aposto-logo
TR
TREN
Bültenler
Radyo
Üyelik

Bültenler

Radyo

Aposto Üyelik

Aposto Hakkında

Kategoriler

İklim Krizi ve Etkileri

İklim krizinin enerji sektöründen, gıda israfına, tüketim alışkanlıklarından, COP26’ya uzanan etki alanlarını kapsayan tüm makaleler ve söyleşiler burada.

41 Hikâye

Yeşil şehirler

Covid-19 salgını sistemik bir kriz karşısında ülkelerin, şirketlerin ve bireylerin tek başına ayakta duramadığını gösterdi. Küresel iş birliğinin öneminin anlaşıldığı bu dönemde ülkeler, iklim krizi için yeşil ekonomiyi esas alan politikalara yönelmeye başlarken otomotiv endüstrisinde elektrikli araçlar (EV) dönüşümü dünya çapında hızlandı. Temiz enerji devriminin en önemli ayağı olan elektrikli araçların üretiminin ve tüketici talebinin artmasıyla önümüzdeki on yıl içerisinde milyonlarca yeni otomobilin ve kamyonun şehirlerde boy göstermesi bekleniyor. Yeni düzende araçlar, benzin istasyonlarından yakıt almak yerine halka açık şarj noktalarından faydalanacak. Peki, bu yeni dünyaya şehirlerin altyapıları veya batarya teknolojileri ne kadar hazır? Bataryanın önemi: Gezegene salınan sera gazlarını azaltmak için fosil yakıtlarla çalışan araçların çoğunun elektriklenmesi gerekiyor ve bu sistem için yenilenebilir enerjiyle üretim şart. Fakat kömür veya doğalgaz temelli geleneksel elektrik santrallerinin aksine çoğu yenilenebilir enerji kaynağı her zaman elektrik tedarik edemiyor. Rüzgâr çiftlikleri sakin günlerde verimsiz olduğu gibi güneş panelleri içeren sistemlerde de geceleri hiçbir şey üretemiyor. Bu nedenle batarya teknolojileri bir şehrin enerji sisteminde en önemli enerji depolama seçeneği olarak ortaya çıkıyor. Bloomberg Yeni Enerji Fonu’na (BNEF) göre 2010’da kilovat-saat başına 1100 dolar olan lityum iyon pil fiyatları 2020’de %89’luk bir düşüşle 137 dolara kadar düştü. 2024'te ise kilovat-saat başına 100 doların altına düşeceği tahmin ediliyor. Böylece uygun maliyetlerden ötürü sürücülerin elektrikli araçlara yöneliminin hızlanması bekleniyor. Batarya yarışı: Şu anda Çin dünya pil arzının %79’una sahip. Yerli tedarikçilere sübvansiyonlar veren ülke, "Made in China 2025" girişimiyle yüksek teknoloji endüstrileri listesine bataryaları koydu. 2035 yılına kadar pillerin güneş santrallerini, rüzgâr çiftliklerini ve diğer karbonsuz güç kaynaklarını yedeklediği yeşil bir elektrik şebekesi arzulayan ABD Başkanı Joe Biden ise kullanılacak pillerin Çin'den ithal edilmesi yerine ABD'de üretilmesini istiyor. Ayrıca, Biden’ın planları arasında günümüzün lityum iyon pillerinin maliyetlerini %90 oranında düşürmek amacıyla yeni kimyasalları ve büyük ölçekli enerji depolama teknolojilerini araştırmak için sektöre para pompalamak da var. Şehirlerin değişimi: Yeni düzende elektrikli araçların yaygınlaşmasıyla şarj merkezlerinin erişimi ve rahatlığı şehirlerin planlamasında önceliklerden biri hâline gelecek. Günümüzde elektrikli araç sahibi birinin evine şarj düzeneği kurması ve aracı gece prize takması aylık iki bin dolara mal oluyor. Birçok eyalet ve elektrik şirketi, maliyeti düşürmeye yardımcı olmak için teşvikler sunsa da günlük hayatta kitlesel bir kullanım için şehirler şimdilik hazır değil. Etkili bir şarj ağı oluşturmak için küreselde 2040'a kadar 290 milyon şarj noktası kurulması gerekiyor ki bu da yaklaşık olarak 500 milyar dolarlık bir yatırıma karşılık geliyor. En önemli kamu hizmetlerinden biri hâline gelecek şarj noktalarını artırmak için Biden, ABD'de 2030 yılına kadar beş yüz bin yeni şarj cihazı inşa etme hedefleri olduğunu açıkladı. Şehirlerin yeniden dizayn edilmesini sağlayacak bu altyapının finansmanı için kamu harcamalarının doğru kullanılması ve hükümetlerin koordinasyonu önemli olacak. Ne olacak? Austin Enerji Enstitüsü’ne göre her ABD vatandaşının EV kullanması durumunda ülkede bugün olduğundan yaklaşık %25 daha fazla elektrik tüketilecek. Dolayısıyla kamu kurumlarının bu durumla başa çıkmak için çok sayıda yeni enerji santrali inşa etmesi ve iletim ağlarını artırması gerekiyor. Teksas Üniversitesi'ndeki araştırmacılara göre her ne kadar elektrik ve benzinin gelecekteki fiyatlarını tahmin etmek zor olsa da EV'lerin yaygın kullanımının toplam ulaşım maliyetlerini azaltması bekleniyor. Batarya teknolojilerine ve altyapının geleceğine dair daha fazlası için Aposto! yayıncılarından Çevreci Geek'in “ 5 Dakikada Şarj Olan Elektrikli Otomobiller Geliyor, Hazır mıyız? ” başlıklı yazısına göz atabilirsiniz.

Yeşil şehirler

Mart 10, 2021

·

Makale

Elektrikli araçlara yeşil ışık

Günümüzde kara yolu taşımacılığının önemli bir parçası olan fosil yakıtların yakın gelecekte tükenecek olması, çevreye verdiği geri döndürülemez zararlar ve küresel düzeyde çevre sorunlarına karşı olan farkındalığın artmasıyla hükümetler ve uluslararası organizasyonlar, elektrikli araç (EV) teknolojisinin gelişmesi için sektöre yönelik desteklerini büyük ölçüde artırdı. Bu desteklere, Covid-19 nedeniyle düşen talebi canlandırmaya yönelik teşvik paketleri ve vergi indirimleri de eklenince EV sektöründe büyüme kaçınılmaz oldu. ABD: Göreve geldiği ilk gün ABD'nin Paris İklim Anlaşması'na yeniden taraf olmasını sağlayan ABD Başkanı Joe Biden, geçen hafta “Buy American” isimli bir kararnameye imza atarak hükümetin benzin veya dizel yakıtla çalışan 650 binden fazla sivil aracı elektrikli araçlarla değiştireceğine dair söz verdi . Filonun elektrikli araçlarla değiştirilmesinin en az 20 milyar dolara mal olacağı tahmin edilirken söz konusu projenin ülkenin otomotiv endüstrisinde yeni bir ivme yaratacağına ve milyonlarca kişiye yeni iş fırsatlarının kapılarını aralayacağına inanılıyor. Nitekim, Biden'ın vaatleri arasında ülkenin otomobil endüstrisinde 1 milyon yeni iş yaratılması, EV'lerin kullanımını yaygınlaştırmak için 550 bin yeni şarj istasyonu kurulması ve temiz enerji araştırmalarına yatırım yapılması yer alıyor. 2020 bütçe teklifinde federal EV vergi kredisini sona erdirmeyi teklif eden eski Başkan Trump'ın aksine Biden, EV'ler için 7 bin 500 dolarlık federal vergi kredisini desteklediğini ve yeni teşviklere açık olduğunu dile getiriyor. Bu alanda faaliyet gösteren ve istihdam yaratan şirketler için de %10'luk geçici bir vergi kredisi sağlanacak. Çin: Yeşil teknolojilerde öncü olmayı planlayan Pekin hükümeti, elektrikli otomobil endüstrisine uzun süredir bol miktarda sübvansiyon sağlıyor. Bu sübvansiyonlar, küresel satışların yaklaşık %50'sine sahip Çin'in dünyanın en büyük EV pazarı olmasına yardımcı oldu. 2008 krizi sırasında bile Çin, taksi filolarına ve yerel hükümet kurumlarına elektrikli modelleri kullanmaları için araba başına 8 bin 800 dolara kadar teklif verdi. Fakat bu yılın başında Çin Maliye Bakanlığı, EV'lere yönelik sübvansiyonları %20 oranında düşürdü. Haziran 2019'da üretimin artık hükümet desteğine gerek olmayacak kadar ucuza geldiğini iddia ederek sübvansiyonları geri çekmeye başlayan hükümet, aslında sübvasiyonları 2020'ye kadar tamamen kaldırmayı planlıyordu. Pandeminin ilk aylarında EV satışlarının %77’ye kadar düşmesi sonucunda ise sübvansiyon desteği 2022'ye kadar uzatıldı. Avrupa: Avrupa Birliği, “ Avrupa Yeşil Anlaşması” çerçevesinde 2030 yılına kadar karbon emisyonlarını en az %55 azaltmayı ve 2050'ye kadar kıtayı iklim nötr hâle getirmeyi amaçlıyor. 2025 yılına kadar 1 milyon halka açık şarj noktasına sahip olmayı planlayan birliğin bu hedefi, yaklaşık 6 milyar dolarlık bir yatırım anlamına geliyor. 2030'a kadar 30 milyon EV ve 80 bin sıfır emisyonlu tırın yollarda olması da hedefler arasında yer alıyor . Avrupa ülkeleri, son bir yılda karbondioksit emisyonunu azaltmaya yönelik sıkı adımlar atarken devlet teşvikleri konusunda da oldukça bonkör davrandı. Birleşik Krallık 2030'dan itibaren benzinli ve dizel otomobillerin satışının yapılmayacağını açıklarken şarj altyapısı, elektrikli araç geliştirme ve üretimi için yaklaşık 2,4 milyar sterlin sübvansiyon ve destek duyurdu. EV'lere tamamen geçiş için 2040 hedefini koyan Fransa, 8 milyar avroluk bir destek paketi açıklayarak EV satın almak isteyenlere 13 bin avroya varan indirimler sunmaya başladı. 2021-2024 yılları arasında kullanılmak üzere 1,8 milyar avroluk bir fon ayıran Almanya ise tüketicilerin şarj endişelerini gidermek için 2023’e kadar ülke genelindeki şarj istasyonu sayısının 50 bine çıkarılacağını duyurdu. Bu doğrultuda, evde şarj istasyonu kuran kişilere 900 avro teşvik verilecek. Öte yandan, elektrikli araç satışlarının benzinli, dizel ve hibrit modelleri geçtiği ilk ülke olan Norveç'teki hükümet politikaları tüm ülkeler için örnek teşkil ediyor. 2025 yılına kadar içten yanmalı motorlu araç satışlarını tümüyle yasaklayacağını duyuran ülke, bu dönüşümü desteklemek için EV kullanıcılarını otoyol, feribot ve otopark ücretinin yarısından muaf tutuyor. EV tercih eden şirketler ise araç vergisinde %40 indirimden faydalanıyor.

Elektrikli araçlara yeşil ışık

Mart 10, 2021

·

Makale

Nisan 26, 2024

·

Hikaye

Finansın geleceğiyle yeşil gelecek bir mi?

Başta Bitcoin olmak üzere kripto para birimleriyle ilgili yaşanan pek çok tartışma, bu varlıkların “finansın geleceği” olduğu savı etrafında şekilleniyor. Bununla birlikte konu gelecek olduğunda açılan bahislerden bir diğeri de çevre ve iklim krizi. İklim krizinin tanınması ve buna ilişkin çözümler, gerek özel sektörün gerek hükümetler ve uluslararası organizasyonların gündeminde her zamankinden daha üst sıralarda yer alıyor. Yönetimler tarafında Avrupa Yeşil Mutabakatı gibi büyük çaplı ve hırslı politika tasarıları tartışılırken özel sektörde neredeyse her gün birçok şirket “2050’ye kadar karbon nötr hâle gelme” ve benzeri sözler vererek yatırımcılarını faaliyetlerini sürdürülebilir kılacaklarına ikna etmek istiyor. Peki, finansın ve gezegenin geleceği için ayrı ayrı önemli yerler tutan bu iki vizyon birbiriyle ne kadar uyumlu? Madencilik: Bitcoin, “madencilik” adı verilen bir süreçle üretiliyor. Bitcoin ağı üzerinde gerçekleştirilen transferlerin kompleks matematiksel hesaplamalarla doğrulanması ve bu transferlerin toplu bir hâlde blok zincirine eklenmesi sonucunda “madenciler”, yeni Bitcoin’lerle ödüllendiriliyor. 2009’da “kazılan” blok başına alınan ödül 50 Bitcoin iken bunun her 210 bin blokta yarıya düşmesi sonucunda Mayıs 2020 itibarıyla ödül 6,25 Bitcoin seviyesinde bulunuyor. Hafta sonundaki fiyatlardan hesaplayınca bu, 350 bin doların üzerinde bir rakama denk geliyor. Sistemin tasarımı gereği dolaşıma girebilecek Bitcoin sayısı azami 21 milyonken şu ana kadar 18 milyon 635 binden fazla Bitcoin üretildi. Mevcut durumda blok zincirine yaklaşık olarak her 10 dakikada bir yeni bir blok eklenirken öngörüler, tüm Bitcoin’lerin kazılmasının 2100’lerin ortalarına kadar süreceğine işaret ediyor. Sektör: Bitcoin’in ilk üretilmeye başlandığı zamanlarda kişisel bilgisayarlarda yürütülen madencilik faaliyetleri, 2013’te özel entegre devrelerle (ASIC) çalışan kazma donanımlarının piyasaya sürülmesiyle kurumsallaştı ve başlı başına bir sektör hâline geldi. ABD, Avrupa, Çin ve Rusya başta olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinde binlerce kazıcıyı tek bir çatı altında bir araya getiren Bitcoin çiftlikleri kuruldu. Bu çiftliklerin en büyük gider kalemlerinden biri elektrik. Hem kazıcıları aralıksız çalıştırmak hem de bunu sürdürebilmek için ortamı soğutmak, oldukça yoğun bir güç tüketimi gerektiriyor. Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Alternatif Finans Merkezi’nde yürütülen araştırmalar, küresel çapta Bitcoin madenciliğinin yılda 120 teravatsaatin üzerinde elektrik tükettiğini ortaya koyuyor . Bu, sektörün bir yılda Arjantin, Hollanda ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi bazı ülkelerden daha fazla elektrik tükettiği ya da sektör bir ülke olsaydı dünyada en fazla elektrik tüketen 30 ülkeden biri olacak olduğu anlamına geliyor. Yeşil endişeler: Bu denli büyük miktarlardaki elektrik tüketiminin karşılandığı enerji kaynakları ve sektörün sahip olduğu karbon ayak izi, madenciliğin çevresel etkilerine dair soru işaretleri yaratıyor. Cambridge Alternatif Finans Merkezi’ndeki araştırmalara katılan madencilerin %76’sı, enerji ihtiyaçlarını karşılamak için yenilenebilir kaynakları kullandıklarını söylüyor; ancak bulgular Bitcoin üretimi için harcanan tüm enerjinin sadece %39’unun yenilenebilir kaynaklardan geldiğini gösteriyor . Sektörün büyük oyuncularının bu konuda olumlu yönde herhangi bir adım attığını söylemek de pek mümkün değil. Örneğin, hisseleri Nasdaq’da işlem gören madencilik şirketi Marathon Patent Group, geçen yıl ekim ayında ABD’nin Montana eyaletinde kömürle çalışan bir elektrik santralinden güç alan bir veri merkezi kuracağını açıklamıştı. Karbon ayak izi tarafına baktığımızda Bitcoin Enerji Tüketimi Endeksi’ni yayımlayan Digiconomist platformunun tahminleri, madencilik faaliyetlerinin yıllık 37 milyon ton karbondioksit emisyonuna yol açtığını gösteriyor. Kıyaslamak gerekirse bu, yaklaşık olarak Yeni Zelanda’nın yıllık emisyonuna denk geliyor. Dünyada madencilik faaliyetlerinin yarısından fazlasının Avrupa gibi bu konulardaki regülasyonların görece daha sıkı olduğu yerlerdense henüz emisyonlara ilişkin yasal çerçevenin oturtulmadığı Çin’de yapılıyor olması da sektörün negatif dışsallıklarını artırıyor.

Finansın geleceğiyle yeşil gelecek bir mi?

Mart 10, 2021

·

Makale

Krizlerden kriz beğeniyoruz

Birçoğumuz Covid-19 salgınıyla boğuşurken hayatlarımızı tehdit eden diğer bir krizi, iklim krizini unuttuk. Halbuki iklim aktivisti Greta Thunberg’e göre, iklim değişikliği " en az koronavirüs kadar acil". Microsoft'un kurucusu Bill Gates’e göre ise bir şey yapılmazsa iklim krizinin durumu, savaştığımız pandemiden daha kötü bile olabilir. Üstelik, Covid-19 gibi pandemiler iklim değişikliğinin öngörülen sonuçları arasında olduğundan Covid-19’a çare bulunsa da pandemi kavramı ortadan kalkmayabilir. Peki, Covid-19, dünyanın iklim değişikliğiyle mücadelesinde nasıl bir rol oynuyor? Sokağa çıkma yasakları gerçekten de doğanın yenilenmesini sağladı mı? Bu krizden ne dersler çıkarabiliriz? Spektrum okurları için bu soruların cevaplarını aramak ve iklim krizi cephesinde yaşanan son gelişmeleri ve tartışmaları derlemek istedim. Cristina Daura Covid-19'un iklim krizine etkisi: Bu yıl Glasgow’da yapılması planlanan ve "en önemli iklim zirvesi" olarak nitelendirilen COP26 zirvesinin geçtiğimiz aylarda Covid-19 nedeniyle iptal edilmesi endişeleri beraberinde getirmişti. Öte yandan, sokağa çıkma yasaklarının gaz emisyonlarını azaltarak çevreyi iyileştireceği ve iklim krizini iyi yönde etkileyeceği umulmuştu. Birleşmiş Milletler'in geçen hafta yayımladığı rapora göre, Covid-19’un iklim değişikliği üzerindeki etkisi beklendiği gibi büyük olmadı. Araştırmaya göre, iklim krizinin geri dönüşü olmayan etkileri artmaya devam ediyor ve 2016-2020 yılları arasındaki dönem kayıt altına alınan en sıcak zaman aralığı olma özelliğini gösteriyor. Rapora göre, sokağa çıkma yasakları sera gazı salımlarında önemli ve hızlı bir azalma yaratmış olsa da dünya haziran ayında normal hayata döner dönmez durum eskiye döndü. Hatta, geçen yılın haziran ayına oranla %5 artış gözlendi. Özetle, raporun ön sözünde de vurgulandığı gibi Covid-19 hayatımızın her alanını aksaklığa uğratsa da iklim krizi ve sıcaklık artışı bundan nasibini almadan, hızlanarak artmaya devam etti. Doğal afetler ve ABD orman yangınları: Geçtiğimiz yıl gerçekleşip aylarca süren ve 8 milyon hektarlık alanı yok ederek 1 milyardan fazla hayvanın ve 25 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan Avustralya'daki orman yangınları hâlâ hatırlarımızda. Bu günlerde ise dünya ABD’nin Kaliforniya eyaletinde gerçekleşen orman yangınlarını konuşuyor. Geçtiğimiz ay ABD rekor kıran sıcaklık seviyelerine şahitlik etmiş, ağustos sonu gerçekleşen Laura kasırgası ise sezonun en yıkıcı ve tehlikeli kasırgası olarak nitelendirilmişti. Eylül ayı; Oregon, Vaşington ve Kaliforniya eyaletlerinde art arda gerçekleşen ve büyüyen mega yangınlarla başladı. Başkan Donald Trump, orman yangınlarının iklim kriziyle olan bağlantısını reddetmeye devam ederken Demokrat parti adayı Joe Biden bu yangınları "doğanın öfkesi" olarak nitelendiriyor. Çıkarılacak dersler: Görüldüğü üzere, aylar süren sokağa çıkma yasaklarından sonra dahi iklim krizi ivme kazanmaya ve yıkıcı etkilerini göstermeye devam ediyor. Aslında bu, ne kadar büyük bir tehditle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Çünkü, gaz emisyonlarını tamamen sıfırlamadığımız sürece, hâlihazırda konsantre olarak biriken gazlara sürekli yenisini eklemeye ve dünyayı ısıtmaya devam ediyoruz. Tam da bu nedenle, bir an önce hatalarımızdan ders çıkararak kararlı ve acil adımlar atmamız gerekiyor. Geçtiğimiz ay, Bill Gates, iklim kriziyle başa çıkmamız için Covid-19’dan almamız gereken derslerle ilgili bir yazı yayımlamış; bilim, inovasyon ve sürdürülebilirliğe vurgu yapmıştı. Bundan birkaç ay önce Greta Thunberg de bu konuda bir konuşma yaparak Covid-19’un politikacıların bilim insanlarına kulak vermesini ve bilime göre hareket etmesini sağladığından bahsetmişti. Görünen o ki hatalarımızdan ders çıkararak bundan sonra iklim kriziyle mücadelemizde bilimsel verilere göre hareket etmeli, köklü ve uzun vadeli çözümler üretmeye çalışmalıyız. Bill Gates’in de dediği gibi aşı bulur gibi iki yıllık bir sürede iklim krizine çare bulmamızın imkânı yok. Aksiyon zamanı!

Krizlerden kriz beğeniyoruz

Mart 10, 2021

·

Makale

İklim Adaleti Nedir?

Haftanın haberinde ele aldığımız iklim davaları aslında çok daha geniş bir hareketin parçası diyebiliriz. İklim Adaleti, iklim krizinin ayrıcalık sahibi olmayan topluluklarda farklı sosyal, ekonomik ve sağlık etkileri olduğunun altını çizen bir terim diyebiliriz. Bu yüzden iklim adaleti, Fransa’daki iklim davasında olduğu gibi, bu eşitsizliklerin direkt ele alınmasını ve uzun dönemli hafifletme ve uyum çözümleri sunulmasını hedefliyor. Özellikle kadınlar, gençleri yerli halklar ve fakir toplumların iklim krizinden farklı etkileneceğini Birleşmiş Milletler de kabul etmekte. Hatta iklim krizinin etkilerini ilk hissedeceklerin onlar olduğunun da altı çizilmekte. Fakir ve yerli halkların topraklarına kurulan fosil yakıtlı santraller ve fabrikalar, genç ve yaşlılarda daha ciddi şekilde görülen solunum ile ilgili hastalıklar, kuraklık yüzünden gıdaya ulaşım zorlukları ve adaletsizlikler sıkça gördüğümüz iklim adaletsizliklerinin bir kaçı. Ama gelecekte de iklim göçmenlerinin yaşayacağı sorunlar, gençlerin ise daha yaşanabilir bir çevreye ulaşmaktaki imkansızlıklar bu hareketin belirleyici noktalarını oluşturmakta. Bununla beraber karbon azaltımı, enerji dönüşümü ya da sellere karşı önlem almak gibi değişimler, düzgün bir şekilde dağıtılmaması bu eşitsizlikleri daha da büyütebilir. Dağıtıcı Adelet ilkesi ile salım hakları ve azaltım yükümlülüklerinin devletlerin kırılganlık seviyelerine göre paylaştırılmasıda büyük bir önem taşıyor. “Kirleten öder” ilkesinden hareketle en fazla salıma sahip olan devlet, en büyük sorumluluğa sahiptir. Endüstriyel ülkeler, geçmiş nesillerinin kalkınma mirasını devraldı ise ekolojiyi tahribattan doğan sorumluluklarını da aynı şekilde benimsemelidir. Kırılgan ülkelerin adaptasyon maliyetlerinin karşılanması, ekolojik borcun karşılanmasıdır. Bu kararlarda ise tek bir sesin değil, etkilenen tüm tarafların temsili en önemli ilkelerden biridir. Böylelikle iklim krizine sebebiyet verenler ile etkilerini hissedenlerin ihtiyaçlarına göre verilecek kararlar daha sağlam bir taslağa oturtulur. Şu anda özellikle sivil toplum kuruluşları bu toplulukları bir araya getirmek adına ve bazı durumlarda ise dava açılmasına yönelik adımların atılması için çalışmalar yapmaktalar. Bu yüzden örgütlü toplumun önemi bir kez daha anlaşılmış durumda. Daha sosyal ve daha adil bir iklim ile dünya istiyorsak siz de kendinize yakın hissettiğiniz STK’lara bireysel destek için onlarla iletişime geçebilirsiniz.

İklim Adaleti Nedir?

Mart 10, 2021

·

Makale

Elektriklendirme nedir?

İklim krizi hakkında konuşurken teknoloji hem suçlanan hem de çözüm beklenen yerlerden biri. Özellikle enerji üretimi konusunda bir türlü yenilenebilir enerjiye geçişin sağlanamaması teknolojik gelişmelerin olmamasına bağlanıyor. Bununla beraber elektrik üreten güneş enerjisi teknolojileri 1950’lerden beridir uzay araçlarında kullanılmakta. 1900’lerin başından beridir ise elektrik üreten rüzgar türbinleri tarımsal alanlarda özellikle su pompaları için kurulmaktaydı. Yani son 70 yıldır bu teknolojiler hayatımızda. Her ne kadar bu teknolojiler en başlarda pahalı olsa da, yatırım aldıkça ucuzladıklarını hatta şu anda tarihin en ucuz teknolojisinin güneş enerjisi olduğunu hatırlatalım. Şu an bile fosil yakıtlara tüm dünyanın gayri safi yurtiçi hasılasının (GDP) neredeyse %7’si devlet desteği olarak verilmekte. Yani eksik olan değişim için politik irade. Yalnız fosil yakıtlar sadece elektrik üretmek için kullanılmıyor. Ulaşımdan ısınmaya, yemek yapımından sanayi ürünlerine, direkt fosil yakıt kullanılan teknolojiler bulunmakta. Peki bu teknolojileri elektriğe döndürmek, iklim krizinin önüne geçmek için bir çözüm olabilir mi? Sayıları giderek artan biliminsanları bu soruya evet cevabını veriyor. Elektriklendirme, işte bu değişime verilen isim. Isınma veya yemek yapımı gibi teknolojilerin direkt doğalgaz ile değil, elektrik kullanılarak yapılması elektriklendirme oluyor. Bu değişimi yaşayabilecek teknolojiler her sektör için farklı. Ulaşımda, yük araçları, otobüsler ve bireysel otomobil ve motorsikletler bu değişimi şu an bile yaşamakta. Binalarda ise bazı yerlerde suyun ısınması, indüksiyon ocaklar, elektrikli fırınlar ve hatta klima gibi teknolojiler fosil yakıt ile değil, elektrik ile çalışmakta. Sanayide ise elektriklendirme, çelik, cam ve hatta petrokimya ürünlerinin üretiminde bile kullanılabilir. Aslında 1900’lerden beridir çelik üretiminde bile kullanılabilen elektrikli ark ocakları bulunmakta. Türkiye’de elektrik üretiminin %61’i doğalgaz ve yenilenebilir enerji kaynaklarından oluşan “düşük karbonlu kaynaklar”dan geliyor. Bu rakam bize tüm sektörlerde yaşanabilecek bir elektriklendirmenin benzin veya kömür değil, daha temiz kaynaklardan geleceğini gösteriyor. Tüm Dünya’da olduğu gibi yenilenebilir enerjiler artık en ucuz enerji kaynakları konumuna gelmiş durumda ve eğer mantıklı yatırımlar yapılırsa elektrik üretiminde oranları hızla artacak gibi. Bununla beraber, elektriklendirme karşısında aşılması gereken sorunlar da var. Ulaşım konusunda daha iyi batarya teknolojileri geliştirilmesi, daha hızlı şarj ve daha uzun mesafeye sahip olması gerekmekte. Sanayide ise çelikte uzun zamandır bulunsa da diğer materyallerin üretimi için kullanılan teknolojilerin hala geliştirilmesi gerekmekte. Hatta bazı durumlarda karbon yakalama teknolojileri burada daha verimli olarak gözüküyor. Ek olarak, elektriklendirme ciddi bir elektrik altyapısına sahip olmayı gerektiriyor. Bazı ülkelerde bu altyapının olmaması bu yatırımları daha pahalı hale getiriyor. Yine de elimizde ciddi bir değişim imkanı var. ABD’de yapılan bir çalışma, elektriklendirme ile seragazı salımı yapan kaynakların %63’ünün ciddi bir şekilde azalabileceği belirtilmiş. Dediğimiz gibi aslında teknoloji mevcut ama politik irade burada en önemlisi. Artık fosil yakıtlara yapılan desteğin, bu teknolojilere yapılması gerekmekte.

Elektriklendirme nedir?

Mart 10, 2021

·

Makale

Nisan 26, 2024

·

Hikaye

Akıllı ve karanlık fabrikalar

Fanuc Türkiye Genel Müdürü Endüstri 4.0; mühendislik, planlama, üretim, operasyonel ve lojistik süreçlerinde kalite, esneklik, dayanıklılık ve verimliliği artırmak üzere birbirleriyle iletişim kuran teknoloji ve cihazlara dayalı üretim süreçlerinin hayata geçirilmesi olarak özetleniyor. Dördüncü Endüstri Devrimi olarak da adlandırılan bu sürecin temel hedefi olan insansız biçimde kendi kendini yönetme kabiliyeti olan, üretimin tamamen otomatik robotlar tarafından yapıldığı karanlık fabrikaların hayata geçirilmesi. Bu hedef doğrultusunda, metodolojik olarak, ABD Federal Ticaret Komisyonu tarafından "günlük kullanımı olan nesnelerin kablolu veya kablosuz bir biçimde internete bağlanıp veri gönderip alabilmesi kabiliyeti" olarak tanımlanan Nesnelerin İnterneti (Internet of Things – IoT) ve siber sistemlerin üretim süreçlerine entegre edilmesi yönünde güçlü çalışmalar ve pratikler mevcut. Robotlu otomasyon sektörünü tam merkezine alan bu gelişmeler ışığında küresel anlamda özellikle son üç yıl baz alındığında otomasyon sektöründe bir dinamikleşmenin olduğunu net olarak söyleyebiliriz. Otomotiv başta olmak üzere birçok ana ve yan sanayide, içinde bulunduğumuz pandemi krizi öncesinde de robotlaşma yolunda yatırımlar artmaktaydı. Dijital ve karanlık fabrikalara doğru hızlı bir gidişat söz konusuydu. Küresel bir kriz ortamı yaratan, tedarik zincirlerini koparan, üretimin neredeyse tüm dünyada durma noktasına geldiği pandemi sürecinde üretiminde otomasyona geçmemiş olan yapılar ekonomik anlamda büyük hasar gördü. Üretimini dijitale aktarmış, akıllı ve karanlık fabrikalar kurgulamış, parkurlarında robotik uygulamalar oluşturmuş kuruluşlar ise üretimine kesintisiz olarak devam etti. Sadece üreticiler değil; sektörler, toplumlar, kültürler, yerel ve küresel ekonomiler altyapılarının kapsamı dâhilinde süreçten olumlu ya da olumsuz olarak etkilendi. Bu temelde özellikle Türkiye'de üreticileri Endüstri 4.0 noktasında farkındalığa sürükleyen pandemiyle bir fırsat ortamı da doğdu. Söz konusu uygulamaların bir tercih değil, geleceği şekillendirecek bir zorunluluk olduğu bu deneyim yoluyla kavrandı. Uluslararası Robot Federasyonu’nun imalat sanayinde 10 bin işçi başına düşen robot ortalamasıyla alınan robotlaşma oranına göre; küresel ortalama 74. Sanayinin lokomotif ülkeleri değerlendirildiğinde bu sayı, örneğin, Singapur’da 918, Güney Kore’de 855, Japonya’da 364. Avrupa’ya baktığımızda bu oranlar Almanya’da 346, İsveç’te 277, İtalya’da 212, Fransa’da 177. Bununla birlikte Türkiye’de bu sayı ortalama 29. Yaklaşık 795 milyar dolarlık gayri safi milli hasılayla Türkiye dünyanın en büyük 17. ekonomisi olmasına rağmen 150 milyar dolarlık otomasyon piyasasındaki cirosunu 1 milyar dolara dahi taşıyamamış durumda. Gelişmiş ülkelere baktığımızda otomasyona gayri safi milli hasıladan ayrılan pay %0,5 ilâ %2 arasında değişirken Türkiye’de bu oran %0,1. Son dönemde gelişen farkındalıkla birlikte rakamların ilerleyen dönemlerde artacağından kuşkumuz yok. İyi bir dönüm noktasındayız. Devamı kaçınılmaz olarak gelecek. IoT teknolojileriyle donatılacak gelecekte, bugünün çok daha üzerinde bir verimlilikle çalışan fabrikalar göreceğiz. Network üzerinden birbirine bağlı hareket edebilen, karar alabilen ve planlama sunabilen akıllı fabrikalarla donanarak geleceğe yön verecek teknolojilerin kullanılacağı bir platform oluşacak. Bu platform üzerinden modüler fakat kesintisiz veri akışı sağlanan, yüksek enerji verimliliğine sahip, alan tasarrufunun maksimum düzeyde elde edilebileceği ve insan-makine iş birliği üzerine kurulu yeni fırsat alanlarının açılacağı bir üretim dünyasını tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de deneyimleyeceğiz. Yolumuz açık olsun.

Akıllı ve karanlık fabrikalar

Mart 10, 2021

·

Makale

Bisiklet ülkesi: Hollanda

Bisiklet 20'nci yüzyılın başından bu yana hayatın bir parçası. Birinci Dünya Savaşı’nda Hollanda, Osmanlı ve birçoklarının bisikletli birlikleri vardı. İkinci Dünya Savaşı geldiğindeyse Hollanda’da bisikletler kıymetini koruyordu. Tazminat ödeyecek Almanya’ya, el koyulan bisikletleri de hatırlatarak verilen “ Eerst mijn fiets terug! ” (Önce bisikletimi geri ver) tepkisi bugün bir şaka veya maç tezahüratı hâline gelse de yükselen refahla bisiklet de önemini kaybetmeye başlamıştı. Buna rağmen, bugün Hollanda bir bisiklet ülkesi olarak kalabilmeyi nasıl başardı? 1950-60’lar periyotu Hollanda’da zenginleşme dönemiydi. İnsanlar zenginleştikçe arabalara talepleri arttı. Bu da bir nevi yıkımı getirdi: Şehirler araba trafiğini kaldıramıyordu. Bazı şehir meydanları otoparka dönüştürüldü, binalar yer açabilmek için yıkıldı ve kentsel tasarım değiştirildi. Arabalar daha çok alan kapladıkça bisikletler ve yayalar için kalan alan kısıtlandı. Sonunda, trafik kazaları günlük hayatın bir parçası hâline geldi: 1971 yılında 3300 kişi hayatını kaybederken aralarında 400’den fazla çocuk vardı. Bunun üzerine “ Stop de Kindermoord ” (Çocuk katlini durdurun) protestoları büyürken petrol krizi ülkeyi tamamen vurdu ve ekonomik krizi de beraberinde getirdi. 1973’te OPEC ülkeleri tarafından Hollanda’ya ambargo konulmuştu. Dönemin başbakanı ısıtmayla, ışıklandırmayla ve araçlarla ilgili tasarrufları ve petrole daha az bağımlı olmaları gerektiğini açıklıyordu. Ardından otomobilsiz pazar günleri gibi kampanyalar gelirken şehir merkezlerinden otomobiller uzaklaştırıldı. Ulaşımda reform yapılırken bisiklet kullanımı teşvik edildi. Yavaşça yasalar ve kentsel alan düzenlemesi değişiyor, özellikle çocuk ölümlerini protesto eden grupların çabası ve krizin etkisiyle artık şehirleri otomobiller için uygun hâle getirmek yerine bisiklet altyapısı kuruluyordu. Ekonomik ve sosyal nedenlerle Hollanda’nın eski günlerine ama eskisinden daha iyi koşullar altında dönmesi gerekti. Düzenlemeler, bisiklet kullanımında Tilburg’da %75, Den Haag’da %60’a varan oranlarda artışı getirdi . Kaynak: Vox Kültür mü, altyapı mı? Bugün, Hollanda’da iyileştirilen ve şehir düzeniyle başkalarınca katı sayılabilecek kurallar bütünü yaratıldı. Aslında bunlar sonuç değil, kültürle uyumun da yakalanmasıydı. Arnavutluk, Kosova ve Hollanda’dan 3 şehrin bisikletle ilişkisini inceleyen bir araştırmaya göre Hollanda’da araba sahibi olmak bir statü göstergesi olarak görülmüyor . Otomobiller gerektiğinde kullanılacak, bisikletse günlük hayatın ve bireyin parçası sayılan bir araca dönüşmüş durumda. Bugün, Hollanda’da 17 milyon kişi 22 milyon bisiklete sahip ve bireysel ulaşımın %27’si bisikletle yapılıyor . Eşitlikçi toplum yapısına sahip ülkede bisiklet gündeliğin bir parçası. Kraliyet ailesi ve başbakanın da günlük hayatlarında bisiklet kullanması, bisikletin Hollanda toplumu tarafından gündelikleştirildiği, normalleştirildiği, herkese ait kılındığı anlamına geliyor. Bir diğer deyişle, bisiklet kullanan bir başbakan ya da kraliyet ailesi mensubu tuhaf karşılanmıyor. Paranın zaman kıymeti başta olmak üzere ekonomik katkısıyla toplu taşıma araçlarının zaman çizelgesine bağlı kalmadan ve araba parkı bulmaya uğraşmadan istenen yere istenen zamanda gidebilmenin, yani özgürlüğün aracı olarak tasavvur ediliyor. Sonuçta, altyapı ve kültür birbirini besliyor. Yansımaları: Sosyal ve fiziksel altyapının beraberinde spor yatırımlarıyla bugün Hollanda’nın yaz olimpiyatlarında 49’u bisikletten toplam 285 madalyası var. Ülke, bisikletin kendi branşlarında ise daimi varlığını sürdürüyor. Erkeklerde Tom Dumoulin, Mathieu Van der Poel gibi yıldızlarla; kadınlarda Marianne Vos, Annemiek van Vleuten ve Anna van der Breggen gibi spora hükmeden isimlerle sosyal kültürün sportif başarıya dönüşümü de sağlanıyor.

Bisiklet ülkesi: Hollanda

Mart 10, 2021

·

Makale

Dikey Tarımın Sürdürülebilirliği

Görsel: The Economist Can Koyuncu Yazarlığa sahiden okumalar yaparak başladığım dönemi düşününce, 2020’nin mayıs ayına gitmem gerekiyor. Dikey tarım oldukça ilgimi çeken bir konuydu o sıralar -hâlen de öyle- ve bu işte usta olan Japon’ların birkaç kaynağını didik didik tarıyordum bir şeyler öğrenebilmek için. Belirli bir yere kadardı tabi bu kitaplardan öğrenebildiğim bilgiler, çünkü içeriğin çoğu tarımdan ziyade mühendislik ve enerji teknolojilerini ele alıyordu. Ancak o günlerdeki hayranlığım ve heyecanım yok meseleye karşı bugünlerde. Zamanında fabrikalarda yetiştirilen yeşilliklerin, otların hayran olunası görüntülerine dibim düşmüşken, şimdi çok farklı bir gözle görüyorum onları. Bu değişen düşüncelerimi bir yazıya dökeyim dedim bu nedenle. Kişisel görüşün bol olduğu bir düşünceler birliği olacak bu yazı, yani hatalı da olabilir çıkarımlarım. Bunu önden belirtmek en doğrusu olur çünkü ülkede nedense herhangi bir konuda, birkaç kaynaktan bilgi toplayan insanlar, o konunun uzmanıymış gibi davranıyor. Ben dikey tarım uzmanı değilim, olmaktan da çok uzağım. Sadece normal bir insandan belki %10 oranında daha fazla şey biliyorumdur bu konuda. Her neyse, ben başlayayım anlatmaya. Dikey Tarım Nereden Çıktı? Genel kanıya göre, Japonların 80’li senelerde geliştirmeye başladığı bir teknoloji. Peki neden Japonya? Yalnızca teknolojide çok geliştikleri için mi? Bildiğiniz gibi –ya da bilmediğiniz– Japonya adacıklardan oluşan bir ülke ve de yoğun bir bölümü dağlık. Yani milyonlarca insanın yaşaması için yeterli alan çok az. Bu yüzden yaşam alanlarının maksimize bir şekilde kullanılması gerekiyor. Hatta origami sanatı bile bundan ötürü katlama üzerine kurulu. Her ne kadar çıkış tarihi belirttiğim gibi 80’lere dayanıyorsa da hakkındaki ilk teknik olmayan, daha çok gıda tedariğinin geleceği üzerine kafa yoran kitap, Dr. Dickson Despommier’a ait. 2011 senesinde “The Vertical Farm: Feeding the World in 21. Century” adında yayınlanmış. Yapay Aydınlatmalı Bitki Fabrikası (PFAL) Nedir, Neler Gerekir? PFAL, gıda ürünlerini daha verimli şekilde üretmek için yapay aydınlatma kullanılan, onlarca dönüm araziyi işgal etmek yerine, raflar sayesinde üst üste kurulmuş bir bitki fabrikası veya tarım olanı olarak tanımlanabilir. Her rafta LED ve benzeri lambalar ile yapay ışıkta beslenen ürünler, dikey şekilde konumlandırılmış raflara yerleştirilir. Bu rafların her gibi için gerekli cihazlar kısaca klima, hava sirkülasyon fanları, karbondioksit ve besin solüsyonu besleme üniteleri ve çevresel kontrol üniteleri olarak sıralanabilir. Önceleri floresan lambalar kompakt boyutları nedeniyle kullanılırken, yakın geçmişe kadar daha tasarruflu olan LED’lere yönelim artmış. Işıklara yönelik en çok ilgimi çeken ise, belirli reçetelerle ürünün tadının değiştirilebiliyor olması. Kaynak: Food Tank Avantajlar Gıda tedarik zinciri geleceğinin biraz sallantıda olduğu yadsınamaz bir gerçek. Sürekli bir şekilde yükselişte olan insan nüfusunun 2050 senesinde 10 milyara yakın olacağı varsayımları, gittikçe azalan tarım alanları, üstüne üstlük karşımızda bir dağ gibi duran iklim krizi ve bunun getirdiği çölleşme, olağanüstü hava koşulları gibi durumlar nedeniyle geleceğin tohumları belirsizlik yaşıyor. Bu noktada dikey tarım büyük bir çare, bir destek olabilir geleneksel tarıma. Çünkü hiçbir hava koşulundan etkilenmeden, daha seri bir şekilde üretim yapılabilir. Ancak bunun için henüz erken. Teknolojinin iyileştirilmesi gerekiyor. Tatlı su kaynakları için de aynı sorun söz konusu. Tarım sektörünün, toplam su kaynaklarının %70’ini kullandığını bilmeyen kalmadı. Sulama teknolojileri her ne kadar gelişmiş olsa da yeteri kadar yaygın değiller. Bugün Anadolu’nun herhangi bir köyüne gittiğinizde bile Sümerler'den kalma antik sistemin halen kullandığına şahit olabilirsiniz. Dikey tarım bu konuya da güzel bir çözüm getirmiş ki, üretimde kullanılan su %95 oranında daha az. Bu da demek oluyor ki su savaşlarının çıkacağı tarihi bir nebze erteleyebiliriz. Ürünlerin pestisit içermediğini de varsayarsak, yıkamadan bile yenebilir bir halde pazarlanabiliyor. Bu hem su tasarrufu hem de güvenilir gıda tüketimi konusunda çok büyük bir artı. Karbon Salınımı Dikey tarımın gezegene en büyük katkısı, fabrikaların ve ünitelerin şehir sınırları içerisinde olduğundan ötürü, karbon salınımını azaltması. En azından şirketler böyle diyor. Ancak kimi bilim insanlarına göre dikey tarım ile üretilmiş bir marulun üretimi sırasında salınan karbon gazı, geleneksel yöntemlerle üretilen bir marulun 7 ila 20 katı. Yani şirketler lojistik basamağındaki salınımı ele alırken, fabrikadaki enerji tüketimini göz ardı ediyorlar. Birkaç on yıl sonra insanoğlunun fosil yakıtları bırakmak zorunda kalacağını, elektrikli otomobillerin ve tırların yaygınlaşacağını varsayarsak, aslında uzun vadede geleneksel tarım yarışı önde götürüyor. Kaynak: Webrazzi Ev Tipi Üniteler Dikey tarımcılığın ev tipi de var. Uygun boyutlarda bir üniteyi satın alıp, kendi mutfağınızda taze ürünler yetiştirebilirsiniz. Türkiye’de bu işi başlatan firmalardan biri olan Vahaa.co’ya göz atmanızı öneririm. Ancak, yine bu iş modelinde de bir enerji tüketimi engeli var. Gezegeni koruyalım derken ve belki green washing’e maruz kalırken aslında daha fazla zarar verebileceğimizi göremeyebiliriz. Sonuç olarak sıradan bir saksıda da fesleğen yetiştirebiliyoruz. Raf Ömrü ve Maliyet Ürünün raf ömrü ve besin değeri konusuna gelince, burada iyi bir artı söz konusu. Geleneksel tarımla birlikte tedarik edilen, mesela ıspanak, ürünlerin haftalarca soğuk hava depolarında beklerken yaşadıkları besin ve tazelik kaybının karşısında, henüz birkaç saat önce hasat edilmiş ürünler dururken hangisi daha çekici gelir düşünmek gerek. Ben bu noktaya dikey tarım derim, yine de hangisinin fiyatı daha uygun olacak onu da hesap etmek gerek. Günün sonunda dikey tarım şirketlerinin potansiyel müşterileri restoranlar, oteller ve catering şirketleri ve bu işletmelerin kâr marjlarına bakıldığında, kaliteli ama ucuz ürün kullanılması gerekiyor ki, işletme sahipleri gerektiği şekilde kâr edebilsin. Çevre ve doğaya çok duyarlı olunmadığı sürece bu ürünün Amerika’da üretilip, Japonya’ya sevk edilip oradan Türkiye’ye girmesi de birçoğu için sorun teşkil etmiyor. Bu yüzden potansiyel müşterileri biraz “eğitmek” gerekiyor. Kaynak: Engadget Dezavantajlar Sırf yapılabiliyor diye bir işe girmek mantıklı mıdır? Geleneksel tarımla karşılaştırıldığında, dikey tarımdaki enerji maliyeti çok ama çok yüksek. 7/24 şekilde aydınlatılması gereken bitkiler dışında, kocaman bir fabrika ortamı söz konusu. Yani yüksek işçi maliyeti gibi girdileri de hesap etmek gerek. Bu yüzden işe girişen firmaları ikiye ayırmak en doğrusu olur. Bir yanda Kimbal Musk’ın sahip olduğu Sqaure Roots gibi, asıl amacı Mars kolonisindeki insanlara bir şekilde besin sağlamak için teknoloji geliştirmeye odaklı veya Aerofarms gibi yüz milyonlarca dolar yatırım alan kocaman firmalar varken, bir yanda da 1848-1855 arasındaki Kaliforniya Altın Hücumu’nda olduğu gibi işe atlayan, ancak aynı şekilde parasal güce sahip olmayan firmalar var. İkinci kategoriye örnek olarak, işe çok yüksek beklentiler ve yatırımlarla başlayan, ancak altı sene sonra yüksek enerji giderleri nedeniyle tohum parası bile alamayacak hale gelip iflas eden FarmedHere verilebilir. 2011 senesinde kurulan FarmedHere, 90.000 metrekarelik alanıyla kısa bir sürede kendini ABD’nin en büyük dikey tarım firması olarak ilan etmişti. Ancak senede 23 milyon dolarlık satış potansiyeli ile kendine çok güvenen şirketin en büyük hatası, enerji maliyetini hesaba katmamış olmasıydı. 2017 senesinde FarmedHere CEO’su Nate Laurell’in verdiği bir demeçte, “Tarımın gerçeklerini öğrendikçe, daha farklı bir strateji izlememiz gerektiğini anladık.” diyordu. Bu nedenle aynı sene dikey tarım yatırımlarını kısarak, hidroponik tarıma yöneldiler ve meyve suyu, hazır salata işine adım attılar. Yine aynı senenin ileriki aylarında firma, mali giderler dolayısıyla dikey tarım işini kapatma kararı aldı. Özet olarak, dikey tarım etrafında oluşturulmuş bu “hype”, yalnızca gerçeklerle karşılaşıncaya kadar güzel bir atmosfer yaratıyor. Küçük Girişimlerin Anlamadığı Şey Dikey tarım henüz ürün yetiştirmek üzerine kurulu bir iş planı değil. Ortaya çıkan yeşilliklere, deney sonucu ortaya çıkan ürünler olarak bakılması gerek. Büyük şirketlerin yapmaya çalıştığı şey şu an tam da bu: Teknolojiyi geliştirip, enerji maliyetlerini düşürüp, gelecekte daha sağlam adımlarla üretime girişebilmek. Bu nedenle büyük fabrikalarda ortaya çıkan ürün sayılarını (günde 30.000 marul gibi) çok da önemsememek gerek, çünkü sürdürülebilir bir satış sağlanamıyor, sağlanması da imkânsız geldiğimiz noktada. Bu marulların 30 günde bir çıktığını varsayarsak, 30 günde bir 30.000 tohumun yeniden ekilmesi, beslenmesi, ışıklandırması ve sulanması demek. Sadede gelirsem, rasyonel bir gözle dikey tarımı incelediğimde, küçük girişimler için sürdürülebilir bir gelecek göremiyorum. Duyuru: Önümüzdeki hafta Katkı Maddesi adlı podcast'imizin yeni bölüm kayıtları için şehir dışında olmam gerekiyor. Bir haftalık ara anlamına geliyor bu da. 23 şubata kadar esen kalın. Ayrıca mail yoluyla ulaşmak isterseniz, [email protected] adresine yazabilirsiniz.

Dikey Tarımın Sürdürülebilirliği

Mart 10, 2021

·

Makale

Döngüsel Ekonomi ve Sürdürülebilirlik Arasındaki Temel Farklar

Çevre ile alakalı sorunlar, toplumların sosyal beklentileri ve global ekonominin ileriye yönelik tehditler öngörmesi döngüsel ekonomi ve sürdürülebilirlik görüşlerini farklı zamanlarda ortaya çıkarttı. Tarihsel olarak baktığımızda Döngüsel Ekonomi konseptinden neredeyse 30 yıl önce ortaya çıkmış olan Sürdürülebilirlik konsepti, belki de çok daha önceden önem vermemiz gereken bir olguydu. İklim krizi, açlık, su kaynaklarının tükenmesi gibi insanlığın sonunu hazırlayan felaketler artarken Sürdürülebilirlik de kavram olarak herkesin diline dolanmaya başladı. Bunun yanında devletler ve şirketler de yavaş yavaş benzer bir konu olan döngüsel ekonominin farkına varmaya ve bu konu üzerinde çalışmalara başladılar. İçinde bulunduğumuz lineer üretim süreçlerini tamamen döngüsel bir sisteme döndürmeyi hedefleyen bu konsept yıllar içinde önce akademik olarak daha sonra da ekonomik otoritelerce dikkat çekti ve geliştirildi. Ülkeler, büyük şirketler ve STK’lar Döngüsel Ekonomi hakkında çalışıp, bu sisteme nasıl geçilebileceğine dair kılavuzlar hazırlasalar da Sürdürülebilirlik ve Döngüsel Ekonomi arasındaki fark tam olarak netleştirilmedi. Bu yazıda sizlere bu iki önemli konsept arasındaki temel farkları ve önemli ilişkiyi anlatmaya çalışacağım ve umuyorum ki benim de daha önceleri kendime sorduğum, “Döngüsel Ekonomi ve Sürdürülebilirlik arasında ne fark var?” sorusuna temel cevaplar bulacağız. Kökeni 1700’lere dayanan “Sürdürülebilirlik” kelimesi doğanın kendi kendine üretebileceğinden daha fazla odun kesilmemesi için çıkartılan bir terim olarak geçiyor farklı kaynaklarda. Daha sonra gelişerek doğaya saygı haline geliyor ve doğanın kendi kendini yenileme hızına göre doğanın sunduğu materyallerin hammadde olarak kullanılması gerektiğini ve bunu aşan durumlara izin verilmemesi gerektiğini savunan bir düşünceye evriliyor. Tüm geçmişini bir kenara bırakırsak “Sürdürülebilirlik” yaşadığımız gezegeni yaşanılabilir halde tutacak tüm hedeflerin temelini oluşturan bir olgu diyebiliriz. Peki Döngüsel Ekonomi nasıl hayatımıza girdi? Döngüsel Ekonominin çıkış noktası Dünya’nın açık uçlu düz bir sisteme değil bunun tam aksine döngüsel, kendi içinde devamlı tekrarlayan bir sisteme sahip olduğunun öne sürülmesi ile başladı diyebiliriz. Lineer üretim süreçlerinde ortaya çıkan atıkların, farklı üretim süreçlerine hammadde sağlaması olarak basitçe açıklanabilen Döngüsel Ekonomi, temelde atık azaltmaya aynı zamanda yine de ortaya çıkan atıkların hammadde olarak yeniden kullanılmasına odaklanmaktadır. Tıpkı doğada her şeyin yeniden kullanıldığı farklı alanların olması gibi. Üretim süreçlerimiz dolayısı ile ortaya çıkan atıklar farklı üretim süreçlerinde yeniden kullanılabilir ve böylece atıkların oluşturduğu kirlilik, kullanılabilir bir hammadde haline gelebilir. Basitçe, yeni ekonomik sistemin tasarımsal olarak bilerek ve kâr amacı ile yenilendiği ve bu yenilik sonucunda üretim süreçlerinin efektif olduğu kadar kendini devamlı yenileyebilen süreçlere evirildiği, üretim süreçlerinde tüm yenilenebilir adımların atıldığı ve bu şekilde ortada kullanılmayan ve amaçsız bir biçimde atık ve dolayısı ile kirlilik oluşturacak materyal kalmamasını amaçlıyor. Sizlere biraz daha somut bilgi vermek adına iki olgu arasındaki hedef farklarına bakalım istiyorum. Sürdürülebilirlik, ekonomik, çevreci ve sosyal olarak belirlenen üç ana şart üzerine çevreci çözümleri kapsarken, Döngüsel Ekonomi sadece ekonomi temelinde materyal kullanımını maksimize edecek çözümleri süreçlere dahil ederek, atık oluşumunu farklı hammadde süreçlerine döndürüldüğü, bu sayede de şu anki lineer sistemi değiştirip iki ucu birbirine bağlı bir sistem yaratmayı hedeflemektedir. Sonuç olarak, sürdürülebilirlik ve döngüsel ekonomi, farklı çıkış noktalarından başlayarak, hedefler, sorumlular, konseptler ve amaçlar gibi pek çok farklı alanda ayrılsalar da birbirileri ile olan iç içe geçmiş ilişkileri asla göz ardı edilemez. Mevcut durumda çok daha eskiye dayanan Sürdürülebilirlik konsepti, belki de Döngüsel Ekonominin daha kapsayıcı bir hali olarak görülebilir. Döngüsel Ekonomi kadar net belirlenmiş hatlara sahip olmaması Sürdürülebilirlik konseptinin daha dışarıdan bakılan, büyük fotoğrafı gördüğü için de bunun içinde daha çok kaybolmuş bir konsept olarak düşünülebilir sanırım. Sürdürülebilirlik için bir ihtiyaç olan Döngüsel Ekonomi bizlere sorumluluk alma ve sürdürülebilirlik hedeflerini netleştirme konularında yol göstererek, daha büyük bir amaca ilerleyen yolu çizmemiz için bir kılavuz niteliğindedir demek çok da saçma olmayacaktır kanısındayım.

Döngüsel Ekonomi ve Sürdürülebilirlik Arasındaki Temel Farklar

Mart 10, 2021

·

Makale

Biz sürdürülebilirliği yanlış anladık (!)

Ben Roksan Sarfati . Etik moda savunucusu, Mah Roc markasının kurucusu ve Remake the World akımının Türkiye’deki elçisi olarak bildiklerimi paylaşmak ve birlikte doğru soruları sormak için buradayım. Detaylara inmeden önce sonucunu bilmediğimiz ve çözümünü tartıştığımız konularda bildiklerimizi tazeleyelim. Son zamanların en çok konuşulan konularından biri sürdürülebilirlik . Peki ya biz her yerde duyduğumuz ve içi boşaltılmış bu kelimeden ne anlıyoruz? Acaba sürdürülebilirliği yanlış anlamış olabilir miyiz? Bize gösterilen, tasarım süreçlerini ve modayı daha etik bir hâle getirmek, yavaş moda ilkelerini uygulamaya çalışmak; fakat bunlar, sürdürülebilirlik için yeterli mi? Pek sanmıyorum. Harcadığımız su, plastik, çöpe atılan kumaşlar, adil olmayan çalışma şartları, kadın istismarı, çevre kirliliği ve iklim krizi -farkında olsun ya da olmasın- tüm insanlığın karşı karşıya olduğu, yalnızca geleceği değil, bugünü de tehdit eden problemler arasında. Durum böyleyken bir anda tüm bu problemlerin çözümü, sanki sürdürülebilirlikte bulundu. Bu “kurtarıcı” kelimeyle bütün markalar “sürdürülebilir” kelimesi etrafında koleksiyonlar ve pazarlama stratejileri ortaya koydu, en sık kullandığımız kelimelerden biri sürdürülebilirlik oldu. Pandemiyle birlikte gelişen “sözde” farkındalığın arkasında fast fashion ve high-end markalarının yarattıkları kelime oyunlarıyla çevreye ve insanlığa verdikleri bunca zarardan ak ve pak bir şekilde sıyrılmayı hedeflemesi vardı. Bu yüzden de aslında bilinç yaratmaktan öte yeni bir “ticari trend” yaratılması söz konusu. Aslında olan şu ki; gerçekten “sürdürmenin” ötesinde günü kurtarmaya, prestij yaratmaya yönelik çözümler bulundu ve biz buna “sürdürülebilir” dedik. Oysa modada sürdürülebilirliğin olması için öncelikle sistemin kendisi, doğa ve insan üzerindeki yıpratıcı etkiyi onarmaya başlamalı ve bakış açısını değiştirmeliydi. Eskiye bakıp “Bu olmadı, yenisini yapalım” demek yerine, var olanı yeniden kullanmayı ve onarmayı öğrenmenin vakti olduğunu göremedik. Aslında bakış açımız değişmediği için bulduğumuz yeni fikirler sadece modanın devamlılığına hizmet etti, etmeye de devam ediyor. “Sürdürülebilirlik” kelime anlamının dışında çıkarak “trend” bir söylem olmaktan öteye gidemiyor. Sürdürülebilir moda yoktur: Hayal kırıklığına uğratmak isteriz; öncelikle şunu belirtelim, sürdürülebilir moda diye bir şey yoktur . Moda endüstrisinde sürdürülebilirlik çalışmaları vardır. Sektörün çevreye verdiği zararı azaltmayı ve sosyal faydayı artırmayı amaçlar. Üretimde olduğu kadar tüketimin de bilinçli olarak düzenlenmesi gerektiğini savunur. Yalnızca çevresel konuları değil, sosyal konuları da merkezine alır, bütüncül ve uzun vadeli çözüm önerileri gerektirir. İnsan hakları meselesi: “Moda ve tekstil endüstrisi, küresel iklim krizinden sorumludur ve çevreyi ciddi anlamda kirletir.”, “Moda, doğaya en çok zarar veren ve en fazla su tüketen ikinci sanayi koludur.”... Ezberlenmiş bu söylemler, modanın iklim krizi ve diğer dünya problemleri üzerindeki etkilerini anlatmakta maalesef yetersiz kalıyor. Evet doğru; moda endüstrisi doğaya en fazla zarar veren sektörlerden biri; fakat aynı zamanda insan haklarının en fazla ihlal edildiği sektörlerin de başında geliyor. Modada sürdürülebilirlik çalışmaları, dolayısıyla üretimi ve üretimde çalışan insanların refahını ve haklarını da kapsar. Bizim gördüğümüz ya da bize gösterilen Küresel Güney (Global South) ülkelerinde ağır çalışma şartları karşılığında hayatlarını geçindiremiyecek kadar az para kazanan işçilerse, buzdağının sadece görünen yüzü. Ağzımızdan düşmeyen etik moda , lokali destekleme, yerel tasarımcıdan satın alma gibi eylemler, vicdanımızı rahatlatmanın ötesine geçmiyor. Zaten adil koşullarda üretim yapan markaları destekleyerek kenara çekilmek, sistemde süregelen problemleri ortadan kaldırmaya yönelik bir adım değil. Kısaca, sorun sandığınızdan daha büyük ve belli ki ortada bir kafa karışıklığı var. Bu sebeple Atölye 'de moda endüstrisinin eğrisini doğrusunu konuşmak ve işaret etmek için buradayız; “Tasarım ve üretim süreçlerini daha etik bir hâle nasıl getiririz?” sorusunun cevaplarını hep birlikte bulmak üzere. Küreselleşmeyle ve “hazırcılıkla” yok olmaya yüz tutmuş zanaat ve anlayışı onarmanın; üretici ve tüketici, global ve yerel, duyarlı ve duyarsız herkes arasında köprü görevi görmenin tam zamanı. Çünkü hepimiz bu deliliğin içinde birlikteyiz. Ekonomik krizlerin ve iklim krizlerinin ortasında büyüyen ve sesini çıkarmaya çalışan bir neslin temsilcisi olarak tek bir şey söylüyorum: Sürdürülebilirlik ve sosyal sorumluluk eşittir; birbirini takip eder ve hayatımızın her alanında geçerlidir. Sesimizi duyurmaya çalıştığımız ‘’moda’’ dünyası aslında insanların bir araya gelerek yeni yollar bulabileceği ve üretebileceği bir platform. Bu yüzden, herkes için daha iyi olanı yaratmak üzere bir arada olmanın yolları nı bulmak ve verdiğimiz hasarı onarmak zorundayız. Önümüzdeki haftalarda “ileri dönüşüm” olarak andığımız; onarma üzerine konuşacağız.

Biz sürdürülebilirliği yanlış anladık (!)

Mart 10, 2021

·

Makale

İklime Uyum Nedir?

İklim krizi ve sürdürülebilir kalkınma konularını yakından takip ediyorsanız, hayatınıza bir sürü yeni terim girmiş demektir. Hatta bu terimler bile uzun bir süre aynı kalmamakta. Son yıllarda iklim değişikliği iklim krizi, küresel ısınma ise küresel ısıtma olarak kendine yavaş yavaş yer buluyor. Bu terimlerden aslında en önemlilerinden biri de “iklime uyum”. Genelde basında kendine çok yer bulamayan bu terim, iklim krizinin etkilerini daha çok hissettikçe daha çok kullanılacak. Çünkü bu terim, bize bu yeni Dünya’ya alışmanın yollarını anlatıyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) iklime uyumu, kesin ve olası iklim ve onun etkilerine uyum süreci olarak tanımlıyor. Peki kesin ve olası iklim nedir ve etkileri neler olacak? Aslında bunları daha önceden biliyoruz: Artan deniz suyu seviyeleri, daha güçlü ve sık yağan yağmur, daha uzun kuraklıklar, nemin azalması, fırtınalar ve buzullar ile kutupların erimesi. İklime uyum sağlamak istiyorsanız, önümüzdeki zorluklar olacak. Bu zorluklara karşı zamanlama da oldukça önemli. Zira iklim değişikliğinin belirsiz doğası yüzünden ne zaman etkileneceğimizi tam bilmiyoruz. Bununla beraber, nereyi ve nasıl etkileyeceğimizi bilmediğimiz bir zorluğa karşı çok erken davranmak istenmeyen sonuçlar doğurabilirken, geç davranmak ise hem insan yaşamı hem de ekonomik olarak büyük sorunlara yol açabilir. Bu uyum süreçleri biliminsanlarının önerileri ile beraber farklı yapılarda uygulanabilir. Adım adım yapılacak uyum süreci, belirli hedefler ile toplumu değişime hazırlarken, bu adımlar yeterli olmazsa daha kesin çözümler sunan dönüşümcü uyum süreci uygulanabilir. Burada kuraklığa uyum süreçlerini düşünebiliriz. Bunun dışında zorlukların daha tahmin edilebilir sonuçlarına göre, proaktif ve reaktif uyum süreçlerini de uygulamak mümkün. Burada ise deniz suyunun yükselmesi ve sel gibi zorlukları örnek verebiliriz. İklime uyum bu yüzden bireyden ulusala, ulusaldan uluslararasına geçen ve belirli çerçeveler ile çevrili bir değişim kapasitesine sahip olmak zorunda. Bu “uyum kapasitesi” hem bireylerin hem de kurumların olası zararlara uyumunu kolaylaştırıp, fırsatlardan yararlanıp, sonuçlara karşılık vermesini hızlandıracaktır. Ama maalesef ülkelerin uyum kapasiteleri, her ülkede aynı değil. Burada az gelişmiş ülkelerin ciddi anlamda yatırımlara ihtiyacı olacak. Hatta, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), iklim değişikliği finansmanının yarısının, yoksul ülkelerin kuraklık, yükselen deniz seviyeleri ve seller gibi küresel ısınmanın etkilerine uyum sağlamasına yardımcı olmaya harcanması gerektiğini söyledi. 2015 yılında imzalanan Paris Anlaşması ile bu gibi yatırımların yapılması konusunda ülkeler anlaşmışlardı. Bununla beraber zaman geçtikçe bu maliyet giderek artıyor. UNEP’in hazırladığı rapor, sadece gelişmekte olan ülkelerdeki uyum maliyetlerinin 2030’da 140-300 milyar dolara, 2050’de ise 280-500 milyar dolara ulaşmasını bekliyor. Bu durum aslında, gelişmiş ülkelerde de benzer durumda. Bu yüzden Birleşmiş Milletler hem iklim değişikliğine uyum finansmanının önemli bir kısmını, hem de pandemi sonrası ekonomiyi canlandıracak ekonomik paketlerin iklim krizine yönelik olmasını savunuyor. Yoksa, ortaya çıkacak “yeni” Dünya, insanların uyum sağlayamayacağı bir gezegen olabilir.

İklime Uyum Nedir?

Mart 10, 2021

·

Makale

Nisan 26, 2024

·

Hikaye

Türkiye'nin iklim değişikliği mücadelesi

Dünya Ekonomik Forumu’nun 2021’de dünyayı bekleyen en büyük riskler arasında pandemiyle birlikte ilk sıraya koyduğu iklim kriziyle mücadele konusunda son bir yılda birçok ülke çalışmalarına hız verdi. Çin, 2060 yılına kadar karbon nötr olma sözü verirken ABD Başkanı Joe Biden, göreve başladığı ilk gün Paris İklim Anlaşması’na yeniden katılma kararı aldı. Avrupa Birliği, aralık ayında karbon emisyonlarını 2030’a kadar en az %55 oranında azaltacağını açıkladı. Türkiye ise geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan ve Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un katıldığı bir toplantı düzenleyerek “İklim Değişikliğiyle Mücadele Sonuç Bildirgesi” ni açıkladı . Nedir? Küresel iklim kriziyle mücadele için oluşturulan sonuç bildirgesi, 14 maddeden oluşuyor. Bildirge çerçevesinde; iklim kanunu için temel ilke, sorumluluk ve eylemleri içeren kapsamlı bir raporun meclise sunulması, sera gazı emisyonlarının azaltılması ve iklim değişikliğine uyum sağlamasına yönelik “2050 Ulusal İklim Değişikliği Stratejisi ve Eylem Planı” nın uygulamaya konulması amaçlanıyor. Hedefler arasında Emine Erdoğan’ın uzun yıllardır desteklediği "Sıfır Atık” projesinin yaygınlaştırılması da var. Bakanlık, tüm ülkede atıkların geri kazanım oranının 2035’te %60’a çıkarılmasını ve 2050'de evsel atıkların düzenli depolama ile bertarafına son verilmesini hedefliyor. Hâlihazırda %2,5 olan arıtılarak yeniden kullanılan atık su oranı, 2023 yılında %5’e, 2030 yılında ise %15’e çıkarılacak. Elektrik üretiminde güneş enerjisi kapasitesi 10 gigavata, rüzgâr enerjisi kapasitesi de 16 gigavata yükseltilecek. Ayrıca, 2023’te binalarda kullanılan fosil yakıtlar %25 azaltılırken 2030’a kadar tüm binalara enerji kimlik belgesine sahip olma zorunluluğu getirilecek. Kalkınma meselesi: İklim mücadelesini sadece bir çevre mücadelesi değil, aynı zamanda birçok sektörü derinden etkileyen bir kalkınma meselesi olarak niteleyen Kurum, kamu ve özel sektöre yönelik birçok teşvik ve finansman imkânı geliştirileceğini vadediyor. Örneğin, önümüzdeki günlerde iklim dostu yatırımların destekleneceği ve temiz üretim teknolojilerine yatırım yapan tesislerin ödüllendirileceği bir “Emisyon Ticaret Sistemi” hayata geçirilecek. Dolayısıyla enerji ve sanayi tesislerinin iklim ve çevre dostu üretim yapmalarına yönelik ilave tedbir ve teşvikler artırılacak. Bu kapsamda, iklim değişikliği konusunda üretilen çalışmaların ve verilerin paydaşların ve kurumların erişimine açık olduğu Ulusal İklim Değişikliği Platformu ile bilimsel araştırmaların yapılacağı, politikaların belirleneceği ve takip edileceği Ulusal İklim Değişikliği Araştırma Merkezi kurulacak. Önceki adımlar: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın hazırladığı sonuç bildirgesi, aslında Türkiye’nin iklim kriziyle mücadele konusunda 2009’da hazırladığı İklim Değişikliği Stratejisi (2010-2023) ve 2011’de yayımlanan İklim Değişikliği Eylem Planı’nın devamı niteliğinde görülebilir. Türkiye, 2000’lerin başından bu yana iklim kriziyle mücadele için hazırlanan tüm uluslararası anlaşmalara taraf olurken bu anlaşmaların taahhütlerine uymak için birçok eylem planı ortaya koydu. 1992’de Rio’da kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne 2004’te, 1997’de imzalanan Kyoto Protokolü'ne 2009’da taraf olan Türkiye, Paris İklim Anlaşması’nı 2016’da imzalayan 175 ülkeden biriydi. Buna karşın, anlaşma henüz mecliste onaylanmadı. Türkiye, hâlihazırda Eritre, Güney Sudan, Irak, İran, Libya ve Yemen’le birlikte anlaşmayı onaylamayan son yedi ülke arasında yer alıyor. Paris İklim Anlaşması: Türkiye’nin anlaşmayı onaylamama konusundaki ısrarlı duruşuna geçmeden önce kısaca Paris Anlaşması’nı incelemekte fayda var. 2016’da imzalanan anlaşma, bugüne kadar iklim krizi konusunda atılan en kolektif adımlardan biri olurken hedefi, küresel sıcaklık artışını 2100 yılının sonuna kadar sanayileşme öncesi seviyelerin 1,5 °C üstü ile sınırlamak. Bu hedef, ülkelerin fosil yakıtların kullanımını giderek azaltmasını ve yenilebilir enerjiye dönüştürmesini gerektiriyor. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi gibi emsallerinin aksine Paris İklim Anlaşması, iklim kriziyle mücadelede tüm ülkelerin katkılarına dayanacak bir sistem öngörüyor. Ülkeler, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler olarak sınıflandırılırken tüm ülkelerin “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ve göreceli kabiliyetler” ilkesi çerçevesinde sorumluluk üstlenmesi bekleniyor. Anlaşmaya göre, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine maruz kalan ülkelerin uyum ve direnç kabiliyetlerinin artırılması ve sera gazı emisyon azaltım kapasitelerinin yükseltilmesi amacıyla gelişmiş ülkelerin, ihtiyacı olan gelişmekte olan ülkelere finansman, teknoloji transferi ve kapasite geliştirme imkânları sunması gerekiyor. Fakat gelişmiş ve gelişmekte olan ülke sınıflandırmasının hangi kıstaslara göre yapıldığı net bir şekilde açıklanmış değil. Zaten Türkiye’nin itirazları da bu noktada başlıyor. Türkiye’nin duruşu: Türkiye’nin anlaşmayı onaylamamasının en büyük nedeni, masadaki yerinden memnun olmaması. Anlaşmanın imzalandığı konferansta gelişmiş ülkeler arasında konumlandırılan Türkiye, doğal olarak gelişmiş ülkelerin sorumluluklarına ortak olurken finans yardımından da mahrum kalmış durumda; ancak hükümet hem nüfus hem de ekonomik anlamda “gelişmekte olan” ülke statüsünde değerlendirilmesinin daha uygun olacağını ve anlaşmanın taahhütlerini yerine getirmek için finansal desteğe ihtiyacı olacağını öne sürüyor. Hükümetin beklentileri arasında Yeşil İklim Fonu veya yoksul ve küçük ada devletlerine yapılacak olan yardımlardan ziyade emisyon azaltımı ve yenilenebilir enerji için gerekli kredilerin alınabilmesi yer alıyor . Türkiye’nin bir diğer argümanını ise iklim krizindeki tarihsel sorumluluğunun %1’in altında olması nedeniyle tarihsel sorumluluğu yüksek gelişmiş ülkelerle aynı kategoride yer almaması gerektiği oluşturuyor. Eleştiriler: Tüm beklentilere rağmen geçen hafta yayımlanan bildirgede, Paris Anlaşması’na dair herhangi bir açıklamaya yer verilmemesi hükümetin anlaşmayı onaylama noktasında yakın zamanda bir adım atmayacağını gösteriyor. Nitekim, bildirgenin çevreciler, akademisyenler ve sivil toplum kuruluşları temsilcileri tarafından yeterli bulunmamasının en büyük nedenlerinden biri olarak bu konuda kararlılık gösterilmemiş olması öne çıkıyor. Uzun vadeli sıfır emisyon tarihi verilmemesi, kısa vadede mutlak emisyon azaltım hedefinin belirlenmemesi ve kesin bir kömürden çıkış taahhüttü verilmemesi de diğer eleştiriler arasında yer alıyor . Bildirgenin Paris İklim Anlaşması kapsamında açıklanan “niyet edilen katkı beyanına” ek olarak yeni bir strateji belirlememiş olması da Türkiye’nin iklim planının yetersiz olduğuna dair seslerin yükselmesine neden oluyor.

Türkiye'nin iklim değişikliği mücadelesi

Mart 10, 2021

·

Makale

Bir şehirde bisiklet kültürü

Bisiklet manifestosu: Bisiklet nedir? Bisiklet hakkında bir manifesto yazan Aydan Çelik’in dediği gibi bisiklet; eşitliktir, özgürlüktür, kardeşliktir, tevazudur, çocukluktur, aylaklıktır, aşktır, bahardır, yazdır, kıştır ve “bi tur versene”dir. Dahası, bisiklet, bir yerden bir yere gitme amacına hizmet eden araçlar içinde en ekonomik olanıdır. Neden önemli? Bir şehri bisikletle yaşamak, şehrin tüm yapısına, dokusuna, kokusuna, sesine hakim olmak demektir aslında. Öyle ki bireyleri sosyalleştiren ve toplumu özgürleştiren etkin bir araç olan bisikletin şehir içerisindeki az kullanımı, beraberinde şehir hayatına ve şehri yaşayış biçimine olumsuz etkiler yaratabilir. Bisikletsiz bir şehir hayatında, yaşadığımız yer ve çevremizdeki insanlarla bağ kurma yeteneğimizi kaybedebiliriz. İsim-şehir-bisiklet: “Hangi şehirler bisiklet kullanımı için en iyi ve neden?” sorularını cevaplamak için“Copenhagenize Tasarım Şirketi bir endeks geliştirmiş ve bu endekste dünyanın en iyi bisiklet dostu şehirleri; Kopenhag , Amsterdam , Malmö , Utrecht , Antwerp , Berlin , Ljubljana , Tokyo , Strazburg , Bordeaux olarak belirlenmiş. Biraz daha detay: Kopenhag: Kopenhag'ın bisiklet yolu tasarımının dünyanın en iyisi olduğu düşünülüyor. Şehirde yaşayanların yaklaşık %62’si iş ya da okullarına ulaşmak için bisiklet kullanıyor. Asıl şaşırtan bilgi ise, bu amaçlarla otomobil kullananların oranının %9 olması. Bu durum kendiliğinden değil, Danimarka’nın özellikle de başkent ve bağlı belediyelerin 1980’li yıllardan itibaren ortaya koydukları daha çevreci ve kamu sağlığına önem veren politikaların bir sonucu olarak görülüyor. Amsterdam: Şehir nüfusunun %60’ı her gün bisiklet kullanarak yaklaşık 2 milyon kilometre yol kat ediyor. Nüfusun %73’ü en az bir bisiklete sahip. Ayrıca Avrupa’da insan nüfusundan fazla bisiklete sahip olan tek ülke Hollanda: Ülkede 17,5 milyon insan ve 22 milyon bisiklet var. Bisikletin Hollanda’da bu kadar tutulmasının ilk nedeni ülkenin düz olması. İkinci nedeni ise ülkenin küçük yüz ölçümü ve yoğun nüfusuna ilişkin. Üçüncü neden ise enerji krizi ve çevrecilik hareketi. Eindhoven, Hollanda Fotoğraf: Elif Bayram Malmö: İsveç’in en büyük şehirlerinden biri olan Malmö, şehir çapında yaklaşık 60 bin bisikletlik park yerine ve 470 kilometre uzunluğunda ayrılmış bisiklet yoluna sahip. Malmö’deki yetkililer, uzun zamandır şehirdeki bisiklet trafiğini arttırma yönünde çalışmalar yapıyor. “Anlamsız araba yolculuğuna son” kampanyası sayesinde şehirdeki bisikletli sayısı her geçen gün artmaya başlamış durumda. Rakamlarla bisiklet: Elbette ki bisiklet kullanmanın yararları yalnızca ulaşım ve çevre politikası gibi belirli ve yalıtılmış alanlarda değil; AB’nin sanayi politikası, istihdam, sağlık ve sosyal politikasında da görünüyor. Öyle ki AB ülkelerinde bisiklet kullanımının yarattığı ekonomik değer: 191 milyon avro çevre ve iklim , 63 milyar avro teknoloji , 10 milyon avro sosyal ilişkiler , 3 milyon avro sağlık , 131 milyon avro ekonomi, 50 milyon avro hareketlilik , 15 milyon avro enerji ve doğal ilişkiler , 20 milyon avro zaman kullanımı ve 30 milyon avro kültürel çeşitlilik şeklinde sıralanabilir. Ayrıca: Dünya Bankası’nın tahminlerine göre şu an dünyada 2 milyar adet bisiklet var. 2050 yılı itibarıyla bu sayının 5 milyara ulaşacağı düşünülüyor. Uluslararası Bisiklet Birliği’nin (UCI) “Herkes için Bisiklet” manifestosu da bisiklet kullanımının dünyanın her yerinde hava kirliliğinin azaltılması, trafik sıkışıklığının engellenmesi ve halk sağlığının iyileştirilmesi gibi acil sorunlarla mücadelede yardımcı olabileceğini söylüyor. "Yedi tepeli" şehirde bisiklet: İstanbul, yedi tepeli şehir. Sınırları içinde küçük bir ülkenin nüfusu kadar insan barındıran bir metropol. Trafiğin neredeyse hiç eksik olmadığı bu şehirde bisikletle ufak bir tur yapmak isteyen biri yaklaşık 20 kilometre içinde en az iki yokuş tırmanmak durumunda kalsa da trafikten uzaklaşmak ve şehrin kıvrımlarını yeniden öğrenebilmek için bisiklet, İstanbullulara bir alternatif sunuyor. Fakat şunu da eklemek gerekir ki bir şehirde bisiklet kullanımı ne kadar yaygınsa o kadar güvenli demektir. İstanbul'daki bisiklet kullanım oranlarına ve mevcut yollara bakacak olursak da şehrin bu anlamda güvenli olduğunu söylemek biraz güç. Bu yüzden, kolektif bir bilinç yaratmak ve bisiklet yolları için çözümler aramak hem kısa vadede hem de uzun vadede elzem. Çözüm çalışmaları: Her ne kadar henüz istenilen kullanım alışkanlığı kazandırılmış olmasa da “Marmara Turu” , BİSTANBUL Projesi , İstanbul Bisiklet Evi , Akıllı Bisiklet Güzergâhı , bisiklet toplulukları , bisiklet rotaları , bisiklet yolları ve de güncel Pop-Up Bisiklet Yolu Projesi gibi birçok fikir bir çözüm arayışının olduğunun ve bir umut olduğunun bir göstergesi olabilir.

Bir şehirde bisiklet kültürü

Mart 10, 2021

·

Makale

Avrupa Yeşil Mutabakatı Nedir? Bizi Nasıl Etkiler?

Son dönemlerde haberlerde Avrupa Yeşil Mutabakatı terimi daha fazla kullanılmaya başladı. Avrupa Birliği'nin daha sürdürülebilir ve çevreci bir ekonomiye geçiş sürecinden yaptıklarını kapsayan bu “anlaşmayı” gelin beraber inceleyelim. 2015 yılında küresel ısınmayı 2 derecenin altında tutmak için imzalanan Paris İklim Anlaşması, her ülkenin bir taahhütte bulunmasını içeriyor. Her ülke ya da birlik kendi planları üzerinden küresel ısınmaya karşı atacakları adımları bu anlaşma ile belirlemişti. Avrupa Birliği ülkeleri ise 2030 yılı için sera gazı salım hedeflerini 1990 seviyesinin %55 altında kalacak şekilde belirledi. Buna ek olarak, Avrupa Birliği sera gazı salımlarını 2050 yılında net sıfıra düşürmeyi yani saldığı sera gazı miktarı ile emilim yaptığı miktarı eşitlemeyi planlıyor. Bu tabii ki kolay ve Avrupa Birliği’nin tek başına yapabileceği bir değişim değil. Bu değişim için ortak bir anlaşma yani mutabakat ile ürünlerin döngüsel olarak tasarlanmasından yeşil alanların artırılmasına, fosil yakıt sektörüne ek vergiler getirilmesinden zehirsiz gıda üretimine kadar çok geniş, adil ve kapsayıcı yaptırımlar hedefleniyor. Avrupa Birliği ülkelerinin bütçelerini daha çevreci yapmasını hedefleyen “Yeşil Bütçe Reformu” ise bunlardan biri. Bu reform ile üye ülkeler, halihazırda var olan mali vergileri çevre lehine yeniden yapılandıracak. Bir sonraki aşamada ise üye ülkeler, amacı bütçeye gelir sağlamak olmayan, tamamen belli bir çevre sorunu ile mücadeleyi amaçlayan yeni vergiler sisteme eklenecek. Buna ek olarak Avrupa Birliği ithal ettiği ürünlerin de karbon ayak izini belgelendirmesini isteyecek. İthal ürünlerde mutabakat açık bir şekilde, toksik yapısı, karbon değerleri, döngüsel sistemi ve ormansızlaştırma oranı Avrupa Birliği Çevre Standartlarına uymayan ürünlerin ülke içine giremeyeceğini belirtiyor. Bu durum bu yasalarda oturmuş ve açık bir dili bulunmayan ve ihracatının neredeyse yarısını Avrupa Birliği ile yapan Türkiye için ciddi bir sorun yaratıyor. Bununla beraber, mutabakat ithal ürün alınan ülkelerde karbon vergisi yaptırımı varsa ve ihracat yapan şirketlere bu vergi uygulanıyorsa, karbon döngüsel yapısı konusunda kolaylık sağlayacağını belirtiyor. Bu yüzden yakın zamanda Türkiye içerisinde de, büyük ihtimalle uygulama kolaylığından, karbon vergisini konuşuyor olacağız. Yine de ürünlerimizin toksik değerleri ve döngüsel sisteme uygunluğu konusunda da ciddi şekilde atılması gereken adımlar var. Bu adımların sadece ihracat için değil, vatandaşlarımızın ve doğamızın da sağlığını korumak için atılması ise en içten dileğimiz.

Avrupa Yeşil Mutabakatı Nedir? Bizi Nasıl Etkiler?

Mart 10, 2021

·

Makale

2021 Yılında İklim Krizini Çözebilir miyiz? Belki...

Yeni yıla girmek her zaman beraberinde umudu da getirir. İnsanlar kötü alışkanlıklarını bu yıl bırakacağını söyler, her türlü diyet programı incelenir. Peki biz insanlık olarak yeni yılda iklim krizine yol açan kötü alışkanlıklarımızı bırakabilecek ve iklim diyetine başlayabilecek miyiz? Yeni yıl kararları genellikle hüsranla bitse de, iklim krizi için bu yıl gerçekten değişiklik yapabileceğimiz bir yıl olabilir. Zira bu yıl iklim krizine yönelik önemli kararların alınıp uygulanabileceği bir yıl olacak. BBC’nin iklim başmuhabiri Justin Rowlatt, bu yılın neden önemli olduğunu belirli başlıklar ile ele almış, ben de bu konseptte ilerlemek istedim. Glasgow COP26 ve Net Karbon Sıfır Kararları 2021’in Kasım ayında düzenlenecek “Taraflar Konferansı” (COP), 2015 yılında düzenlenen Paris Konferansı’ndan sonra en önemli iklim toplantılarından biri olacak gibi. Paris’te küresel ısınmayı en fazla 2 derecede tutmayı, hatta mümkünse 1,5 derecede sonlandırmayı hedefleyen ülkelerin taahhütleri, uzmanlara göre etkisiz kaldı. Zira ülkeler hedeflerini yakalayamadı, ya da Türkiye gibi bazı ülkeler ise yakalamak için hiç uğraşmadı bile. Biliminsanları bu yüzden 1,5 derecelik küresel ısınmaya en fazla 12 yıl içinde ulaşacağımızı öngörüyor. Paris Konferansında alınan bir başka karar ise 5 yılda bir bu taahhütlerin yeniden yapılandırılmasıydı. Glasgow Taraflar Konferansı da 2020’de düzenlenseydi işte bu toplantı olacaktı, ama koronavirüs salgını bu toplantıyı bir sene erteledi. Uzmanlar bu yıl düzenlenecek toplantının ise daha etkili olabileceğini savunuyor. Özellikle ABD’deki hükümet değişikliği, Avrupa Birliği’nin bu konudaki kesin adımları ve Çin’in karbon nötr hedefi 2021 yılında, diğer ülkelerin de daha ciddi taahhütler verebileceği yönündeki işaretler. Karbon salımının %28’inden sorumlu Çin’in 2060 yılında net karbon sıfır hedefini açıklaması 2020 yılının en önemli kararlarından biri idi. Bu karar üstü kapalı bir şekilde diğer ülkelere, karbon azaltma politiklarının “rekabet” açısından güvenli olacağının sinyalini verdi. İlk “net sıfır” kararını alan İngiltere ve Avrupa Birliği’ne, Çin ile birlikte artık 110 ülke katılmış durumda. Yaklaşık 30 yıl içerisinde net karbon sıfıra geçmeyi hedefleyen ülkeler, küresel ekonominin %70’ini oluşturuyor ve küresel salımının %65’inden sorumlu. Ülkeler 2021 yılında düzenlenecek Glasgow konferansında, işte bu ortak hedefe ulaşmasını kolaylaştıracak kararlar verebilir Uzmanlar bu yüzden 2021’in bir yol ayrımı olacağından bahsetmekte. Ucuz Yenilenebilir Enerji ve Yeni “Yeşil Mutabakatlar” 110 ülkenin net karbon sıfır kararı almasının arkasında aslında çok önemli bir değişiklik var. Yenilenebilir enerji kaynakları giderek ucuzluyor ve tarihin en ucuz enerji kaynakları olma yolundalar. Özellikle güneş enerjisinin geçtiğimiz yıl tarihin en ucuz enerji kaynağı olmasından sonra, karbon azaltma hesapları oldukça değişmiş durumda. Geleceği görebilen ülkeler, artık yenilenebilir enerji kaynakları ile yeni enerji yatırımlarını yapıyor ve hatta ekonomik anlamını yitirmiş kömür ve doğalgaz santrallerini kapatma kararı alıyor. Yaptıkça ucuzlayan yenilenebilir enerji kaynaklarına ana akım yatırımcılar da artık çevre STK’larının baskısı olmadan yatırım yapıyor. Bu da küresel enerji dönüşümünü daha ucuz ve rekabetçi hale getiriyor. Bu durum COVİD sonrası ekonomiyi canlandırmak için yapılacak yatırımları, daha fazla yenilenebilir enerjiye ve “daha iyisine” itiyor. Avrupa Birliği ve Biden ABD’si buna örnek olarak verilebilir. Buna ek olarak büyük ekonomilerin yeni “yeşil mutabakatları” daha fazla karbon salımı yapan ülkeler üzerine vergi yükü koymayı hedefliyor. Brezilya, Rusya, Suudi Arabistan ve hatta Türkiye gibi ülkelerin şirketleri ve hükümetleri de bu yüzden daha çevre dostu kararlar alabilir. Zira şirketler, hem toplumun hem de ihracat yaptıkları ülkelerin içerisinde müşteri kaybetmeyi ve kısa dönemde karın azalacağı yatırımları yapmaktan daha da kaçındıkları bir dönemde. Bazı finansal enstitüler şimdiden buna yönelik kararlar alsa da, Glasgow Konferansı’nda da bu konuda değişiklikler olması bekleniyor. Plansız Kararlar Bununla beraber, her iyi niyetli yeni yıl kararı gibi, ülkelerin ve şirketlerin de taahhütleri, bunları gerçekleştirecek sağlam bir plandan yoksun. Glasgow Konferansı bu yüzden büyük önem taşıyor. Birleşmiş Milletler, bu konferansta, kömür santrallerinin enerji yatırımlarından çıkmasını, fosil yakıtlara teşviklerin bitmesini ve 2050’de net sıfır karbon için küresel bir anlaşmanın devreye girmesini hedefliyor. Birbirini ortak bir gezegenin parçası değil, rakip olarak gören hükümetlerin ise bu kararları alıp, hemen uygulamasını sağlayacak ekonomik ve sosyal altyapının oluşması ise gerçek yeni yıl dileğimiz.

2021 Yılında İklim Krizini Çözebilir miyiz? Belki...

Mart 10, 2021

·

Makale

Nisan 26, 2024

·

Hikaye

İstanbul’da çöpün hikâyesi

Yaşadığımız şehirdeki ayak izlerimizin ne kadar farkındayız? Attığımız bir çöpün, açtığımız suyun nereden gelip nereye gittiğini ne kadar biliyoruz? Yaklaşık 16 milyon (kayıtlara göre) insanın yaşadığı bir ev, İstanbul. Peki evimize ne kadar iyi bakıyoruz? Maddi olarak karşılamamızın mümkün olmadığı faturalar giderek artarken bu faturaların önüne geçmek için neler yapıyoruz? Bu ve bunun gibi birçok sorunun cevabını burada arıyor, herkesi düşünmeye davet ediyoruz. Çöp... Hikâyesinin nerede başladığını herkes biliyor; peki ya nereye vardığını? Çöp vardığı yere nasıl gider, gittiğinde başına neler gelir? Çöp aslında lineer ekonominin yarattığı bir kavram. Sanayi Devrimi ve sonrasında hızla gelen endüstriyel, teknolojik ve ekonomik büyüme kişilere ve kurumlara ilerlemeyi, hep önümüze bakmayı öğütlüyor ve kimse geride bıraktıklarımıza dönüp bakmıyor. Apartman görevlisi kapının önüne bırakılan poşeti alıyor, belki geceleri apartmanın önüne yanaşan çöp kamyonunu duyuyoruz. Ya sonra? Transfer merkezine doğru: İstanbul’da her gün yaklaşık 18 bin ton evsel atık oluşuyor. Bu atıklar yaşadığınız ilçenin belediyesine bağlı atık nakliyecileri tarafından çöp kamyonlarıyla toplanıyor. Bu kamyonlarla atık aktarma istasyonuna getirilen çöpler nihai duraklarına gitmeden önce bu aktarma istasyonlarında daha büyük araçlara aktarılıyor. Bu transferin amacı hem trafik yükünü ve karbon salınımını azaltmak hem de gerekli iş gücü, yakıt, ekipman ve zamandan tasarruf sağlamak. İstanbul’da şu an aktif çalışan 8 sekiz tane transfer merkezi var. Çöpten elektriğe: Düzenli depolama alanlarının ardındaki prensip, çöpleri mümkün olan en kapsamlı şekilde gömmek. Geri dönüştürülemeyen veya kompostlaştırılamayan tüm atıklar, çöp suyunun yer altı su kaynaklarına karışmaması için sıkıştırılıp toprakla örtülüyor. Buraya kadar aslında bir kaç detay hariç bir çöpün hayatını çöplükte tamamlamasının hikâyesiyle aynı; fakat atık yönetimi burada devreye giriyor: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin girişimleriyle 1994’te kurulan İstanbul Çevre Yönetimi Sanayi ve Ticaret A.Ş. (İSTAÇ)’nin düzenli depolama alanlarına geçmesiyle birlikte, toprakla örtülen bu çöplerin çürümesiyle oluşan metan gazıyla enerji üretilmeye başlanmış. İSTAÇ , atıklardan oluşan metan gazıyla her yıl 250 bin hanenin ihtiyacını karşılayacak kadar elektrik üretiyor. Karbondioksite göre 21 kat fazla sera etkisine sahip metanın elektriğe dönüşmesiyle her yıl 6,5 milyon ton sera gazının İstanbul semalarına karışması da böylece önleniyor. Geri kazanım: Çoğumuzun geri dönüşüm için çöplerimizi ayırma alışkanlığımız yok. Tesise gelen karışık evsel atıklar arasından geri dönüştürülebilecekler önce elleçleme makineleriyle daha sonrasında da eleklerden geçirilerek ayrıştırılıyor, kapalı poşetler eleklerdeki bıçaklar tarafından parçalanıp açılıyor. Eleğin üst kısmında kalan malzemelerse elle tek tek ayıklanıyor. Atık hücrelerinde biriken ambalaj, naylon, kâğıt, karton ve tenekeler preslenerek bu malzemeleri işleyecek kuruluşlara veriliyor. Pet ve plastik şişeler ise tesiste işlenerek geri dönüştürülüyor. Bu kısımda çöpü yaratanlar olarak bize düşen geri dönüştürülebilir malzemeleri organik atıklardan ayırmak ve bu işlemi kolaylaştırmak. Tabii plastik poşetlerin makinelere takılıp zarar verme riski bulunduğundan genelde dönüşüm için tercih edilmediklerini unutmamak gerek. Kompost: En basit hâliyle, bitkilerin büyümesine yardımcı olmak için toprağa eklenen doğal ve organik malzemelere kompost diyoruz. Sebze, meyve kabukları, çay posası, taze otlar... Mutfaktan çıkan çoğu atık, geri dönüştürülebilir malzemelerden ayrıştıktan sonra fermantasyon bölümüne geliyor. Bu bölümünde sıcaklığı ve nemi kontrol edilerek komposta dönüşmek üzere sekiz hafta boyunca bekliyor. Tesiste yılda ortalama 18 bin ton organik değeri yüksek gübre üretiliyor ve bu malzeme İstanbul’daki park ve bahçelerin toprağına karıştırılıyor. Çöpün pürüzsüz ilerleyen bir yolculuğu varmış gibi görünse de tüm bu işlemler hâlâ büyük bir emek ve enerji gerektiriyor. Diğer yandan geri dönüşüm, başlı başına yeni enerji tüketimine sebep olan, zorlu bir işlem. Geri dönüşümü mümkün kılmak için yapılan ayrıştırma işlemi ise başlı başına bir problem. Pandemiyle birlikte kontrolsüz şekilde artan tıbbi atıklar da ev atıklarına karışarak bu ayrıştırma işlemini ve geri dönüşümü imkânsız hâle getiriyor. Bu yüzden çözüm, en başta az tüketmek ve az çöp çıkarmakla başlıyor. Bu yazı 18 Ekim tarihinde Aposto! İstanbul' da yayımlanmıştır.

İstanbul’da çöpün hikâyesi

Mart 10, 2021

·

Makale

İklim krizinin sanat üzerindeki yansımaları

Doğa, çok eski zamanlardan beri sanatçılar için bir ilham kaynağı oldu. Ancak son yıllarda, dünya çapında orman yangınları alevlenirken, okyanus seviyeleri yükselirken ve tüm ekosistemler çökerken, her birimiz; dolayısıyla sanatçılar da iklim krizi nin giderek artan ve kaçınılmaz etkileriyle daha çok karşı karşıya kaldı. Bu ekolojik tehlikeleri yansıtan birçok çağdaş sanatçı, çalışmalarını farkındalık yaratmak ve daha sürdürülebilir bir gelecek hayal etmek için bir platform olarak kullanarak iklim aktivisti hâline geldi. Covid-19 salgını da bize varoluşsal tehdide karşı küresel, kolektif bir eylemin mümkün olduğunu gösterdi. Sanatçıların gözünden iklim krizi Olafur Eliasson: Kavramsal sanatçı Olafur Eliasson, bu yılki Dünya Günü'nü kutlamak için bizi gezegenimiz hakkındaki dar, insan merkezli bakış açımızdan uzaklaştıracak yeni bir sanat eseri tasarladı. Earth Perspectives başlıklı katılımcı çalışma, bitkiler, hayvanlar ve diğer doğal unsurların perspektiflerini dâhil ederek haritalar, dünya ve uzay gibi yapıları yeniden tasavvur etti. Earth Perspectives , Eliasson’un iklim krizi hakkındaki ilk çalışması değil. 2019 Birleşmiş Milletler İklim Eylemi Zirvesi'ndeki sunumu, sanatın iklim değişikliğine karşı duygusal ve içgüdüsel tepkiler oluşturma yeteneğini güçlü bir şekilde göstermişti. Sanatçı geçtiğimiz yıl, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından iklim eylemi için İyi Niyet Elçisi olarak atandı. Yeni görevinde Eliasson, acil iklim eylemi için savunuculuğunu sürdürmeye kararlı görünüyor. Olafur Eliasson, Earth Perspectives Mary Mattingly: Mary Mattingly , 2016'da New York'ta başlattığı mavnaya dönüşmüş yüzen yenilebilir bir manzara olan Swale adlı çalışmasıyla tanınıyor. Halka açık sanat eseri ve kanunsuz bahçe, toplulukları kendi ürünlerini seçmeye, yerel ekolojilerle yeniden buluşturmaya davet ediyor. Mattingly, Swale 'i suya yerleştirerek, kamu arazisinde yiyecek yetiştirmeyi veya toplamayı yasa dışı kılan New York yasasını ustaca atlatmayı başardı. Proje, o kadar büyük bir ivme kazandı ki lansmanın üzerinden bir yıl geçmeden, bir New York City Parks komiseri Bronx'taki Concrete Plant Park'ta kendi halka açık yenilebilir bahçesini açtı. Mary Mattingly, Swale Edward Burtynsky: Fotoğrafçı Edward Burtynsky , 1980'lerden beri endüstrinin dünya manzaraları üzerindeki etkisinin havadan fotoğraflarını çekiyor. Sanatçı, 2010 yılındaki tarımın Kuzey İspanya üzerindeki etkisini belgeleyen keşif gezisinde, yukarıdan görülen soyutlanmış topografyanın ona Pablo Picasso’nun Guernica 'sını (1937) hatırlattığını söylüyor. “Dünya hakkında düşünme şeklimizi ve oradaki yerimizi güçlü bir şekilde değiştiren” işler üretmesiyle tanınan Burtynsky, 2005 yılında TED Ödülü'ne layık görülmüştü. Edward Burtynsky, Rice Terraces Cai Guo-Qiang: İnsan yapımı yıkımdan etkilenen sanatçı Cai Guo-Qiang , 2014'ün tamamını Şanghay'daki Power Station of Art'ta Çin'in çevresel yıkımına ışık tutmaya adadı. Cai, o yıl The Guardian'a verdiği röportajda “Eski zamanlarda insanlar çevreye daha saygılıydı." demişti. Sanatçı The Ninth Wave sergisinde tersine çevrilmiş bir güç dinamiğiyle bu yüzyılda doğanın insanlığın kaprislerinden nasıl etkilendiğini anlatıyor. Serginin açılışını başlatmak için Cai, memleketi Quanzhou'dan Şanghay'a kadar, tehlike altındaki hayvan türlerinin heykelleriyle dolu, harap olmuş bir balıkçı gemisine yelken açtı. Nuh'un Gemisi’nin bu hastalıklı canlandırması, 2013 yılında gerçekleşen, kısmen Şanghay'ın Huangpu Nehri'nde yüzen 16 bin ölü domuzun bulunduğu şok edici olaydan esinlendi. Cai Guo-Qiang, The Ninth Wave Allison Janae Hamilton: Allison Janae Hamilton , manzaralarımıza dâhil edilmiş sosyal tarihlerden yararlanarak, doğal afet söz konusu olduğunda, beyaz olmayan insanların her zaman ön saflarda olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Sanatçının The peo-ple cried mer-cy in the storm (2018) başlıklı unutulmaz çalışması, iki tarihî fırtına nedeniyle ölen ve işaretsiz toplu mezarlara gömülen binlerce siyah göçmen işçiyi anıyor: 1926 Büyük Miami Kasırgası ve 1928 Okeechobee Kasırgası. Hamilton, iklimle ilgili bu felaketlerin önceden var olan sosyal eşitsizlikleri nasıl ortaya çıkardığına ışık tutuyor. Allison Janae Hamilton, The peo-ple cried mer-cy in the storm Bu yazı 18 Aralık 2020 tarihinde Duende 'de yayımlanmıştır.

İklim krizinin sanat üzerindeki yansımaları

Mart 10, 2021

·

Makale

Ekofeminizm Nedir?

Haftanın haberinde de belirttiğimiz üzere, iklim krizi her cinsiyeti eşit anlamda etkilemiyor. Kadınlar iklim krizinden erkeklerden daha yüksek oranlarda etkilenirken, bunun sebebini cinsiyetlerde değil, aslında cinsiyet üzerinden alınan kararlarda aramak lazım. İşte bu fikirden ortaya çıkan ve ilk kez 1974 yılında kullanılan ekofeminizm terimi, feminizmin kadın ve doğa arasındaki bağlantılarını bir araya getirir. Bu yaklaşım, kadın ile doğanın geçmişinin birbirine çok benzediğini vurgulamakta, sorunlarının kaynağının ataerkil toplum düzeni olduğunu savunmaktadır. Özellikle daha maskülen olarak görülen, domine etme odaklı ve agresif politikaların ve bunu barındıran bireylerin bu düzeni belirlediğini belirtilmekte. Ekofeminizm aynı zamanda iklim krizinden kadınların daha fazla etkilendiğine de dikkat çekerek, farklı alt kollarda buna karşı felsefe ve politikalar üretmekte. Özellikle son dönemlerde vejetaryen ve vegan ekofeminizm ve ekonomik ekofeminizm politikaları gündeme en çok yerleşen alt kollardan bir kaçı. Yine de bahsettiğimiz gibi, bu kollar köklerinde eril ve sahip olmaya yönelik felsefelerin, doğa ve kültür arasındaki bağı kopardığını ve doğa da dahil olmak üzere dışlanmış grupların negatif etkilendiğini savunmakta. İlk olarak bu terimi kullanan Françoise d'Eaubonne da kadınların, ten rengi farklı olanlar ve de fakirlerin üzerindeki baskı ile haklarından mahrum edilmesinin de doğanın giderek bozulmasının da üzerinde ataerkil baskıcılığı görüyordu. Son dönemlerde ise Vandana Shiva, Carolyn Merchant, Val Blumwood, Greta Gaard gibi isimler ekofeminizm tartışmalarını genişleten bireyler oldu. 50 yıldan uzun bir süredir gelişen ekofeminizmin ismi belki direkt olarak duyulmasa da, daha adil bir toplum isteyen modern iklim hareketinin içerisinde bu tartışmalar kendine yer bulmuş durumda. Modern ekonomik sistemlerin kadınlar, azınlıklar ve doğaya karşı eşit olmadığı, baskıcı kültürün itina ve özen kültürüne dönüşmesi, tüm baskıların aslında aynı kökenden geldiği ve bunu anlamanın iklim krizini çözmenin merkezinde olduğu tartışmaları iklim hareketine yol vermekte. Kısacası, ekofeminizm, hem haklarından mahrum edilenlerin karar mekanizmalarına katılmasını hem de doğanın yeniden canlandırılmasını savunmakta. Türkiye’de bu tartışmaları daha fazla keşfetmek için Yeni İnsan Yayınlarından çıkan Emet Değirmenci'nin Kadınlar Ekolojik Dönüşümde kitabına ve de Heinrich Böll Stiftung Derneğinin Ekolojik Dönüşümde Feminist Tartışmalar kitabına göz atabilirsiniz. Kapak Fotoğrafı: @selfwayblo g

Ekofeminizm Nedir?

Mart 10, 2021

·

Makale

Nisan 26, 2024

·

Hikaye

Nisan 26, 2024

·

Hikaye

19 Mart Küresel İklim Grevi: #BoşVaatlerİstemiyoruz

19 Mart Cuma günü, iklim aktivistlerinin çağrısı ile Küresel İklim Grevi düzenlenecek. Yedinci Küresel İklim Grevi’nin bu yılki mesajı ise “Artık Boş Vaatler İstemiyoruz!” Aslında her şey İsveç’in Stockholm kentinde, genç bir kızın her Cuma “okul grevi” adı altında düzenlediği eylemler ile başladı. 15 yaşındaki Greta elinde “İklim için Okul Grevi” yazılı pankartı ile İsveç Parlamentosu’nun önünde, hükümetinin karbon salımını azaltması ve geleceğini güvence alması için yetkililere çağrı yapıyordu. İlk başlarda kimsenin katılmadığı bu protestolar, giderek büyüdü ve Gelecek için Cumalar (Fridays For Future) hareketini doğurdu. 2018 yılının Kasım ayında ise Greta’nın iklim için okul grevleri 270 şehirde düzenlenerek küresel seviyeye ulaştı. Bu dönemden sonra Küresel İklim Grevleri başlığı ile yedi eylem düzenlendi ve milyonlarca insan bu eylemlerde sesini daha yaşanabilir bir geçecek hakkı için duyurdu. Küresel İklim Grevleri her ne kadar yereli merkezine koyan bir organizasyonu önerse de, bazı grevlerde uluslararası mesajlar da verilmekte. Okullarda iklim eğitimi verilmesinden, iklim adaletine kadar geniş çaplı konular ele alınsa da, aslında her grevin ortak mesajı bilimin dinlenmesi. Küresel iklim grevleri, özellikle şu anda fosil yakıt sektörü ve küresel hükümetlerde sorumlu bulunan yetişkinlerin harekete geçmediğinin altını çiziyor. Genç iklim aktivistleri bu yetişkinlerin harekete geçip, özellikle fosil yakıtların durdurulmasına yönelik biliminsanlarının önerilerini takip etmesini talep ediyor. Biliminsanları da aynı şekilde gençlerin çağrılarına kulak verilmesini öneriyor. Gelecek için Biliminsanları adlı bir grup da dahil olmak üzere, bir çok organizasyon gençlere destek vermiş durumda. Peki 19 Mart Küresel İklim Grevi, “Artık Boş Vaatler İstemiyoruz“ diyerek neler talep ediyor? Küresel İklim Grevi, her yıl daha da artan sıcaklıklar dikkate alarak, iklim ve ekolojik krizin bir kriz gibi ele alınmasını talep ediyor. Bu da dünya liderlerinin acil harekete geçmesi ve artık boş vaatler vermemesi anlamına geliyor. Küresel İklim Grevi, özellikle bazı konu başlıklarını öne çıkarmış. Bunlardan ilki fosil yakıt aranması ve çıkarımı için yapılan yatırımların durdurulması. Bunu gerçekleştirmek için hükümetlerin, finansal kurumların ve şirketlerin fosil yakıtlara verilen desteği kesmeleri ve yatırımlarını tamamen fosil yakıtlardan çekmeleri talep ediliyor. Buna ek olarak tüm yeni fosil yakıt projeleri için moratoryum ilan edilmesi de önerilmekte. Küresel İklim Grevi aynı zamanda şu andaki en iyi bilimsel veriler ve küresel ısınmayı 1,5 derecenin altında tutan IPCC önerisini de hedef alan yıllık ve bağlayıcı karbon bütçelerinin oluşturulmasını talep etmekte. Bu bütçelerin dağıtımında ise ülkelerin ortak ama farklı sorumlulukları dikkate alınması ve gelecekteki karbon azaltım teknolojileri ile değişime uğramaması önemle belirtilmiş. İklim krizi ele alınırken, ekonomik, ırksal ve cinsel adaleti göz önünde tutan politikalar oluşturulması Küresel İklim Grevi’nin bir diğer talebi. Buna ek olarak bu politikaların oluşturulmasında yani iklime yönelik karar alma sistemlerine de dikkat çekilmiş. Özellikle, yasaların değişmesine olanak sağlayan ortamlar oluşturarak, demokrasiyi korumak da küresel iklim grevinin talepleri arasında. Yerel halkların, çiftçilerin, iklim aktivistlerinin dinlenmeli ve ilk sıraua alınmalı, hükümetler eleştirilere açık olmalı. Son olarak ise ekolojik tahribatın ya da eko-kırımın uluslararası bir suç sayılıp Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde ele alınması da Küresel İklim Grevi’nin bir talebi. Gezegene ve insanlığa aynı zamanda ekolojik sisteme büyük zararlar veren aşırı kaynak çıkarımına yol açanların sorumlu tutulması talep edilmekte. İşte bu talepleri merkezine alan ve Artık Boş Vaatler İstemiyoruz mesajı ile harekete geçecek Küresel İklim Grevi, Türkiye’de dahil olmak üzere her ülkede eyleme geçecek. Gelecek için Cumalar Türkiye hareketi, farklı şehirlerde fiziksel eylem yapacaklarını duyursalar da, pandemi nedeni ile bu eylemleri katılıma kapalı gerçekleştirecekler. Bunun yerine, 18 Mart Perşembe akşamı düzenlenecek bir dijital etkinlik ile aktivistler, iklim krizi ve taleplerini bir söyleşi ile duyuracak . Buna ek olarak 19 Mart günü de canlı yayınlar eşliğinde eylemlerini gerçekleştirecekler. Bu etkinliklerden haberdar olmak için buraya tıklayabilirsiniz. Aynı zamanda Gelecek için Cumalar hareketine destek için siz de #BoşVaatlerİstemiyoruz etiketine kullanarak bir gönderi paylaşabilir ve iklim krizine dikkat çekebilirsiniz.

19 Mart Küresel İklim Grevi: #BoşVaatlerİstemiyoruz

Mart 16, 2021

·

Makale

TÜKETİYOR MUYUZ? TÜKENİYOR MUYUZ?

Merve Odabaş Bir markanın ürününü satın almak, markanın geleceğine yatırım yaptığımız anlamına gelir. Ürettikleri ürünü, üretmeye devam etmeleri için markaya finansman sağlarız. Bu sebeple bilinçli tüketim, satın almanın gücünün farkına varmakla başlar. Bilinçli tüketici, çevre ve sosyal bilincin farkında olan, etik ve adil şartlarda üretimi destekleyen, markalardan şeffaflık talep eden ve sorgulayan kişidir. İçinde bulunduğumuz dünya düzeni hem doğayı hem de bizleri zehirliyor. Bu zehri besleyen etkenlerden en büyüğü; aşırı ve bilinçsiz tüketim. Moda endüstrisi, son 10 yıldır benimsediği ve pazarladığı “hızlı moda” anlayışıyla birlikte yalnızca doğal kaynakları değil, insanı ve iş gücünü de saygısızca sömürüyor. Tükenen kaynaklar, iklim krizi, su kıtlığı ve birçok çevresel problem; aşırı tüketimin sonucunda, doğanın insanlığa karşı sesini duyurmaya çalıştığı bir yardım çığlığı. Bu sebeple insanlık olarak, kendimize “Neden bilinçli tüketmeliyim?” sorusunu sormak yerine “Geç mi kaldım?” sorusunu sormanın zamanı geldi. NE OLDU DA BİLİNCİMİZİ KAYBETTİK? Tüketiciler, hızlı moda anlayışını benimsemeden önce büyük ölçüde ihtiyaca yönelik tüketim gerçekleştirirken, ihtiyaç dışı tüketim israf olarak yargılanırdı. Şu anda rahat bir şekilde erişebildiğimiz, tüketebildiğimiz veya tüketmek zorunda hissettiğimiz her şey aslında geçmişte lüksten ibaretti. Günümüz dünyasında yargıların birçoğu değişti. Tüketim, artık bir var olma hâline gelmiş durumda; alışveriş alışkanlıklarımız, çağın hızıyla doğru orantılı şekilde büyüyor. Tüketim motivasyonumuz ihtiyaçlarımıza yönelmek yerine, arzularımıza yönelmeye başladı. Kıyafetlerimize, çantalarımıza, ayakkabılarımıza yüklediğimiz anlamlar haddini aştı. Yeni dünya düzeninde insanlar artık sahip oldukları nesnelerle tanınır hâle geldi. Nesnenin kendine ait bir anlamı yoktu, anlam yükleyen biz insanlardık. Yeni dünya düzeninin büyük katkılarıyla, istek ve taleplerimiz özgün olmaktan çok “başkası gibi olmak” üzerine kuruldu. Medya, ürünlerin reklamını yapmaktan ziyade, tüketimi bir yaşam biçimi olarak özendirme hizmeti sunmayı amaç edindi. İhtiyaç manipülasyonu yapılarak, ihtiyacımız olmayan ürünlere ihtiyaç duyuyormuş gibi hissetmemiz hedeflendi. Maalesef başarıya da ulaştı. Özellikle, Black Friday ve benzeri kampanyalarda, tüketicilerin zihninde bir aciliyet duygusu yaratmak amaçlandı, “sınırlı zaman” ve “stoklar tükeniyor” gibi ifadeler, kaçırma korkusunu tetikledi. Markalar, bu stratejilerle birlikte tüketici üzerinde bilinçli bir psikolojik baskı yarattı. Greenpeace’in verilerine göre kampanya dönemlerinde tüketiciler, sezon dönemlerine kıyasla ortalama %60 daha fazla kıyafet satın alıyor. Satın alınan ürünler, kaçırma korkusu sebebiyle bilinçsiz bir şekilde tercih edildiği için gardırobumuzdaki ömürleri maalesef çok kısa oluyor. Birleşik Krallık’taki vatandaşların %21’i, 2019 yılında Black Friday ve benzeri indirim günlerinde, daha sonra pişman oldukları ürünler satın aldıklarını söylüyor. Kampanyaların ardından 362 milyon avro değerinde ürün mağazalara iade ediliyor. Peki sizce, bu düzenin sürdürülebilir olma ihtimali var mı? WWF’in verilerine göre moda endüstrisi şu anki düzende ilerlemeye devam ederse, insanlık 2050 yılına kadar iki gezegen değerinde kaynağa ihtiyaç duyabilir. Yani, sürdürülemez. ANAHTAR KELİMELER: GERÇEK İHTİYAÇ Alışveriş yapmak, maalesef her zaman sadece satın almak demek değildir. Satın aldığınız herhangi bir ürün sizi mutlu edebilir, daha başarılı hissettirebilir veya özgüveninizi arttırabilir. Bu noktada kendimizi suçlamadan, hayatımızdaki duyguları konumlandırdığımız yere yoğunlaşmak gerekir. Gardırobumuzda hâlihazırda 10 çeşit pantolon olmasına rağmen yeni bir pantolona ihtiyacımız olduğunu düşünüyorsak, kendimizi kandırmaktan başka bir şey yapmıyoruz demektir. Tüketim için kendimize bahaneler bulmamız, yaşadığımız düzende bize ve dünyaya zarar vermekten başka bir işe yaramaz. Hatta düzeni desteklediğimiz anlamına gelir. Bu yüzden gerçek ihtiyaçlarımızı belirlemek, tekrar tekrar üzerinden geçmek, bizi caydırmak için dönen kampanyalar ve bizi dürten sahip olma arzusuna karşı koymak gerekir. Kulağa kolay gelmese de küçük adımlar, bütün süreci etkileyebilir ve satın alma alışkanlıklarımızı değiştirmemize yardımcı olabilir. ADIMLAR Bilinçli tüketici olma yolunda, herhangi bir ürünü satın almadan önce kendimize soracağımız birkaç soru düşündüğümüzden daha büyük etkiler yaratabilir. Bu soruları kendimize yöneltmeyi bir alışkanlık hâline getirebilirsek, zamanla alışveriş alışkanlıklarımız değişecektir. İhtiyacım var mı yoksa anlık bir karar mı veriyorum? Ne sıklıkla kullanacağım? Önümüzdeki sezon kullanabilir miyim? Tarzıma uygun mu yoksa trend olduğu için mi satın alıyorum? Ürün kaliteli ve dayanıklı mı yoksa sadece uygun fiyatlı olduğu için mi satın alıyorum? Hızlı moda markalarını neden tercih ediyorum? Yerel markaları tercih edebilir miyim? Tercih ettiğim markanın etik ve adil şartlar altında üretim yaptığından emin miyim? Not: Kendine karşı dürüst ol. Birçok veriye bir anda eriştiğimizde yaşadığımız farkındalık bizi zaman zaman korkutabilir. Suçluluk hissedebilir, bir şeyleri yapmak için çok geç kaldığımızı düşünebiliriz. Evet belki de insanlık olarak birçok şeyin farkına varmak için geç kaldık. Belki de o yardım çığlığını çok geç duyduk; ama duyduk. Şimdi harekete geçme zamanı.

TÜKETİYOR MUYUZ? TÜKENİYOR MUYUZ?

Mart 21, 2021

·

Makale

Sıfır karbon emisyonu yolculuğu

Neslihan Saydam İllüstrasyon: Ayşe Ezgi Yıldız “Petrol ve gaz endüstrisi, kendisini yeni kıstas haline gelen 2050 yılına kadar net sıfır karbon politikasına göre ayarlıyor. Bu noktaya ulaşmak için yeni yol haritasının ne olacağı hakkındaki stratejiler ve düşüncelerde ise birçok çeşitlilik söz konusu. Fakat öne çıkan konuların ana kesişim noktası; hidrojen, karbon yakalama, inovasyon ve büyük ölçekte çalışabilen mühendislik becerisine sahip geniş çaplı şirketlere duyulan ihtiyaç. İşte petrol ve gaz endüstrisinin bulunduğu nokta burası.” Enerji uzmanı Daniel Yergin , mart ayının ilk haftası düzenlenen ve dünyanın en önemli enerji etkinliklerinden biri olan CERAWEEK’te karbon salımı konusunda enerji dünyasının bulunduğu noktayı bu sözlerle ortaya koyuyor. Her yıl enerji alanında uzman isimlerin ve üst düzey yöneticilerin arasında bulunduğu birçok konuşmacıyı ağırlayan etkinliğin bu yılki odağında iklim ve geleceğin şekillendirilmesi vardı. Bu durum, yakın dönemde petrol şirketlerinin karbon ayak izini azaltma yönündeki açıklamalarıyla birlikte değerlendirildiğinde 2021'de enerji dünyasının gündeminin "karbon salımı" etrafında şekilleneceği anlaşılıyor. Neler oldu? Dünyada fosil yakıt tüketiminin giderek artmasıyla birlikte bu yakıtların üretimiyle atmosfere salınan karbonun zararları en çok tartışılan konulardan biri hâline geldi. Buna karşın petrol şirketleri, karbon salımını azaltacak yatırımların maliyetlerinin çok yüksek olması nedeniyle uzun yıllar bu yönde kayda değer bir adım atmaktan kaçındı. Son birkaç ayda ise birçok enerji firması, karbon salımlarını azaltmaya yönelik açıklamalarda bulunmaya başladı. BP, Royal Dutch Shell, Total ve Eni gibi yenilenebilir enerji yatırımları bulunan Avrupa merkezli şirketler ile Chevron ve Exxon Mobil gibi yalnızca fosil yakıt üreten ABD merkezli şirketler, en geç 2050 yılına kadar karbon emisyonlarını belli oranlarda düşüreceklerini; hatta sıfırlayacaklarını açıkladı. Uluslararası şirketlerin yanı sıra ADNOC (Abu Dhabi National Oil Company) ve Saudi Aramco gibi ulusal petrol şirketleri de karbon emisyonlarını azaltma ve yenilenebilir enerjinin üretim hacimlerindeki payını artırma yönündeki hedeflerini ortaya koyan açıklamalarda bulundu. Şirketlerin hamleleri: BP, Birleşik Krallık’ın Teesside ve Humber bölgelerinde kurmayı planladığı iki ayrı karbon yakalama projesiyle Eni, Equinor, Shell ve Total gibi petrol devlerini bir araya getirerek 2050 yılında sıfır karbon hedefine ulaşmak için adım attı . Diğer yandan Shell, net karbon yoğunluğunu 2023 yılına kadar 2016 seviyelerine göre %6 ila %8 arasında azaltmayı hedefliyor. Hedef, bu rakamı 2030'da %20'ye; 2035'te %45'e ve 2050 itibarıyla %100'e kadar azaltmak. Bu doğrultuda yenilenebilir enerjiye yıllık 2 ila 3 dolarlık yatırım yapılması planlanıyor. Total, temiz enerji yatırımlarını artırarak bir kendisini geniş enerji şirketi ( broad energy company ) olarak konumlamak için çalışmalara başladı. ADNOC ile 2020 sonunda bir anlaşma imzalayan şirket, düşük karbon teknolojilerini bir araya getirerek 2030 itibarıyla karbon salımını %30 azaltmayı hedefliyor. ExxonMobil, şubat ayında bir açıklama yaparak karbon emisyonlarını düşüren enerji projelerine önümüzdeki beş yılda 3 milyar dolar yatırım yapacağını söyledi. Şirket, ExxonMobil Low Carbon Solutions adlı yeni bir oluşum kurarak ABD, Hollanda, Singapur ve Katar’ın da dâhil olduğu birçok ülkede devam eden yirmi farklı karbon yakalama projesi üzerinde çalışacak. Sebepler: Enerji şirketlerinin gelecek stratejilerini “sıfır karbon emisyonu” vaatleri çerçevesinde belirlemelerinin elbette birden fazla nedeni var; ancak en önemli nedeni iklim değişikliğinin artık göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir sorun hâline gelmesi. İklim değişikliğiyle mücadele söz konusu olduğunda doğal olarak gözler, iklim krizinin en büyük tetikleyicilerinden biri olan fosil yakıt üretiminden sorumlu petrol ve doğal gaz şirketlerine dönüyor. Günümüzde hükümetler, yatırımcılar ve uluslararası anlaşmalar ve tüketiciler tarafından gelen baskılar, bu şirketleri üstlerine düşen sorumluluğu almak konusunda somut adımlar atmaya yöneltiyor. Örneğin, 2016'da imzalanan Paris İklim Anlaşması , karbon emisyonlarının azaltılması konusunda yetkililerin önüne net hedefler koydu. Öte yandan, hükümetler de son dönemdeki politikalarıyla petrol şirketlerinin üzerinde baskı yaratıyor. Joe Biden'ın temiz enerji planı için 2 trilyon dolar kaynak ayıracağını açıklaması; Çin’in 2060'a kadar karbon emisyonlarını sıfıra indireceğini taahhüt etmesi ve Avrupa Yeşil Anlaşması, petrol şirketlerini hem bu politikalara uyum sağlamaya yöneltiyor hem de hükümet desteğiyle bu alandaki yatırımlarını daha öz güvenli yapmalarını sağlıyor . Yalnızca hükümetler değil; iş dünyasının tutumu da petrol şirketlerinin politikalarında belirleyici rol oynuyor. Pandemi döneminde petrol talebinin azalması ve fiyatlarda yaşanan düşüş, sektöre duyulan güvenin azalmasına neden olurken bu süreci daha stabil atlatan yenilenebilir enerji şirketleri, düşük karbonlu enerji kaynaklarına duyulan güvenin artmasına ve karbon salımını azaltacak teknolojilere yapılan yatırımların yükselmesine neden oldu. Nitekim, Elon Musk’ın geçtiğimiz günlerde karbon yakalama teknolojilerine 100 milyon dolar yatırım yapacağını açıklaması da iş dünyasının gelecekte bu alandaki yatırımlarını artıracağına dair bir işaret olarak görülüyor . Kullanılan teknolojiler: Petrol şirketlerinin karbon emisyonlarını azaltma doğrultusundaki en büyük adımı, yenilenebilir enerji kaynaklarına yaptıkları yatırımı artırmak. Her ne kadar yenilenebilir kaynakların bu şirketlerin üretimindeki payı artsa da iklim değişikliğinin önüne geçebilmek için atmosferdeki toplam karbon miktarının azaltılması gerekiyor. Fosil yakıtlarda karbon emisyonlarını azaltmak için kullanılan teknolojilerin başında karbon yakalama, kullanma ve depolama (KKYD) geliyor. Bu yöntem, fabrikalar ve enerji santralleri tarafından üretilen karbondioksitin atmosfere ulaşmasını ve küresel ısınmayı artırmasını engelleyebilen farklı teknolojileri kapsıyor. KKYD'nin en basit uygulamalarından biri, fabrika bacalarına karbon salımı olmadan önce moleküllerini hapseden çözücü filtreler takmak. Bu filtrede birikenler, daha sonra kullanılabileceği veya depolanabileceği yerlere aktarılıyor. Karbondioksitin çoğu fosil yakıtların geldiği yer altına pompalanıyor; ancak bir kısmı, plastik yapmak ve sera bitkileri yetiştirmek gibi amaçlarla kullanılıyor. Eğer tutulan karbonun son durağı bir depo alanı değil de bir diğer ürüne dönüştürüp kullanmak ise bu yönteme karbon yakalama ve yararlanma deniliyor. Kısaca karbon yakalama olarak adlandırılan bu yöntemin iklim değişikliğinin önüne geçmek için kullanılabilecek bir yol olarak görülmesi görece yeni sayılır. 1980’lere kadar petrol rezervlerinin yenilenmesi için kullanılan bu yöntem, o yıllardan sonra iklim meselesiyle birlikte gündeme gelmeye başlasa da bu yönde yapılan yatırımlar ancak 2017 yılı itibariyle artışa geçti . KYKD yatırımları petrol şirketleri için oldukça maliyetli yatırımlar; ancak şirketler bu yatırımlar sayesinde bir yandan alternatif iş kollarında faaliyet gösterme imkânı bulurken diğer yandan da piyasanın taleplerine cevap veren şirketler hâline gelerek sürdürülebilir bir büyüme yakalıyor. Bu da şirketlerin uzun vadede değer kazanarak yatırımlarının karşılığını alacağına dair sinyaller veriyor. İklim krizine etki: Uluslararası Enerji Ajansı’na (IEA) göre KYKD projeleri olmadan enerji ve iklim hedeflerine ulaşmak imkânsız; fakat mevcut durumda yürütülen projeler, belirlenen hedeflere ulaşmak için ihtiyaç duyulanın bir hayli altında. IEA'in 2009’daki “2020’de yıllık 300 milyon ton karbon depolanması için 100 geniş çaplı projenin hayata geçirilmesi” çağrısına rağmen hâlihazırda sadece yıllık 40 milyon ton karbon depolanmasına imkân sağlayan yaklaşık 20 civarında işleyen proje var. Bu projelerin yakaladığı karbon oranı ise yıllık salımın yalnızca %0,1’i . Dolasıyla karbon depolanması konusunda katedilmesi gereken uzun bir yol olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ne var ki, iklim kriziyle mücadelede KYKD projelerinin sayısının artması gerektiği fikrine karşı bu projelerin yalnızca fosil yakıt tüketimini sürdürmek ve yenilenebilir enerjiye geçişi yavaşlatmak için kullanıldığını düşünenlerin olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Sıfır karbon emisyonu yolculuğu

Mart 22, 2021

·

Makale

Tek Çözüm Fosil Yakıtları Azaltmak

İklim krizi bağlamında alabileceğimiz önlemleri kabaca iki grupta toplamak mümkün: Başımız ciddi olarak belaya girmeden yapmamız gerekenler ve başımız ciddi olarak belaya girmeden yapmak zorunda kalacaklarımız. Ba ş ımız belaya girmeden yapmamız gerekenler aslında nispeten basit. Kömür, petrol ve doğal gaz salmayı bırakamasak bile, mümkün olduğunca azaltmak. Dünyadaki ülkeler sırayla net sıfır karbon olacakları seneyi açıklıyorlar. Net sıfır karbon salıyor olmak, havaya hiç karbondioksit salmamak anlamına gelmiyor. Net sıfır karbon, doğanın emebileceğinden fazla karbondioksit salmamak demek. Yani ülkemiz belirli bir miktarda sera gazı salarak net sıfır karbon olabilir, ancak bu “belirli bir miktar” kesinlikle bugünkünden çok daha az olacaktır. Hepimizin tahmin edebileceği üzere “Doğanın emebileceği karbondioksit miktarı” oldukça tartışmalı olabilecek bir konu. Ama gene de doğanın emebileceğinden her ülkeye düşen kısım üzerinde anlaşabileceğimizi varsayarsak, 2050-2070 yılları arasında bir zaman tüm ülkeler net sıfır salım yapar hale gelebilirler. Ne yazık ki bu, insanların ve yuvamız Dünya’nın o noktaya kadar fazlasıyla ısınmış olmasını engellemeyecek. Atmosferdeki fazla karbondioksit oranı biz net sıfır salım yaptığımızda artmayacak; ama azalmayacak da. 2070 yılında azaltım planlarımız iyi gidecek olursa, atmosferde yaklaşık 500-550 ppm karbondioksit olacak ve bu da Dünya’nın o noktada 2-3 derece ısınmış olacağı ve belki 1-2 derece daha ısınmaya hazır olacağı anlamına geliyor. 3-5 derece bir ısınma ise, şu anda yaşadığımız Dünya açısından dayanılmaz bir sonuç demektir. Bunu başımızın ciddi olarak belaya girmesi olarak tanımlayabiliriz. Unutmayın, bu, elimizden geleni yaptığımız durumda karşımıza çıkacak olan senaryo. Elimizden geleni yapmadığımızda nelerle karşılaşabileceğimizi düşünmek bile istemem. Ba ş ımız belaya girdikten sonra, kesinlikle bu belaya uyum sa ğ lamaya çalı ş mak, ilk yapaca ğ ımız ş eydir. Sıcaklığa daha dayanıklı tohumlar, daha az yağış ile büyüyebilecek bitkiler yetiştirmek, denizin yükselmesinden bizi koruyacak duvarlar inşa etmek uyum örnekleri sayılabilir. Ancak bunlar belayı azaltmazlar, sadece bizim o belanın içinde hayatta kalmamıza yardımcı olurlar. Belayı azaltabilecek önemli çalışma, havadaki karbondioksidi emerek kalıcı olarak sistemden çıkartan teknolojilerdir. Bunların bir kısmını zaten doğa milyonlarca yıldır kendi kendisine uyguluyordu ve uygulamaya da devam edecek, sadece bizim istediğimiz hızda değil. Jeomühendislik uygulamaları dediklerimiz de bu uygulamaların bütünü olarak kabul edilebilir. Okyanuslardaki planktonlar atmosferdeki karbondioksidi emen en önemli kaynaklardan biridir. Bu planktonların önemli bölümü öldükten sonra dibe çöker ve okyanusun dibindeki, önemli oranda karbon içeren tortul kayaçları oluştururlar. Belirli dönemlerde İstanbul Boğazı’nı turkuvaz renge çeviren plankton patlamalarında olduğu gibi, tüm denizlerde bunu sağlamak atmosferdeki karbondioksit oranını azaltmaya yardımcı olacaktır. Yalnız daima bir şeyi tamir etmeye çalışırken başka bir şeyi bozmamak güdüsüyle hareket ettiğimiz için, böyle önlemleri almakta çekingen davranmamız normaldir. Bunun ötesinde, bu tür yöntemleri kullanmak için karbon salımlarımızı net sıfıra düşürmemiz gerekir. Yani bir yandan kömür yakarken öte yandan atmosferden karbon emebilecek riskli teknolojilere bel bağlamanın anlamı yok diye düşünüyorum. Üzerinde çok konuşulan diğer bir teknoloji ise, atmosferin üst tabakalarına Güneş ışınlarını engelleyecek tozlar saçmaktır. Bu sayede Güneş ışınları yeryüzüne ulaşarak atmosferi ısıtamaz. Ama burada da çok önemli sorunlar var. Öncelikle yer çekimi olduğu için, bu parçacıklar uzun süre atmosferde asılı kalmazlar ve birkaç sene içerisinde tekrar aşağıya düşerler. Kullanılması önerilen ucuz maddelerden biri kükürt dioksittir. Ancak kükürt dioksit, havadaki su buharı ile birleşip yere sülfürik asit olarak inmek gibi kötü bir yan etkiye de sahiptir. Gene de Dünya'yı birkaç sene serinletmek için böyle bir yönteme ihtiyaç duyabiliriz. Bu yöntem hastalığın bir çaresi değildir, sadece hastayı kısa bir süreliğine biraz rahatlatabilir. Başımıza gelen her türlü belada, teknolojinin gelip bizi kurtaracak çözümler bulacağını düşünerek içimizi rahat ettirmeye çalışıyoruz. Bu sefer durum pek öyle olmayacak gibi duruyor. Bizim öncelikle, olabildi ğ ince hızlı ş ekilde karbondioksit salımlarımızı sıfırlamamız gerekiyor ki di ğ er çözümler i ş e yaramaya ba ş lasın. Hiçbir şey için geç değil, ama bizim de fazla zamanımız kalmadı. Önlem almak için hep yarını bekledikçe kalan az zamanımız da tükeniyor.

Tek Çözüm Fosil Yakıtları Azaltmak

Mart 24, 2021

·

Makale

İklim değişiyor. Mimarlık da değişmeli!

İklim dostu diyebileceğimiz “doğa ile uyumlu mimarlık” ve sürdürülebilirlik konusunda her zaman tutkuluyum. Dünya bizim yuvamız. Yok etmek yerine tekrar yaşanabilir hale getirelim. Küresel ısınmanın büyük sorumlularından, küresel kaynak kullanımının üçte birini, küresel enerji kullanımının neredeyse yarısını oluşturan binaların; çevre, iklim ve yaşam kalitesi üzerinde mücadele etmemizi gerektiren önemli etkileri var. Bu konuda biz mimarların ise muazzam bir fark yaratma yeteneği mevcut. Mimari uygulama şeklimizi değiştirerek büyük bir etki yaratabiliriz. Önümüzdeki görev çok büyük; ancak iki temel ilkeyi aklımızda tutarsak bunu yapabiliriz. Birincisi, bir binanın tüm yaşamının karbon etkisini düşünmektir. İkincisi, insanların ihtiyaçlarını ve arzularını gerçekten karşılayan sürdürülebilir binalar yapmalıyız: “ Ye ş il Tasarım ”ın bir yük değil, bir fırsat olduğunun farkına varmalıyız. Yenilerini nasıl inşa ediyoruz, şu anda sahip olduğumuz şeyleri nasıl kullanıyoruz ve eskilerini nasıl daha verimli hale getiriyoruz? Dünya Yeşil Bina Konseyi'ne göre, binaların inşaatı ve kullanımı küresel enerji kaynaklı emisyonların yüzde 39'undan sorumludur. Küresel bina stokunun ise 2050' ye kadar iki katına çıkması beklenmektedir, bu nedenle binalarımızın çevre sağlığına da katkıda bulunması her zamankinden daha kritik hale gelmiştir. Mümkün olan en kısa sürede net sıfır karbon emisyonuna ulaşmak için mücadele etmemiz, daha sürdürülebilir bir yaklaşım çok önemlidir. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre ise insanlar zamanlarının ortalama yüzde 90'ını kapalı alanda geçiriyorlar; bu nedenle çalıştıkları, dinlendikleri ve oynadıkları binaların sağlıklarına fayda sağlaması zorunlu. Leeds Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmada kentsel bahçelerin, ormanlık alanların ve parkların depresyonu azalttığı bilimsel olarak kanıtlanmış olup, çevreyi korumak için de son derece değerlidirler. Birleşmiş Milletler, 2050 yılına kadar dünya nüfusunun yüzde 68'inin kasaba ve şehirlerde yaşayacağını öngördüğü için, kent bahçeleri ve dikey çiftlikler tüm dünyada ortaya çıkmaya başlıyor. Tüm bu araştırma sonuçları gösteriyor ki insan sağlığı için yapılacak her bilinçli tasarım ve uygulama şekli, aynı zamanda yuvamız dünya için pozitif bir iz bırakmak ve iklim krizi ile mücadele için de doğru adımlar. Sürdürülebilirliğe odaklanmak, aynı zamanda yaşamaktan, çalışmaktan ve oynamaktan gerçekten mutlu olduğumuz yerler yaratabilir. Daha rahat, daha güzel ve bizi do ğ ayla yeniden ba ğ layan binalar. Uygun maliyetli ve enerji açısından verimli malzemeler olarak toprak ve kil , binanın geleceği için muazzam bir potansiyele sahiptir ve sürdürülebilir bina çözümleri olarak giderek daha fazla keşfedilmektedirler. Geleneksel inşaat yöntemlerine dönüşün ilham verici örnekleri şehirlerde ve kentsel çevrelerde daha belirgin hale gelmelidir. Ça ğ da ş toprak mimari dünyanın her yerinden seçkin projeler arasında hızla yerini almaya devam ediyor. Konut ve ticari binalardan kamu tesislerine, iç ve dış tasarıma kadar seçilen projeler, toprak ve kilin yapı malzemesi olarak ne kadar çok yönlü ve estetik olarak kullanılabileceğini gösteriyor. Toprak yapı sadece yerel kaynaklara ve potansiyellere değer katmakla ilgili değil; aynı zamanda sosyal bina uygulamalarına önemli bir katkı sağlamak ve sağlıklı barınma koşullarını kolaylaştırmakla da ilgilidir. Peki iklim dostu doğal yapı malzemesi örneği toprak ile yapılan “Toprak Yapı”nın sağladığı faydalar nelerdir? Neden Toprak Yapı? Hem yapı hem de insan biyolojisi göz önüne alındığında sağlıklıdır. Modern inşaat teknolojisi ile doğal malzeme uygulanabilir, Duvarlar termal kütledir, ısıtma-soğutma gereksinimi azdır, Kalın duvarlar gürültü kontrolü sağlar, Sağlam bir yapıdır, ömrü uzundur, Düşük maliyetlidir, Duvarlar sıva, boya istemez, masrafsızdır, Yangına dayanıklıdır, Bu teknikle inşa edilen binalar nefes alabilir, Nem dengesi idealdir (yüzde 40-60), Enerji tasarrufu sağlar, Değişik toprak tipleriyle estetik görüntüler sağlanır, Sağlıklı ve çevre dostudur. Diktiğimiz her bahçe, inşa ettiğimiz her doğal yapı, kurduğumuz her topluluk geleceğimizin bir ekimi. Ş imdi harekete geçme zamanı! İ klim dostu tasarımı ilke edinerek küresel bir de ğ i ş im için küresel çözümler bulmalıyız.

İklim değişiyor. Mimarlık da değişmeli!

Mart 24, 2021

·

Makale

İklim Krizi’nin yükü kadın ve gençlere düşüyor

Geçtiğimiz cumartesi iğrenç bir habere uyandık. Bir baktık, hop, bir anda Istanbul Sözleşmesinden çıkmışız. Demek isteyince işler çabuk işliyor, keşke ülkenin gelişimine yönelik kararlar da böyle çabuk olabilse. Neyse.. Şimdi politikaya girmeyeyim… Şaka. Gireceğim tabii ki. Bu 20lik bazen ağzını kapatmakta zorlanıyor. Üzgünken, üzücü şarkılar dinleyerek daha da moral bozma misali, Türkiye’den başlayıp Dünya’daki kadınların çektiklerine biraz baktım bu hafta. İnanır mısınız, sadece cinsiyetçilik ve eşitsizlik gibi konular değil, iklim krizi de en çok kadınları etkiliyor. Birleşmiş Milletler’in 2018 raporuna göre, iklim krizi yüzünden yerinden edilen bireylerin %80’i kadın. Kadınların yoksulluk içinde yaşama oranları erkeklere göre daha yüksek, temel insan haklarına erişimleri daha düşük ve bilinmezlikle dolu dönemlerde de sistematik şiddete maruz kalmaları çok daha olası. İklim krizi ile kadınlar en zorda olan gruplardan olacak. Hatta, tam da bu nedenden dolayı, Paris İklim Anlaşmasında iklim krizinin neden olacaklarından özellikle kadınları korumak için iki hüküm bulunmakta. Kadınlardan sonra da aslında en çok etkilenen gruplardan biri gençler. Bunun nedeni geçmiş nesillerin hatalarının bizde patlak vermesi. Maalesef iklim krizinin ciddiyetini ve aciliyetini kanıtlamak, gençlerin omuzlarında bir yük. Mesela Greta Thunberg. Şu an 18 yaşında, ama yıllardır devlet büyüklerini ve genel olarak insanları bu konuda bilgilendirip harekete geçmelerini sağlamak için çalışıyor. Başlattığı Fridays for Future’da gençlik iklim hareketi olarak, bize düşen bu görevi de iyice vurguluyor, bizim ülkemizde de bu misyonu devralanlar bulunmakta. Bir açıdan kendi geleceğimizi, kendi kontrolümüz altına almaya çalışmamız çok güzel. Ama keşke buna gerek kalmasaydı, keşke güç sahibi liderler ve devlet insanları ‘aaa benden sonraki jenerasyonlara da değer vermeliyim’ diyebilseydi.

İklim Krizi’nin yükü kadın ve gençlere düşüyor

Mart 25, 2021

·

Makale

Merhaba, ben... Greenvibes

Greenvibes’ı tanıyarak başlayalım. Greenvibes’ı kim yapar? Nil ve Ceren nasıl bir araya geldi? Onlar kendi hayatlarında neler yapıyor? C: Greenvibes, ikimizin ekolojik meramlarını artık bireysel sesimizle duyurmakla yetinemediğimiz bir anda Nil’le ortak bir atölyeye davet edilmemizle doğmuş; ekolojik endişelerimizi, düşüncelerimizi paylaştığımız, bilgilerimizi aktardığımız bir oluşum aslında. Greenvibes’ın arkasında Nil ve ben Ceren var. İkimiz aslında sosyal medya üzerinden tanıştık, pandemi nedeniyle hiç yüz yüze gelemedik ama sanki yüzyıllardır ruhlarımız arkadaşmış gibi hissediyoruz. Dertlerimiz, endişelerimiz ortak olunca, birlikte kuvvet doğar diyerek seslerimizi birleştirip daha gür çıkarmak istedik ve Greenvibes doğdu. Ben aslında bir şehir plancıyım, coğrafi bilgi sistemleri üzerine doktora yapıyorum, bir CBS yazılım şirketinde bursiyer olarak çalışıyorum ve iklim kriziyle mücadelede bilimsel yöntemlerle ilgileniyorum. Kişisel hayatımda atıksız yaşam gönüllüsüyüm, bu konudaki deneyimlerimi ve bilgilerimi sosyal medyada @atiksizminimalist hesabımda paylaşıyorum, aynı zamanda Buğday Derneği gönüllüsüyüm. N: Bizim gerçekten söyleyecek çok sözümüz, duyurmak istediğimiz çok meramımız var; enerjimiz de bu kadar tutunca Greenvibes kendiliğinden doğdu diyebiliriz. İyi ki de doğdu :) Ben de aslında editörüm, ayrıca çocuk kitapları çeviriyorum. Başka Bir Gezegen Yok isimli bir kitabım var. @nilkiyisi hesabımda ben de atıksız yaşam üzerine deneyimleri paylaşıyor, iklim krizi ile ilgili farkındalık yaratmaya çalışıyorum. Ben de Buğday Derneği gönüllüsüyüm. “Greenfluencer” kavramını biraz daha açmanızı isteyebiliriz… C: İçinde yaşamaya çalıştığımız tüketim toplumunda, iletişim araçlarının küresel ölçekte gelişmesiyle birlikte “influencer” adıyla anılan, insanlara çoğunlukla ürün ve marka deneyimlerini aktaran içerik üreticileri sayısı gitgide artıyor. Öte yandan bizim gibi ekolojik kaygıları olan, insanlara ekosisteme dair sorunları ve bu sorunlara yönelik çözümleri aktarmaya çalışan içerik üreticileri de var. Bizim bu yeşil çabalarımız, insanları etkilemeye yönelik bir çabayla birleşince “greenfluencer” kavramı ortaya çıkıyor aslında. N: Her ne kadar “influencer”lar kadar büyük kitlelere hitap etmesek de, “mikro” düzeyde kalsak da biz de insanları ekolojik anlamda etkileyebiliyoruz. O kadar çok “Senin sayende komposta başladım," “Senin sayende adet kabına geçtim," “Senin paylaşımların sayesinde ben de artık xxx yapıyorum, iyi ki varsın,” mesajı alıyoruz ki kendimizi böyle adlandırmanın doğru olacağını düşündük. Biraz malum olanı soracağız ama bu sayede Greenvibes’ın mesajının altını da çizmiş oluruz. Süveyş Kanalı’ndaki krize üretilen esprilerden birinde Ever Given iklim krizine, o küçük kepçenin çabası da ekolojik kaygılara benzetilmişti. Neden ekolojik kaygılar taşımalıyız? Ekolojik kaygıların bir “trend” olduğunu düşünenler çoğunlukta mı yoksa atıksız ve ekolojik yaşam tarzının “mecburiyete” dönüşmesi ve kitleselleşmesi için umut var mı? C: Yaşadığımız dünya bizim biricik evimiz. Yaşayabileceğimiz başka bir gezegen yok, aynı Nil’in kitabının başlığı gibi. Biz özellikle sera gazı üretimimizle Dünya’yı ciddi bir yok oluşa sürüklüyoruz, daha önce yaşanan beş yok oluştan çok daha farklı ve ciddi boyutta bir felakete. Şu an içinde bulunduğumuz altıncı yok oluş insan davranışlarının etkisiyle olduğu için hepimizin ekolojik kaygılar taşıması gerekiyor aslında. Çünkü her bir bireyin faaliyetleri çok önemli, bir araya gelince de büyük etkileri var. Öte yandan bizim taşıdığımız ekolojik kaygılar bazıları için bir “trend” fırsatı olarak görülüyor. kişisel çıkarları için ne yazık ki bu kaygıları kullanıyorlar. Ama bu durum bizi yıldırmıyor. Gün geçtikçe, paylaşımlarımıza yapılan yorumlardan, eğitimlerimizdeki dönüşlerden görüyoruz ki bu yaşam tarzının kitleselleşmesi için gerçekten umut var. N: İnsanlar olarak kendimizi, tüm doğanın ve diğer canlıların sahibi olarak gördüğümüz için ne kadar zarar verdiğimizin, hatta zarar verip vermediğimizin bile farkında değiliz. Doğa ile bağlarımız uzun süredir kopuk. Ama ben de artık yavaş yavaş bu kaygıların arttığını ve ekolojik farkındalığın yükselişe geçtiğini gözlemliyorum. Ama kişisel olarak “mecburiyet”e dönüşmesini istemem; “zaten” öyle yaşamalıyız, kurallara gerek kalmamalı. Bizim asıl yapmamız gereken “yaşayan gezegenimizin” her bir parçasını özümseyip doğayı gözeterek onunla birlikte hareket etmek. Örneğin, tatlı suyu, barajların seviyesi düşer diye değil de doğanın bir parçası olduğu için tasarruflu kullanmalıyız. Doğa üzerinde tahakküm kurmaya çabalamak, ona karşı bir savaş açmak gibi insanmerkezci düşünce biçimlerinden bir an önce kurtulmalıyız. İklim krizi konusunda kuşaklar arası hassasiyetler bakımından nasıl farklar görüyorsunuz? Z kuşağı bu konuyu kendi meseleleri hâline getirdi desek yanılmış olmayız. Sizin kendi çevrenizde bu konuda gözlemlediğiniz bir şeyler var mı? C: Yeni nesil kendi gelecekleri açısından gerçekten çok hassas, olması gerektiği gibi. Tabii ilgisiz bir kesim var ancak bunu bilgi eksikliğine bağlıyoruz. Öğrendiklerinde herkesten çok sahip çıkıyorlar. Bizim neslimiz ise biraz daha az ilgili. Hem kişisel ekonomik kaygılardan hem de rahata düşkün bir yetiştirme tarzının mirasından dolayı ekolojik kaygılar çoğunlukla öncelenmiyor. Ama bu konuda da yavaş da olsa bir dönüşüm olduğunu düşünüyorum ben. Ancak bizlerin anne-babalarına baktığımızda, onların yaşanan ekolojik değişimi ve kötüleşmeyi görmelerine rağmen herhangi bir sorumluluk almadıklarını söyleyebiliriz. Evet, her şey çok bozuldu deseler bile eski alışkanlıklarını bırakmakta çok zorlanıyorlar. Hele de bu felaketlerin tohumlarını kendi nesillerinin attığını kabul etmeleri çok da zor. N: Ben gençlerden çok umutluyum. Greta’nın attığı o ilk taş tüm dünyada öyle bir etki gösterdi ki… Türkiye’deki gençlerin heveslerini ve çabalarını görmek beni çok mutlu ediyor. Şu an ilkokul çocukları bile kompost yapmayı öğreniyorlar; ben kelimeyi duyalı üç, yapmaya başlayalı iki sene oldu :) Çağrışımları seviyoruz. Üç maddeye, üç kısa çağrışım yanıtı bekliyoruz: Buğday: C: Derneği, Victor ve onun bize bıraktığı, birbirimizden güç aldığımız ekolojik platform. N: Kurda, kuşa, aşa. Minimalizm: C: Sıfır atıktaki sıfır kadar uzak ama bir o kadar huzur veren ideal :) N: Benim aklıma Ceren geliyor valla :) Vandana Shiva: C: Tohumun özgürlüğü. N: Tohum ve kadim bilgi.

Merhaba, ben... Greenvibes

Nisan 3, 2021

·

Makale

Nisan 26, 2024

·

Hikaye

Yeşil İklim Fonu Nedir?

Kyoto Protokolü’nün başarısız olma ihtimalinin konuşulduğu 2009 yılında Kopenhag’da düzenlenen COP 15 görüşmeleri bir umut ışığı verecek gibiydi. Ama maalesef bu toplantıda ciddi ayrılıklar yaşanmış, tarihsel sorumluluk sahibi ülkelerin harekete geçmesini isteyenler ile herkesin imkanları dahilinde harekete geçmesini isteyenler bir türlü uzlaşamamışlardı. Buna karşın görüşmelerde iklim değişikliğine uyum ve azaltım yolunda fon yaratılmasına yönelik bir adımın atılması belki de görüşmelerin en verimli sonucu oldu. 2020 yılında 100 milyar dolarlık bir fon olması beklenen ve gelişmekte olan ülkelere büyük bir destek olacağından bahsedilen fonda şimdilik maalesef 8 milyar dolar gibi bir bütçe bulunmakta. Peki ne oldu da bu hale geldik? Bu 10 yılda ülkeler maalesef birbiri ile anlaşamadı, bazı ülkeler direkt yardım yolunu seçti, çoğu ülke ise söz verdiği fonları ayırmadı. Özellikle ABD’de sert bir senato karşıtlığı ile uğraşan Obama ve sonra Trump’ın başkanlığa geçmesi ile fona yardım sıfırlandı. Maalesef Yeşil İklim Fonu’nun geleceği de çok parlak gözükmüyor. Ülkeler hem etki alanını genişletmek hem de yatırdığı paranın karşılığını kontrol edebilmek için fonu bypass ediyorlar ve bu böyle devam edecek gibi. Durum böyleyken, Türkiye’nin hala Yeşil İklim Fonunu Paris İklim Anlaşması’na karşı bahane olarak kullanması çok absürt kaçıyor. İçinde para olmayan bir fona ulaşmak yerine, doğru planlanmış iklim dostu projeler ile bu fondan çok daha fazla miktarda yatırmak mümkün. Şimdiden yıllık 3 milyar dolarlık bir fona ulaşmamız Sayın Birpınar’ın da dediği üzere mümkün gözükmekte. Türkiye’nin yenilenebilir enerji potansiyeli de düşününce, çılgın projeler yerine aranan iklim dostu projeleri ile yumurta koklamak yerine rüzgarı arkamıza almamız oldukça olası duruyor.

Yeşil İklim Fonu Nedir?

Nisan 13, 2021

·

Makale

İklim Değişikliği ve Kripto Sanat

Social Alpha Foundation tarafından düzenlenen The Carbon Drop başlıklı açık artırmada sanatçılar Refik Anadol, Fvckrender, Beeple, GMUNK, Reisinger Andrés, Sara Ludy, Kyle Gordon ile Mieke Marple’ın NFT eserleri alıcı buldu. Refik Anadol’un “Makine Halüsinasyonları: Son Hatıra” adlı eseri, Beeple’ın “Ocean Front” adlı işinin ardından en yüksek fiyata alıcı bulan ikinci eser oldu. Bu NFT projesiyle, eserlerden elde edilen tüm gelir, iklim değişikliği çalışmalarına katkıda bulunma amacıyla Open Earth Foundation ’a bağışlandı. Open Earth Foundation, iklim değişikliğinin negatif etkilerini azaltmak ve Paris Anlaşması’nın küresel etkilerini izlemek için fon topluyor ve araştırmalar yürütüyor. Kripto sanatla ilgili eleştirilerden biri, yarattığı karbon ayak izi. Bu proje ile, blok zinciri teknolojisini şeffaf bir şekilde araştırmak, farkındalık sağlamak hedefleniyor. Blok zinciri ağlarındaki her işlem, iklim değişikliğinin nedeni olan sera gazı emisyonları ile bağlantılı önemli miktarda elektrik tüketiyor. Carbon.fyi platformu ile, NFT olarak üretilen her eserin yaklaşık kullandığı enerji miktarını görmek mümkün. Bu projede her eser tek bir edisyon olarak üretildi ve her biri tek ve benzersiz olarak sunuldu. Bu şekilde sanatçılar, iklim için pozitif etki yaratma yönünde NFT ayak izlerini sınırlandırmış oldular.

İklim Değişikliği ve Kripto Sanat

Nisan 14, 2021

·

Makale

İklim Krizine Karşı Döngüsel Stratejiler

Herkese merhaba! Hep birlikte daha sürdürülebilir bir dünya için döngüsel ekonomiyi hayatımızın her alanına almak için çabaladığımız bir haftayı daha geride bıraktık. Bu yolda farkındalık yaratmak için içerikler hazırlarken bizlere destek olan tüm okuyucularımıza teşekkür ediyoruz. Bu hafta gezegenimizin en önemli sorunu olan iklim krizine karşı döngüsel ekonominin sunduğu stratejileri ele almak istedik. 6 ana maddede tartışacağımız stratejiler gündelik hayatlarımızın temeli olan bazı alanlara yönelik çözümler sunuyor. Gelin hep birlikte bu stratejilere bakalım. İklim Krizi ve Döngüsel Ekonomi 2021 yılı başında Circle Economy tarafından yayınlanan Circularity Gap Report verilerine göre global ekonomimizin şu an sadece %8,6’sı döngüsel. Bu oran 2020 raporunda %9,4 civarındaydı. Burada elbette pandeminin de etkisi olduğunu düşünebiliriz, fakat içinde bulunduğumuz senaryoya uyum sağlarken daha kötü senaryolara yol açtığımızın da farkında olmamız gerekiyor. Rapora göre global sera gazı salınımının neredeyse %70’i barınma, seyahat ve gıda sistemlerimiz sebebi ile oluşmakta. Bununla birlikte döngüsel ekonominin sunduğu fırsatlarla sera gazı salınımının %39 oranında azaltılabileceği biliniyor. Ayrıca gezegenimizdeki kaynakların tükenmesini önlemek için önümüzdeki son 10 yıl çok kritik. Şu anda %8,6 olan global döngüsel ekonomi oranı, %17 oranına çıkabilirse mevcut kaynaklarımızı koruyabilmemize olanak sağlayacaktır. Bu nedenle iklim krizi ile mücadelede döngüsel ekonominin önemini bir kez daha vurgulamak gerekiyor sanırım. Bu orana geldiğimizde en önemli doğal kaynaklardan olan minerallerin, fosil yakıtların ve metal gibi hammaddelerin kullanımında önemli bir azalma olacağı söyleniyor. Bu kaynakların sonu yokmuş gibi kullanılmaları yerine, kendi içinde kapalı döngüsel sistemler ile beklenenden çok daha önemli başarılar elde edebiliriz. Gelin şimdi de hayatımızın önemli parçası olan farklı sistemlerde atılabilecek adımları, döngüsel ekonominin iklim krizi ile savaşta bizlere sunacağı stratejileri inceleyelim Barınma stratejileri -Daha az fakat daha nitelikli tasarımlarla binalar üretmek -Kaynak kullanımlarını yavaşlatmak adına modüler tasarımlarla, paylaşım ekonomisinin yaygınlaştırılması -Kullanımda olmayan binaların yenilenmesi ile barınma ihtiyaçlarının giderilmesi -İnovatif çözümlerle üretilen yenilenebilir materyallerin bina inşasında kullanılması -Kentsel tarım çözümlerinin yaygınlaştırılması ile binaların daha verimli kullanılması Beslenme stratejileri -Et, balık ve süt ürünlerinin kullanımını azaltarak, işlenmemiş gıda ürünlerinin tüketimini arttırmak -Taze, bölgesel ve sezona uygun ürünlerin tüketimi teşvik edilerek lojistik ve tedarik zinciri süreçlerindeki baskıyı azaltmak -Yapay maddelerin kullanımını azaltmak için kentsel ve organik tarım süreçlerinin yaygınlaştırılması Ulaşım stratejileri -İş yerlerine ulaşım noktasında yaşanan karbon salınımını azaltmak için evlere yakın ortak ofisler ve uzaktan çalışma imkanları -Daha az materyal kullanımı gerektiren ve daha az yer kaplayan küçük araçların üretimi -Paylaşım ekonomisi mantığına uygun olarak, ortak ulaşım araçlarının kullanılması ile, kişisel araç sahipliğinin azaltılması İletişim stratejileri -İletişim araçlarının tamamen dijitalleşmesi ile materyal kullanımının azaltılması -Kişisel telefon, dizüstü bilgisayar gibi ürünlerin çevresel etkilerini azaltacak şekilde tasarlanması -Daha küçük ve hafif ürünlerin tasarlanması ile büyük makinelerin üretimindeki gereksiz kaynak kullanımının önlenmesi Ürün/hizmet stratejileri -Dijitalleşmiş ürün ve hizmetlerin yaygınlaştırılması (gazeteler için kağıt kullanımının durdurulması, hayvanlardan yapılan kıyafetlerin yasaklanması, tek kullanımlık ürünlerin geri dönüştürülebilir olması, lokal ürünlerin kullanılması gibi örnekler) -Giyim, mobilya, elektronik gibi ürünlerin tamir edilmesi, 2.el ekonomisine kazandırılması, yenilenmesi ve paylaşılması konularında teşvik Sağlık hizmetleri stratejileri -Uzun süre dayanacak medikal ürünlerin kullanılması, tek kullanımlık plastikler yerine geri dönüşümü mümkün ürünlerin tasarlanması -Dijital sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi, dijital teşhis, tanı teknikleri, doktora gitmeden takip seçenekleri gibi tamamen dijitale aktarılmış süreçler Tüm bu stratejiler döngüsel ekonominin sunabileceği farklı inovatif fırsatları göstermekte. Burada paylaşılan stratejiler elbette bu halleri ile iklim krizini önlemek için yeterli değil. Bu stratejilerden yola çıkarak ilgili sistemlerin paydaşları süreçleri yeniden tasarlamalı ve iklim krizi ile mücadelede aksiyon almalılar. Bu sunulan stratejilerin teoride kalmaması için, biz bireyler de elbette kendi payımıza düşeni yapmalıyız. Tek kullanımlık ürünleri kullanmamak, paylaşım ekonomisine uygun hizmetleri tercih etmek, mümkünse uzaktan çalışmaya devam ederek ofislerimizdeki kaynak kullanımlarını ve atık oluşumlarını önlemek gibi daha birçok yapabileceğimiz şey var. Önemli olan bilinçlenmek ve alışkanlıklarımızı bu yönde değiştirmek. Herkese iyi haftalar!

İklim Krizine Karşı Döngüsel Stratejiler

Nisan 22, 2021

·

Makale

İklim krizi: Riskler ve politikalar

22 Nisan Dünya Günü’nü geride bıraktığımız bu hafta gelin hep birlikte iklim krizinden konuşalım. Dünyada yaşanan teknolojik gelişmelere hızla ayak uydururken siz de arada dünyanın bizim hızımıza ayak uyduramadığını düşünüyor musunuz? Artık kaçınılmaz olan bir gerçek var: İnsanlığın kendi iradesiyle küresel ısınma ve küresel soğuma neticesinde yarattığı iklim krizi ile daha gerçekçi bir sahnede karşı karşıyayız. Bir başka deyişle; 22 Nisan’da gerçekleşen İklim Zirvesi’nde son 10 yılın tarihin en sıcak yılları olduğuna ve sera gazı emisyonlarının 3 milyon yılda görülmeyen seviyelere ulaştığına dikkat çeken Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’ın sözleriyle “Uçurumun kenarındayız.” Ekonomik riskler Birleşmiş Milletler'e göre, iklim değişikliği gibi zorluklarla mücadele etmeye yönelik Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’na ulaşmak için küresel çapta yılda 5 ila 7 trilyon dolar yatırım yapılması gerekiyor. İklim değişikliği, her ne kadar çevreye yönelik bir risk olarak algılansa da ekonomik düzende birçok sıkıntıya yol açıyor. İklim değişikliğinin yol açtığı ve her yıl artan doğal felaketler küresel çapta milyarlarca dolar zarara sebep oluyor. Bu durum, gelişmekte olan birçok ülkede temel ihtiyaçlara ulaşımı engellerken bazılarında gündelik hizmetleri kesintiye uğratıyor. İklim krizi neleri etkiliyor? İklim değişikliği biyosferdeki canlı çeşitliliğini ve ekosistemlerini etkilerken bu durum tarım ve hayvancılığı; dolayısıyla da gıda fiyatlarındaki artışı ve tedarik zincirlerindeki sıkıntıları tetikliyor. Deloitte’un ocak ayında yayımladığı bir rapora göre; küresel ölçekte sıcaklık artışının 1,5 derece ile sınırlandırılmaması durumunda 2100 yılına kadar dünyada kişi başına düşen GSYH'nin %7 azalmasına neden olabilir. 2018’de yayımlanan Dünyada İstihdam ve Sosyal Görünüm Raporu’na göre, dünya çapında 1,2 milyar iş, doğrudan çevrenin sağlıklı ve sürdürülebilir yönetimine bağlı. 2050 yılına kadar yaklaşık 1 milyar kişinin iklim nedeniyle göç edeceği tahmin ediliyor . Economist Intelligence Unit, iklim değişikliği risklerine maruz kalan varlıkların toplam değerinin 2100’e kadar 43 trilyon dolara ulaşacağını tahmin ediyor. Ülkeler nasıl adımlar atıyor? Son otuz yılda dünya çapında kabul edilen iklim kriziyle ilgili yasa ve politikaların sayısında neredeyse 10 kat artış oldu. Örnek teşkil edenler: Birleşik Krallık: 2008’den beri İklim Değişikliği Komitesi’nin tavsiyesine dayanarak beş yıllık sera gazı hedefleri belirliyor. Bugüne kadar belirlenen ilk üç “beş yıllık hedefe” bütçe aşılmadan ulaşıldı. Fas: Ulusal Enerji Stratejisi ile ulusal emisyonlarını azaltmak için 2030 yılına kadar elektrik üretiminin %52'sinin yenilenebilir kaynaklardan elde etmeye yönelik planlarıyla öne çıkıyor. İsveç: karbon yakalama yöntemini kullanarak 2045 yılına kadar net sıfır sera gazı emisyonuna ulaşmayı hedefliyor. Danimarka: 2030 yılına kadar emisyonları %70 oranında azaltma hedefiyle bu alandaki en iddialı ülke konumunda bulunuyor. Çin: Dünyanın en büyük karbondioksit üreticisi ve küresel karbon salımının %28'inden sorumlu olan Çin, 2060'a kadar karbon salımını sıfıra indirmeyi hedefliyor. Öyle ki; geçen hafta ABD ile masaya oturan ülke, iklim değişikliği mücadelesinde karbon nötr ekonomi oluşturmak amacıyla birlikte çalışmayı taahhüt etti. ABD : Çin'den sonra dünyadaki sera gazı salımından sorumlu ikinci ülke olan ABD'de Joe Biden’ın göreve gelmesiyle birlikte işler biraz değişecek gibi duruyor. 2016’da imzalanan Paris İklim Anlaşması’ndan çekilen eski ABD Başkanı Donald Trump’ın aksine Biden, göreve başladığı ilk gün anlaşmaya yeniden katılma kararı aldı. İklim kriziyle mücadeleyi döneminin önemli bir simgesi haline getirmeye çalışan Biden, geçen hafta gerçekleşen sanal İklim Zirvesi'ne de ev sahipliği yaptı. Biden’ın hedefleri arasında, 2030 yılına kadar sera gazı salınımını 2005'e kıyasla yarı yarıya indirerek bu konuda küresel lider olmak var. Kritik nokta: Greta Thunberg başta olmak üzere birçok iklim aktivisti, Biden’ın zirvede açıkladığı hedefleri “çok yetersiz” buldu. Avrupa: Avrupa Yeşil Mutabakatı ile AB, 2030 yılına kadar karbon salımını %50 oranında azaltmayı, 2050 yılında ise sıfır karbon salımı hedefine ulaşmayı planlıyor. Ayrıca Avrupa Komisyonu, yeşil yatırımları sınıflandırmak için bir kurallar kitabı yayımladı. Türkiye: Şubat 2021’de “İklim Değişikliğiyle Mücadele Sonuç Bildirgesi”ni açıklayan Türkiye, 2015 yılında sunduğu ulusal katkı beyanı çerçevesinde 2030’a kadar sera gazı emisyonlarında %21'e varan azalma hedefliyor. Merkez bankalarının politikaları İklim kaygıları, merkez bankalarının politikalarını da yeniden şekillendiriyor. Birleşik Krallık merkez bankası, Mart 2021’de net sıfır ekonomiye geçiş konusunda hükümetin çabalarını desteklemeyi resmî sorumlulukları arasına ekledi. Avrupa Merkez Bankası ise iklim kaygılarının para politikasına ne şekilde entegre edilmesi gerektiğine dair çalışmalar yürütüyor. Öte yandan, dünyanın birçok ülkesindeki merkez bankaları ve finansal denetçileri bünyesinde barındıran Finansal Sistemi Yeşillendirme Ağı’nın (NGFS) üye sayısı son iki senede iki katına çıktı . Sonuç olarak: Sürdürülebilir kalkınma için devlet ve özel sektör iş birliği ile karbon temelli ekonomiden yenilenebilir enerji temelli bir ekonomiye geçişin başladığı muhakkak. Şirketlerin karbon ayak izini azaltmaya yönelik çalışmalara ağırlık verdiği, elektrikli araç üretiminin arttığı, iklim krizinin uluslararası platformlarda daha çok konuşulduğu ve iklim politikaların geliştirildiği bir dönemden geçiyoruz; ancak bu politikaların sürdürülebilir olup olmayacağı konusunda hâlâ daha şüpheler var.

İklim krizi: Riskler ve politikalar

Nisan 26, 2021

·

Makale

İklim Zirvesi'nde Rakam Oyunları Umut Kırdı

Beklenen “İklim için Liderler Zirvesi” geldi ve geçti, ülkelerin bazıları karbon salımını azaltmak için yeni hedefler koyarken, bazıları bahçeleri ile diğer ülkelere havasını attı, ama en sonunda maalesef elimizde yine rakam oyunları ve hayal kırıklıkları kaldı. 22-23 Nisan tarihlerinde online olarak düzenlenen İklim için Liderler Zirvesi, Joe Biden‘in açılış konuşmasında sera gazı salımları hedeflerini açıklaması ile başladı. ABD 2030 yılına kadar 2005 yılına kıyasla yüzde 50 ile yüzde 52 oranları arasında azaltma taahhüdünü açıkladı. Biden’ın deyişi ile ABD yeniden oyuna dönse de hedeflerin 1990 yerine 2005 üzerinden kıyaslanması dikkatli gözlerden kaçmadı. Diğer ülkelerden bazıları da bu yeni hedeflerini normalde baz alınan 1990 yılından, diğer yıllara aktarmış. Japonya sera gazı salımını 2030 yılına kadar 2013 seviyelerine kıyasla yüzde 46 azaltacağını, Kanada ise 2030 yılına kadar 2005 seviyesine kıyasla yüzde 40 ile yüzde 45 arasında azaltacağını hedeflemiş. Bu hedefleri Yeşil Gazete’ye değerlendiren İstanbul Politikalar Merkezi iklim çalışmaları koordinatörü Ümit Şahin , bu ülkelerin baz yılları alırken salım azaltımında yüzdenin en yüksek olacağı yılı seçtiğini belirtiyor. Carbon Brief yaptığı bir çalışma ile tüm bu baz tarihleri ele alan bir grafik tasarlamış. Bu grafiğe göre eğer 1990 yılını baz alırsak, ABD’nin salım azaltımı %10 oranında; Japonya'nın %5 oranında daha az olduğu görülüyor.. Gelelim diğer ülkelere... Şu anda dünyanın en fazla sera gazı salımı yapan ülkesi olan Çin, yeni bir taahhütte bulunmazken daha önce belirttikleri 2030 yılında salımların pik zirveye çıkararak 2060 yılında da net sıfır salıma ulaşacağını bir daha tekrarladı. Güney Kore yeni bir hedef belirlemedi ama deniz aşırı kömür finansmanına son vereceğini duyurdu . Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro 2050 yılında net sıfıra geçeceklerini ve 2030 yılına kadar Amazon’daki yasadışı ormansızlaşmayı durduracaklarını söyleyip, bir gün sonra çevre koruma bütçesini azalttı. Türkiye ise hala imzalamadığı Paris İklim Anlaşması’na beyan ettiği niyetleri yeniledi ama tabi bunun c iddi bir anlamı yok, çünkü hala imzamız yok. Buna ek olarak, zirvedikilere ağaç dikerek ve milet bahçeleri yaparak Türkiye'nin iklim krizine karşı savaştığı duyuruldu... Türkiye maalesef bu şekilde anlamsız öneriler sunup iklim krizine hiçbir önlem yapmazsa, Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nın %10’unu kaybetme riski taşıyor. SwissRe Enstitüsünün yaptığı çalışma , net sıfır salımlı ekonomiye geçişin hızlandırılmasında tüm ülkelerde kamu kurumları ve özel sektörün önemli rol oynaması gerektiğini belirtiyor. Bununla beraber bu adımlar atılsa bile maalesef ülkelerin şu anki hedefleri ile Paris İklim Anlaşması hedeflerini tutturmamız mümkün değil. Climate Action Tracker , geçtiğimiz Eylül ayından beridir yapılan açıklamalar ile, küresel anlamda 2030 hedefindeki açığı %12 ile %14 arasında kapattığımızı öne sürmüş. Bu toplamda 2.6-3.7 GtCO2e (Gigatonluk CO2 eşdeğeri) salımın azaltılacağı anlamına geliyor. Bununla beraber emisyon açığımız hala 20 ile 24 gigaton seviyelerinde. Bu gidişle bu açığı kapatamayacağımız ve küresel ısınmanın 1,5 değil 3 derece civarında olacağı kesin gibi. 3 derecelik bir küresel ısınmanın ise sonuçları geri dönülemez şekilde ağır olacaktır. Liderlerin verdiği salım azaltma taahütlerinin olması gerekenden çok daha geride kaldığını belirten Greta Thunberg, “2021 yılındayız. Hala bu tartışmayı yapıyor olmamız ve daha da kötüsü fosil yakıtları vergi mükelleflerinin parasını kullanarak doğrudan veya dolaylı olarak destekliyor olmamız bir rezalet. Bu, iklim acil durumunu hiç anlamadığımızın kanıtı” diye konuştu. Açıkçası, ülkelerin uluslararası düzeyde yaptığı bu konuşmalar bizi ileriye götürüyor bunu kabul etmek lazım. Ama biliminsanları bizim normal olarak kabul edilen diplomatik süreçlere zamanımız olmadığını belirtmekte. Bu yüzden, toplumların kendilerini yönetenleri bu konuda daha hızlı hareket etmeye çağırması, “Boş Vaatler İstemiyoruz” demesi gerekiyor.

İklim Zirvesi'nde Rakam Oyunları Umut Kırdı

Nisan 27, 2021

·

Makale

Emisyon Açığı Nedir?

Haftanın Haberi içerisinde dikkat ettiyseniz, emisyon açığı kavramından aslında biraz bahsettik, ama gelin arkasındaki fikirlere bakarak, bu önemli konsepti ele alalım. Aslında bu konsepti, UNEP’in (Birleşmiş Milletler Çevre Programı) Emisyon Açığı raporu üzerinden anlatmak daha kolay olacaktır. Her yılın son aylarında yayınlanan Emisyon Açığı Raporu, bize Paris Anlaşması’nın 21. yüzyıl boyunca küresel ısınmayı 2°C’nin altında tutma ve 1,5°C’ye yakın seviyelere düşürme hedefleri ile, öngörülen salım seviyeleri arasındaki farkı göstermekte. Yani kısaca emisyon açığı, yaşanabilir bir dünya için sera gazı salım bütçemizi ve bütçeyi ne kadar aştığımızı göstermekte. Peki UNEP’in raporu emisyon açığımız konusunda ne diyor? Buradan sonra İklim Zirvesi’ni dikkate almadan ilerleyeceğiz, zira tam hesaplamalar yapılmamış durumda, ama tahmini rakamları yukarıda ele aldık. Rapor, 2019 yılında arazi kullanımı da dahil olmak üzere toplam sera gazı emisyonlarının 59,1 GtCO2e (Gigatonluk CO2 eşdeğeri) ile yeni bir zirveye ulaştığını gösteriyor. Eğer küresel ısınmayı 1,5 derecede tutmak istiyorsak, 2020 raporuna göre 29 ile 32 gigatonluk bir emisyon açığımız var. 2 derecelik bir ısınmayı hedef olarak görürsek, burada emisyon açığımız 12 ile 15 gigaton seviyesinde. Bu rakamlar bize, şu andaki hedeflerin ciddi anlamda yetersiz olduğunun göstermekte. Eğer her şey böyle giderse, yüzyılın sonuna kadar EN AZ 3 derecelik bir ısınma görmemiz olası. Yapılacaklar ise belli aslında, her ülkenin ve her bireyin karbon ayak izini ciddi anlamda azaltması gerekmekte. Bunun için en büyük hedeflerden biri fosil yakıt kaynaklarına bağımlılığımızı azaltmak. Bu k ömürlü termik santrallerin acilen kapatılması ile başlayıp, evlerde ve ulaşımda elektriklendirme ile devam eden oldukça geniş bir değişim. Bu değişim için elimizde her türlü teknolojik altyapı mevcut, ama eksik olan politik irade...

Emisyon Açığı Nedir?

Nisan 27, 2021

·

Makale

İklim Krizi Bugünün, Hepimizin Sorunu

Özgür Eşkara Sir David Attenborough, hepimizin bildiği bir doğa aşığı ve belgesel yapımcısı. Araştırmalara göre Sir David’in Blue Planet II adlı belgeseli, insanların yüzde 88’inde yaşam şekli değişikliğine yol açmış. Örneğin, İngiltere Kraliçesi belgesel sonrası Buckingham Sarayı’nda, plastik pipet kullanımını yasaklamış. Sir David Attenborough, Şubat 2021’ de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ciddi uyarılarda bulundu. İnsanlık olarak artık geri dönüşü olmayan bir tarihi noktaya geldiğimizi dile getirerek, insanlık olarak ne yaparsak yapalım artık iklim değişikliğine engel olamayacağımızı vurguladı. Fakat karbon emisyonunu yeteri derecede azaltabilirsek, iklim değişikliğini yavaşlatabileceğimizi ve durdurulamaz seviyeye gelmesini engelleyebileceğimizi ve iklim krizini yönetebileceğimizi söyledi. Sir David, iklim probleminin tek bir bölge ya da tek bir ülkeye ait değil, küresel bir mesele olduğunun altını ısrarla çiziyor. Tüm insanlığın şu anki en büyük sorunu ile ilgili yeni nesilleri bilimsel olarak e ğ itmek ve duyarlı yeni nesiller yeti ş tirmek de küresel olarak atabileceğimiz en büyük adımlar arasında. Nöroplastisite araştırmaları, kişilerin alışkanlık, duygu ve davranışlarındaki değişikliklerin sadece çocuklukta değil yetişkinlikte de gerçekleşebildiğini kanıtlıyor. İklim problemimizin çözümü de, onu yaratmış olan bizlerin elinde. Yeter ki, hem kişisel hem ülkesel alışkanlıklarımızı iklim krizinin yaratmış olduğu önceliklere göre adapte etmeyi başarabilelim. Yale Üniversitesi İ klim İ leti ş imi Merkezi , psikoloji, coğrafya, politika bilimi, istatistik ve iletişim akademisyenlerini bir araya toplayarak, dünya ahalisinin iklim değişikliğine neden tepki vermediğini araştırmakta ve çözüm stratejileri oluşturmakta. Merkez, online platformda eğitimcilere yönelik olarak 6. İle 12. Sınıf arasındaki öğrencilere çok kapsamlı bir iklim farkındalı ğ ı e ğ itim programı hazırlamış ve bu platform her eğitimciye açık. National Geographics Society eğitim platformunda ise, iklim problemi, nedenleri ve atılacak adımlarla ilgili çocuklara ve gençlere yönelik e ğ itim içerikleri bulunabilir. Yeni nesli sürdürülebilir yaşam bilgileri ile buluşturan çok kıymetli kaynaklar. Ve eğitimde sürdürülebilirliğin de bir örneği. Dünyamızın içinde bulunduğu hastalık için röntgenler çekilmiş, analizler yapılmış, bu hastalığı geriletecek reçete de hazırlanmış. Bizlere reçeteyi bilinçli ve sorumluluk sahibi olarak uygulamak düşüyor.

İklim Krizi Bugünün, Hepimizin Sorunu

Mayıs 5, 2021

·

Makale

İklim Satrancı, Dr.Jonathan Foley

Çeviren: Simay Denizkuşu Yıl 2021, iklim krizini görmezden gelmenin çağı sona erdi. Artık iklim değişikliğini reddetmenin ötesine geçiyor ve onu durdurmanın yollarını arıyoruz. İklim değişikliğinin gerçek olduğunu ve bunun ele alınmasının karşı karşıya olduğumuz en kritik zorluklardan biri olduğunu anlamamız gerçekten iyi bir haber. Ama iklim krizinin nasıl ele alınacağına dair görüşlerimiz maalesef hala sınırlı. İklim krizini ele almak, satranç oynamaya benzetilebilir. Tüm taşları kullanmalı, birden fazla strateji uygulamalı ve tüm tahtayı görmeliyiz. Ancak satrancın aksine, kazanmak için bu oyunu birlikte oynamalıyız. Peki, iklim satranç tahtasındaki taşlar ve en güçlü taktikler nelerdir? Başka bir deyişle, iklim satrancının kuralları nelerdir? İ klim satrancının ilk kuralı ş udur: Tahta sandı ğ ımızdan daha büyüktür ve emisyonların yakla ş ık yüzde 62'sinden sorumlu fosil yakıtlardan fazlasını içerir. İklim krizine enerji, malzeme ve gıda ürünlerinin üretimi ve kullanımı ile bağlantılı birden fazla faaliyetten yayılan birçok gaz neden olur. Bu yüzden krizin önüne geçebilmek için sadece fosil yakıtlardan ve oluşturdukları karbondioksit emisyonlarından kurtulmamız gerektiği eksik bir görüştür. İ klim satrancının ikinci kuralı: Sera gazı kaynaklarının sadece birkaç tanesi de ğ il, tümü hızla azaltılmalıdır. Sera gazı emisyonlarının yayıldığı altı temel sektörü biliyoruz: elektrik (yaklaşık yüzde 25), gıda, tarım ve arazi kullanımı (yaklaşık yüzde 24), endüstri (yaklaşık yüzde 21), ulaşım (yaklaşık yüzde 14), binalar (yaklaşık yüzde 6) ve diğer emisyonlar (yaklaşık yüzde 10). Bu alanlara odaklanmak emisyonları azaltma fırsatları yaratabilir. Bunun için sektörlere ayırmanın ötesinde, her bir sektörü daha da ayrıştırmak ve emisyonlara nasıl katkıda bulunduklarını keşfetmek yararlı olacaktır. Bu detaylı ayrıştırmayı enerji verimliliğini ve yenilenebilir elektrik üretimini artırmak, gıda israfını azaltmak, yeme alışkanlıklarını çevre dostu gıdalara kaydırmak, tarım sistemlerini iyileştirmek, ulaşımı elektrikli hale getirmek, binaları güçlendirmek ve ısıtma sistemlerini elektrikli hale getirmek gibi başlangıç için ideal, yapılabilir uygulamalar takip edebilir. İ klim satrancının üçüncü kuralı: Do ğ anın büyük sera gazı yutakları (ormanlar ve okyanuslar gibi) korunmalı, sürdürülebilirlikleri sa ğ lanmalı ve onlara ek olarak yeni ve uzun vadeli karbon tutucular yaratılması gerekti ğ idir. Araştırmaların sonucunda doğanın sera gazlarının emiliminin büyük bir kısmını bizim için bedavaya yaptığı ortaya çıktı. Yapılan hesaplara göre emisyonlarımızın yaklaşık yüzde 41'i doğa tarafından toplanıyor. Şimdiye kadar insan girişimleri henüz atmosferde bir fark yaratmadığı için, doğal tutucularımızı korumamız kesinlikle çok önemlidir. Bunlara ek olarak, doğal süreçlerin nasıl işlediğine odaklanabilir, onları taklit edebiliriz. Ağaçlandırma yapmak, tarımsal ve bozulmuş topraklarda karbon seviyesini artırmak ve kıyı ekosistemlerini eski haline getirmek bunu hemen yapmaya başlayabileceğimiz yollara örnek olarak verilebilir. Ayrıca endüstriyel ve kimyasal süreçleri kullanarak yeni teknoloji tabanlı karbon tutucular inşa etmek de mümkündür. İ klim satrancının dördüncü kuralı: Geleneksel iklim dü ş üncesinin dı ş ından gelen çözümleri de kapsayan geni ş bir çözüm portföyünü aktif olarak yönetmemiz gerekti ğ idir. Çözümlerimizi sera gazı emisyon kaynaklarını önemli ölçüde azaltan çözümler, doğanın mevcut karbon yutaklarını koruyan çözümler ve insan tarafından üretilen yeni karbon tutucular olarak sınıflandırabiliriz. Bunlara ek olarak, toplumu iyileştirmeyi amaçlayan eylemler gibi başka iklim çözümlerinin de olabileceğiunutulmamalıdır. İ klim satrancının be ş inci kuralı: Ölçe ğ e uygun çözümler getirmek için çoklu taktikler izlememiz gerekti ğ idir. Dünyanın nasıl değiştiği konusunda farklı bakış açılarına ve farklı fikirlere sahip insanlarla çalışmamız gerekmekte. Öncelikle yararlı ve ulaşılabilir iklim hedefleri belirlememiz gerekiyor. Bu hedeflere ulaşabilmek için bireysel davranışlarımızı değiştirmemizin yanı sıra kuralları, politikayı ve dünyanın ekonomik düzenini değiştirmemiz gerekecek. Ve tabii, iklim krizine çözüm yolları ararken, iş dünyasına hâkim bakış açısı da değiştirilmeli, yeni işler yaratılmalı. Hepsinden önemlisi, mevcut çözümleri ölçeklendirmeye yardımcı olacak, onları daha ucuz, dağıtımı daha hızlı ve kullanımı daha kolay hale getirecek teknolojik yeniliklere ihtiyacımız var. İ klim satrancının son kuralı: Tüm tahtayı görmek ve oyunu oynamak için ba ş kalarıyla i ş birli ğ i yapmaktır. Çok sayıda taktikle ölçeklendirilmiş geniş bir çözüm portföyü ile "tüm tahtayı" görmemiz ve oynamamız gerekiyor. Ayrıca bunun uzun ve karmaşık bir oyun olduğunu (önümüzdeki birkaç on yıl içinde oynanan) ve en iyi şekilde oynanabilmesi için başkalarıyla rekabet halinde değil, iş birliği içinde olunması gerektiğini çok iyi anlamalıyız. Sonuç olarak, iklim de ğ i ş ikli ğ ini ele almak için çarpıcı, uyumlu ve bilinçli eylemlere ihtiyacımız olacak. Oyunun bizden ve bireysel görü ş lerimizden daha büyük oldu ğ unun farkına varmalıyız. Ancak o zaman birlikte kazanma ş ansımız olabilir.

İklim Satrancı, Dr.Jonathan Foley

Mayıs 5, 2021

·

Makale