünya hayal edip etmediğini sordum. "Benim öykülerim serüvenli öyküler. Ben de yazmadan evvel bir film gibi kafamda tasarlayıp beklediğim olgunluğa erişmeden yazmak için masaya oturmuyorum. Bir çağrışımla başlayıp hemen yazmıyorum. Bazen öyle oluyor ki o filmi izleye izleye yazmayacak seviyeye geliyorum o hazzı yaşayınca. Diyaloglar için çok çalışıyorum evet, karakterleri çok iyi yaratmaya çalışıyorum en başından. Mesela 'Peruk' öyküsündeki ressam 'Ne düşünür? Nasıl konuşur?' diye düşünüyorum. Karakterlerim de krizlerinden konuşarak çıkmak zorundalar. Böyle şeyler okumayı sevdiğimden böyle yazıyorum. Konuşmadan meseleler çözülemez." “Büyük Umutlar” öykünün başlığı okuduğum an bana Ahmet Hamdi Tanpınar’ı anımsattı. İlhamının oradan mı geldiğini soruyorum. “Tanpınar'dan değil Charles Dickens' dan, ' Great Expectations' eserinden. Hatta resim yapmayı bıraktığım bir dönemde filmini izlemiştim, beni çok etkilemişti. Bu öykünün ilhamı oradan. Hayat bazen size yaptığınızı yapmamayı da gösteriyor.” Kitabın kapak çiziminin Vuslat'ın ellerinden çıktığını düşünenler olabilir -benim gibi- ama çizim ona ait değil. Kitabın editörü Emre Bayın ona bu teklifle gelse de Vuslat, kapağı başka bir gözün yapmasını istemiş. Kapak illüstrasyonu İsmail Sertaç Yılmaz'a ait. Sertaç'ın, Vuslat'ın hem erkek arkadaşı hem de iş partneri olduğunu öğrenince de illüstrasyona karar verme sürecinin nasıl ilerlediğini merak ettim. Sertaç, tek bir resim yapmış ve Vuslat da gördüğü an evet bu demiş.🌞 Resimde pek çok öyküden imgeleri görebiliyorsunuz. Vuslat, hem yazar hem de çizer olduğu için zihninde beliren imgeyi ifade etmek için aklına ilk hangisinin geldiğini çok merak ediyor ve soruyorum. "Galiba çizerken tasarlamıyorum, aklımı devre dışı bırakarak elimin götürdüğü yere gidiyorum ama yazarken öyküleri önden kurguluyorum, aklıma gelen imgeye sorular sorarak yazma serüveni başlıyor. Sözcüklerle daha çok hemhâl oluyorum.” Sözcüklerle hemhâl olmak deyince, konu Vuslat'ın çocuklar için felsefe atölyelerine geliyor. Çocuklar sayesinde dilin her alanını keşfetmek mümkün, çocuklarla olmak yazar Vuslat’ı nasıl besliyor? diye soruyorum. “Felsefi olarak sürekli aktif olmak besliyor tabii çünkü dediğim gibi imgeye sorular sormalıyım, bu sorular da iyi sorular olmalı ki iyi yanıtlar getirsin. Çocuklarla çalışırken de onların o esnekliği, renkli dünyaları maceraperest dünyaları okur ve yazar olarak besliyor. Onlar çok bariyersizler, sayelerinde daha sansürsüz olabiliyorum." Vuslat okumayla ilişkisini de üretime dönüştüren isimlerden, "benimle oku" isimli atölyesini düzenlerken ayrıca İsmail Sertaç Yılmaz ile birlikte okuma ve yazma deneyimi üzerine de atölyeler düzenliyor. Atölyelere katılmak isterseniz buraya ışınlanabilirsiniz. Zaman zaman da karşımıza Notos Dergi'de bir yazarın dünyasını bize atmosferik çizimlerle hissettirirken çıkıyor. Biraz da bugünlerin kaydı diyorum ve yeni sezonda kaydı bitirmenden evvel, her konuğa aynı iki soruyu yöneltmeye karar veriyorum. 📌 Son zamanlarda etkilendiğin ya da ilham aldığın, seni üretim üzerine düşündüren konser/kitap/dizi/film/resim var mı? “Ben bir şeyi üretirken, izlediğim okuduğum ve baktığım her yerde zaten onu arıyorum.” 📌 Ü retenler olarak göç kavramını hiç konuşmadığımız kadar konuşuyoruz. İstanbul ve üretmek için neler söylemek istersin? Besliyor mu seni? "Ben hareketliğin verimine inanıyorum, İstanbul bu anlamda hareket edebilmeyi kısıtlamaya başladı, bu da beni zorluyor mesela."

İmgeler hayaletler gibi zihnimizde dolanırken

Kasım 8, 2022

·

Makale

Muğlak mekânlar, açık duygular: Ekin Tümer

Ekin’e ilk sorum çocukken hikâye anlatmayla ve de hayvanlarla arasının nasıl olduğuna dair oluyor. Annesi ve babası yoğun çalıştığı için daha çok babaanne ve dedesiyle vakit geçiren Ekin resimli bir çocuk kitabını, eve gelen misafirlere saatlerce anlattığını dile getirirken hayvanlarla arasının bugünkü kadar iyi olmadığını söyledi. O yaşlarda köpekleri sadece uzaktan seviyormuş. Ekin'in çocukluk fotoğrafları. İllüstrasyon: F. Nazlı Kuleci Bilgi Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü'nden mezun olan Ekin şu an bu bölümle ilgili hiçbir şey yapmıyor, hem bunun nedenini merak ettim hem de yazar olmaya nasıl karar verdiğini. Bir ortak noktamız çıktı! "Senaryo yazmaya çalışmak." “İtalyan Lisesi'nde okurken en sevdiğim şey film izlemekti ve İtalya’ya gitmek gibi bir hayalim vardı. Queen Mary'de de sinema eğitimi vardı, ona başvurdum ama ilk sene hazırlık okudum. Sonraki yıl İstanbul’a dönünce, Bilgi Üniversitesi'ne girdim. Bu dört beş yıl boyunca kamerayı elime iki ya da üç kez almışımdır. Hep teorik kısmıyla ilgileniyordum sinemanın. Senaryo yazmak istiyordum ve bu zor geliyordu, onun farklı bir matematiği vardı, becerebildiğimi de düşünmüyordum. Derken daha serbest yazmak üzerine bir şeyler yapabileceğimi anladım ve bu yola girmiş oldum.” Kitap kapağının taslak çizimi, Can Küçük Bu ilk kitabın yazılış süreci yaklaşık iki yıl sürmüş, ben kitabı okurken "Acaba bu kitap ilk önce İngilizce olarak mı yazıldı?" diye düşündüm.👀 “Bu soru bana daha önce de geldi. Böyle bir hissi var gerçekten. Ben yazmaya dair pek bilgim olmadığını düşündüğümden birkaç tane kitap okumuştum. Nasıl kurgu dışı yazı yazılacağı üstüne bir kitaptı ve ben bunu aslında kurgu üstüne yazmayı anlatan bir kitap sandım ve de öyle okudum. İkinci taslağımdayken bu kitaptan yola çıkarak sadeleştirmeler yaptım. İkinci bir sebep de ben çok fazla küçüklüğümden beri İngilizce okuyorum.” İllüstrasyon: F. Nazlı Kuleci Kitaptaki karakter isimleri bir dilde anlamı olmayan kelimeler. Ekin'in neden böyle bir seçim yaptığını merak ediyor, anlamlı isimleri özellikle düşünmemeye çalışıp çalışmadığını sorguluyorum. “İlk başta anonim ve tek karakter düşünmüştüm ama anlaşılır olmadığına karar verdim. İlk taslağı oluştururken yan karakterler ekledikçe bu isimlerle ekledim ki kim oldukları anlaşılsın. Kitabın mekânı belli değil, bazı bölümlerin zamanı muğlak, o yüzden bir yere ait isimler olsun istemedim. Layna ve Saba mesela, anlamı olmayan kısa isimler uydurmaya çalıştım. Dediğim gibi, bir anlamı olmamasını özellikle tercih ettim.” Kitabın bir bölümünde tarih not düşülerek hikâyeyi 90’lı yıllarda geçiyorsun, neden özellikle bu yıl? “Karakteri elli yaşında biri yapmak istedim ve nedense bugün elli yaşında biri yapsam bilmediğim özellikler eklemem gerekecek gibi hissettim. 90’lı yıllarda elli yaşında olmuş bir örneğim de vardı, dedem. Tamamen ondan ilham oldu diyemem ama sebebi bu.” Çalışma: Yasin Arıbuğa - afterwork Fotoğraf: Ekin Tümer Kitabın farklı bir tanıtım süreci oldu. Aranıyor ilanları, duvarlarda afişler, bu fikir nasıl doğdu? “Kitap çıktığından bir iki ay sonra oldu bu çalışmalar. Kitabın tanıtımlarını da ben yapmak istiyordum, yayıneviyle de bu şekilde anlamıştım çünkü çevremdeki insanlarla birlikte bir şeyler yapmak istiyordum. afterwork’ten Yasin’in işlerini çok seviyordum ve ona bu fikirle gittim, o da bu çalışmaları yaptı. Kitap sokağa, kafelere taşınmış oldu.” Dosya tasarım: Can Küçük, görsel Midjourney'de yapıldı. Geçtiğimiz aylarda Drive üzerinden bir öykünü hem İngilizce hem Türkçe olarak paylaştın. Dijital mecralardan okuyucuya ulaşmakla ilgili ne düşünüyorsun? “Ben şu an bir öykü kitabı yazmaya çalışıyorum. Bu öykü de onlardan biriydi ve sevince beklemeden paylaşmak istedim. Drive aracılığıyla paylaşma fikri arkadaşım Can'dan geldi, ben de sıcak baktım. Bugün bunu bir dergi ya da yayıneviyle paylaşmak belki kitap olmasını beklemek demek bir sene bile sürebilen bir süreç. Bugünde yazılan bir şeyi gününde paylaşmak istedim. Okucuyla etkileşimi de hızlı yapmamı sağlayan bir süreç oldu.” Öyküyü okumak için tıklayınız Üretim Kaydı'nda artık her konuğa soracağım yeni bir sorum var.👀 Bir kayıt cihazı seçsen ses/fotoğraf ya da videodan hangisini seçerdin ve bugünden geleceğe ne kaydederdin ? Ekin bu soruyu yanıtlarken, yakın zamanda Aftersun ’ı izlediğini ve çok etkilendiğini söylerken, kaydettiği şeyin sadece kendisine kalmasını istediğinin altını çizdi. “Videoyu seçerek köpeğim Robin’i kaydetmek isterdim. Bu sene sekiz yaşına girdi ve bu konuda biraz duygusalım, telefon hariç sadece buna özel bir cihazla onu kaydetmek istiyorum.” Fotoğraf: Selin Ünsel Ekin ile kayıt sonrasında da konuşmalarımız devam etti, özellikle de kitap önerilerimiz. Dedik ki bu kitaplar da kayıtlara geçsin.👀 Evet, Ekin'nin sesinden okumaya devam edebilirsiniz. 2022'de okuduğum son kitap, Yaşa ya da Öl - Anne Sexton 'du. 2023'ün ilk kitabı ise Earthlings - Sayaka Murata Kendime önümüzdeki aylarda okumak için altı kitap belirledim: - Kocanın Güzelliği: 29 Tangoda Kurgusal Bir Deneme, Anne Carson - Mutfak, Banana Yoshimoto - Salt Slow, Julia Armfield - Yabani Kalbin Yakınlarında, Clarice Lispector - Walking Through Clear Water in a Pool Painted Black, Cookie Mueller - Wielding the Force: The Science of Social Justice, Zainab Amadahy Biz bu yayını 7 Şubat Salı günü için planlamıştık, ancak erteleme kararı aldık. Bu süreçte Ekin, ANGST için şubat ayını anlatan iki yazı kaleme aldı. Hakiki bir dayanışmaya doğru ve Öfkeye sahip çıkmak yazılarını okuyabilirsiniz. Buradan ona "kalemine sağlık!" demek istiyorum.

Muğlak mekânlar, açık duygular: Ekin Tümer

Mart 7, 2023

·

Makale