aposto-logo
TR
TREN

Tiyatronun Kaydı

Tiyatro alanındaki üretimlerin üretim süreçlerinin kaydı

12 Hikâye

Oyundayken kendini keşfetmek

Nagihan 'a ilk sorum 'oyun' ile olan ilişkisinin nasıl başladığını keşfetmeye yönelik oluyor. Lisans eğitimini İstanbul Teknik Üniversitesi'nin Harita Mühendisliği bölümünde tamamlayan Nagihan, ilkokul yıllarında oyunculuk yeteneği keşfedilen öğrencilerdenmiş. Bu hikayeyi anlatmaya çok güzel bir cümleyle başlıyor. "Oyunculuk, hep hayalimdi demeyeyim çünkü hayalimdi diyebileceğim bir sosyo-ekonomik yapıdan gelmiyordum. Daha düzenli gelir ve hayatı idame ettirebilmek önemliydi o yıllarda. Lise yıllarında üniversite tercih listesi hazırlarken üniversitelerin tiyatro kulüpleri etkili oldu. Sınava hazırlanırken İTÜ'nün tiyatro kulübünün Ölü Canlar isimli oyununu izlemiştim ve çok etkilendim. Kulübe de bu etkilenme ile girdim." Lisans eğitimini benim gibi yedi senede bitiren Nagihan mezun olduktan sonra master eğitimini tiyatro üzerine almış. Ailesi de bu noktadan sonra kabul etmeye başlamış. Nagihan ailede, "Mühendis diplomalı oyuncu." olarak anılıyormuş. Peki, oyunculuktan yönetmenliğe giden yol nasıl oldu? soruma ise şöyle yanıt veriyor. "Ben oyunculuk yapmayı çok seviyorum ve çok da özledim. O çok özel bir yerde. En başından beri üniversite de zaten oyunu yaparken sadece oyuncu değildik pek çok şeyi biz yapıyorduk. 'Kendini anlatma, dünyanı sahneye dökme' meselesi biraz orada başladı. Sonra ben Şahika Tekand'dan ders aldım o da böyle 'tasarlayan oyuncu' der, hep. En son karar verdiğim nokta ise TV dizi sürecinde oldu, o zamanlar biraz demoralize olmuştum. Kapanmıştım. 'Bir dakika ben ne anlatmak istiyorum?' dedim ve Evin Kokusu 'nu yazdım. Ceren(Boz) bana Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet " fikriyle gelmişti. Bu şekilde adımlarım bu yola doğru oldu." Nagihan ve Onur❣️ Nagihan'ın eşi Onur (O.Berk Arslanoğlu) da oyuncu ve ailelerine yeni bir isim Cana katıldı. Anneyken üretmeye zaman ayırmak ve hayatı planlamak daha fazla çocuğa göre hareket etmek demek oluyor, bu oyunların prova süreçlerinde Nagihan daha yeni doğum yapmıştı, haliyle neler hissetti ve süreç nasıl ilerledi? ilk merak ettiklerim arasındaydı. Burada kendisinin destekçisi olarak annesini ve DasDas ekibini özellikle belirtti. Eşi Onur'un bu süreçte iş takvimini hafifletme kararı da Nagihan'ın süreci daha iyi yönetmesini sağlamış. "Bu çok önemli bir soru çünkü gerçekten hamile kalınca değil işe gitmek, arkadaşların bile sana farklı davranmaya başlayabiliyor. Halbuki değişen sadece yaşama şeklimiz mesela uyuma saatlerimiz.⏰ Ben, bu yeni koşullarımla da üretmeye devam edebilirim. 'Artık yapamaz.' algısı oluyor ama DasDas'ta herkes bu sürece adapte olacak şekilde bana uyum sağladı. Özellikle Bir Barda Bir Gece'de yoğun prova sürecimiz vardı, Cana'nın uyku saatlerine göre ayarladık." Nagihan burada bir hocasının da cümlesini kayıtlara geçirdi. "Üretmek ve yaratmak için geniş zamanlar istiyoruz ama aslında o zaman hep bizimle ." Nagihan ve minik Cana oyun provalarında Bir Barda Bir Gece: Ben oyunu izlerken zaman algım çok kayboldu, bir kadın hikayesi olmasından dolayı geçmişteki cinayet hikayeleri, bugün gördüklerimiz ve gelecekte bunun daha distopik ve korkunç olmasından korkmamız; beni çok etkiledi, oyun bittiğinde içimdeki his o kadar cesurcaydı ki! O yüzden sorum metne nasıl yaklaştıklarına dair oldu. Yer yer gülerken cesurlaştıran bir oyun bu oyun; gülüyorum ama gülmemem mi gerekirdi diye düşünmeden edemiyorum.👀 "Biz kadınlar böyle bir gerçeklikle yaşıyoruz. Bu konuları yaşadıklarımızı birbirimize gülerek, ağlayarak anlatıyoruz. Bu yüzden metinde bunları ön plana çıkardık, saklamadık. Zaman algısı diyorsun ya mesela Türkiye'ye yakın bir konu, o yüzden mesafelenmek ve gülmek önemli bence. Yapısal olarak metne çok müdahale etmedik." Romeo ve Juliet' i çok kez okumuş ve çok kez de izlemişizdir, ilk defa bu oyunda Romeo ve Juliet’in ne kadar genç ve toy olduklarının hissi bana geçti. Metindeki ciddilik onların yaşını ve toyluğunu kapatıyordu sanki ve bu oyunda toyluk çok ön plana çıkıyor. Nagihan'a sorum, Mert Fırat ile bunun üstüne özellikle düşünüp düşünmediklerine dair oluyor? "Metin, Mert'in düzenlediği haliyle çok dinamik olmuştu, ben de ilk okuduğumda bunu düşündüm. Bu iki genç ailelerin yanında çok akan, dönüşen bir haldeler. Oyunculuk olarak da yönlendirmemizde bu vardı. Ahlak, gelenek, kan davası içinde toyluklarıyla yok oluyorlar." Fotoğraf: DasDas Oyunda dans, parti ve dövüş sahneleri ön plana çıkıyor. Prova süresi ne kadardı? Bu uyum nasıl yakalandı? Hiphop kültürüyle bu nasıl birleşti? oyunu izlerken umarım konuk alabilirim ve sorabilirim, dediğim dinamiklerdi. Dövüş sahnelerinde Barış Dokur, dans ve kareografide Dicle Doğan, müzikler de Cem Yılmazer'i görüyoruz.👀 Fotoğraf: DasDas Romeo ve Juliet'in gelecek gösterim tarihleri için tık tık. "Bir buçuk ay kadar sürdü prova. Giriş ve parti sahnesi oyunun dinamiğini de gösteriyor, oyunun temellerini atıyoruz. Hareket dediğimiz şey oyuncunun rolü yaratması için de ihtiyacımız olan şey. Sokak kültürüyle birleştirmek Mert'in de hep istediği şeydi bu da kostümlere de yansıdı." Yalnızlar İçin Özel Bir Hizmet: Oyun, Murat Gülsoy'un aynı isimli romanından uyarlama. Genelde uyarlamalar riskli alanlar olarak görülür ben de nelere dikkat ettiklerini, birebir kalmasını ya da değişmesini düşündükleri noktaları kayıtlara geçirmek istedim. "Evet riskli, ben mesela böylesi uyarlamalarda kitabı izliyormuş hissini sevmiyorum, romanları sahne diline adapte etmek gerekir, diye düşünüyorum. Nasıl bir dil içinde bunu nasıl anlatacağız? Mirat karakterinin etrafında birden fazla karakter var. Ben mesela bu oyun tek kişilik olmalı dedim. Ceren ise hayır, dedi. İyi ki de dedi.👀 Tabii kayıpların da olmaması gerekir. Murat hoca(Gülsoy) izlediğinde çok beğendiğini söyledi,'ben böyle bir şey beklemiyordum, ben yapsam böyle yapmazdım ama çok beğendim.' deyince çok mutlu oldum." Fotoğraf: DasDas Kaydın sonlarına doğru gelirken son sorum empati üzerine oluyor. Nagihan oyuncu da olduğu için yönetmen olarak oyuncularla kurduğu ilişkiyi kayıtlara geçiyoruz. "Yönetmenin görevinin biraz açmak üzerine olduğunu düşünüyorum, oyuncuyu açmak ve ortaya çıkarmak. Kendi deneyimlerimden yola çıkarak oyuncunun yani karşımdaki insanın kapanıp kapanmadığını anlayabildiğimi düşünüyorum. Şimdi prova dili oturtmak üstüne de daha çok düşünüyorum, dil önemli çünkü ses tonun mimiklerin hepsi üretim sürecinde doğrudan etkisi olan dinamikler." Üretim Kaydı'nı sosyal medyadan takip etmek isterseniz sizi buraya alayım.

Oyundayken kendini keşfetmek

Şubat 22, 2022

·

Makale

Umut ve ihtimal her zaman var

Ebru ve Barış 2008 yılından beri tanışıyorlar Barış, Ebru'nun ilk Umut'u. Hikâyelerini dinlerken yüzümdeki mutluluğu görmek isterseniz sizi buraya alayım. Barış'ın deyimiyle 'genç ve romantik bir hikâye' olan bu tanışma ve üretim yoldaşlığını onların sesinden dinleyin isterim. Oyun için konuştuklarımızdan bakalım neler kayda geçmiş.👀 Oyun, ortak yapım projesiyle bizimle buluştu. Bu oyunun proje için mi yazıldığını yoksa öncesinde bekleyen bir hikâye olup olmadığını merak etmeden edemedim, dolasıyla Ebru'ya ilk sorum bu oldu. "Bu proje bana geldiğinde yazdığım bir metin değildi bu ama hep bir kara komedi yazmak istiyordum açıkçası. Hikâyeler birazcık etrafta, zihinde geziyor zaten sadece oturup yazmak konusunda çok ısrarcı ve aceleci davranmıyorum. Bu proje olunca da zaten zihnimdeydi oturup hemen yazdım, projeye uygun olduğunu düşündüm. Bu, 5 yazar 5 yapımcı projesine uygun hikâyenin bu olduğunu düşündüğüm için bunu yazdım. Sıfırdan bu proje için üretilmiş bir şey değil, zaten oradaydı." Sonraki sorum oyunculuktan gelen Barış'a oluyor, yönetmenliğe geçişi ve dengeyi nasıl sağladığı, merak ettiklerim arasında. "Benim yönetmenliği denemem ve bunu hayal etmem biraz geç oldu aslında. Oyuncuyken de biraz yönetmeni yoran oyunculardan oluyordum. Zor geçerdi prova süreçleri. Bencillik ettiğimi de anlamaya başlamıştım o dönemlerde oyuncu olarak yönetmenin ne kadar büyük bir şeyle uğraştığını da anlayamıyorsun tabii. Bir oyunda oynadığım dönemde bir hikâye yazmak istedim. Konservatuvardan üç tane sınıf arkadaşımı topladım dedim, 'Benim bir fikrim var, beraber bir şey deneyelim ama sonunda bir şey çıkmasa da üzülmeyelim, bunu bir spor gibi düşünelim. Bir tiyatro sporu içimize sinerse oynarız, yoksa oynamayız. 2018 yılında 'Eve Dönüş' diye bir iş yaptım. Eren Çiğdem, Tara Demircioğlu ve Ece Nur Ateş'le birlikte." Berfu Öngören, Pelin Ermiş ve Talha Kaya; Fotoğraf: DasDas "Yönetmen tarafına geçince aslında böyle çok zevk aldım, diyebilirim. Tiyatroya başka başka bir perspektiften bakıyorsun, bir oyuncu olarak çok şey öğretiyor bu deneyim. Hiçbir şey öğretmese bile yönetmeni anlamayı öğretiyor. Prova dönemlerinde bir oyun çalışırken oyuncu olarak yönetmen tarafına geçmenin çok faydalı bir şey olduğunu da fark ettim. Adıma yönetmen demek istemiyorum, kendimi yönetmen olarak tanımlamıyorum ben bir oyuncuyum, o tarafa geçmeyi istedim, denedim ve sevdim. Zor ikisini beraber üretmek yani bir o tarafa geçmek bir bu tarafa geçmek biraz kafa karıştırıcı bir şey oyuncu olarak ama özünde tiyatroyu sevmekle alakalı bir şey neresinde olduğunun çok önemi yok." Berfu Öngören, Fotoğraf: DasDas Oyunun içine video görseller yerleştirip, mekân hissini oradan verme kararının nasıl geliştiğini Barış anlatıyor. "Oyunu ilk okurken, tuhaf bir şekilde neden öyle bir ilişki kurdum bilmiyorum ama sinema diline yakın olduğunu düşündüm. Aslında şöyle, oyun komedi ama karakterler de aslında çok sahici bir zemin üzerinde duruyor bir şekilde o sahici zeminin bazen bir adım önüne ya da gerisini çıkabiliyorlar, kendi dengelerini bulmakta zorluk çektikleri için. Hayat, şu anki sistem, her neyse onların kendi dengeleri bulmakta zorlaştıran bir durum olduğu için ve yer yer onların ruh halini video olarak yansıtmak istedim. Seyirci ve oyunu hep beraber birkaç adım atarak dışarıdan bakma durumunu yaratmaktı amacım." Oyunda iki kadının üretememe süreci benim en derin bağ kurduğum yer oluyor. Metne dair Ebru'ya şöyle bir soru ile gidiyorum. Ebru uzun yıllardır oyun yazıyorsun, bu oyun özelinde tekrar sormak istiyorum, iki kadının aslında ‘üretememe’ haline değiniyor oyun bir yandan da erkeklerin ne kadar ‘kolay para kazandığına’ böylesi metinleri sahnede görmek beni mutlu ediyor, bu metinlerin sahneye taşınmasında zorluk yaşadığın oluyor mu? "Şöyle hangi sahnelerden bahsettiğimiz o kadar önemli ki. Bu metin aslında şehir ve devlet tiyatrolarında da gayet rahat oynanır, ben de bu sene bir belediye tiyatrosunda oyun yönettim ve gittikçe şunu görmeye başladım, yapıları değiştirmek çok kolay olmuyor. Yani her ne kadar genel sanat yönetmeni de değişse oyuncular da ve değişse dışarıdan metinler gelse de muhafazakarlık böyle bir şey. Orada kurumun o temel yapısını muhafaza eden bir sistem var ve o sistem bir şekilde bir grup oyuna dönemsel olarak farklı gruplara, iş dünyasında cam tavan deriz, cam tavan koyar. Görünmeyen bir engel var mı? Yok. B aşvurabiliyor muyuz? Evet. Oynanıyor mu? Hayır. Taksim'de 2ooo'lerin sonunda başlayan bağımsız tiyatro ile beraber bu engel böyle aşılmaya başladı. " Ebru Nihan Celkan "Birtakım otorite figürleri var. Birtakım kanon oluşturan insanlar var, karar veriyorlar bu veya bu diye kanonu da onlar oluşturuyorlar. Onların şöyle bir söylemi vardı, o dönemde 'Türkiye'de oyun yazarı yok, yerli metin çıkmıyor' gibi bir söylem vardı. Bunun ne kadar gerçekle bağdaşmadığını 2000'lerden bugüne uzanan yolculuğumuz gösteriyor bize. Oyun yazarı var. Türkiye'de çok iyi, yetenekli oyun yazarları var, çok yetenekli yönetmenler de var. Bir oyunu sahnelemek istediğimde ben illa şöyle bir tiyatro olsun, illa böyle bir şey olsun demiyorsam sahnelemenin önünde bir engel olduğunu düşünmüyorum. Yani zihinsel bir şey dışında yaparım, yapamam dışında çok karşılaşmadım. Biz Tetikçi'yi oynadığımız o dönemde de bize neden yapılamayacağına dair bir sürü insan bir sürü şey, söylemişti ama bunların birer hayalet olduğunu yani hayalî korkular olduğunu gördük. Yapıldı mı? Yapıldı. Daha fazla insana ulaşır mıydı? Evet ama olmadı. Artık şöyle bir şey düşünüyor ve hissediyorum bugün on altıncı oyununu sahnede görmüş biri olarak ilk oyuna gidip bağımsız sahnelerde gördüklerinden etkilenip oyuncu olan, yazar olmak isteyen, sahnede kendi temsilimi gördüm diyen insanlar var, bu değerli. " "Ben ayrıcalıklı biri olarak söylüyorum bunları altını çizeyim üstüne basayım. Ben İstanbul'da yaşayan, bu tiyatrolara erişimi çok kolay olan, rahat bir şekilde iletişim kurma şansı olmuş. Tiyatro çevresiyle tanışma şansına erişmiş. Ayrıcalıklı biri olarak söylüyorum. Herkes aynı ayrıcalıklara sahip değil onun da farkındayım. Dolayısıyla başka biri bu ve benzeri oyunları sahnelemek istediğinde ne tür engellerle karşılaşır bunu benim söylemem doğru olmaz." Peşi sıra aklıma kapanma döneminde tiyatronun podcast gibi yeni alanlarda hızlıca var olması geldi. Bu konu hakkında özellikle sürdürülebilirlik, ulaşılabilirlik için Ebru'nun düşündüklerini merak ettim. Kayıtlara geçireyim. "Kriz anında yapılıyor ve hiçbir altyapı olmadan hazırlıksız bir şekilde bu işlere giriliyor. Benim de oyunum var, bu sırada önemli olduğunu düşünüyorum bu hamlenin geç bile kalındı. Bunu neden kriz anında yapıyoruz ve her seferinde biz neden krizden bir şeyler kurtarmaya çalışıyoruz? Neden uzun vadeli bir plan yapamıyoruz? Bunları ayrıca düşünmek lazım. Büyük kitlelere ulaştırmak için tek yol bu değil. İstiklal Caddesi'nde yaşanan o coşkuyu İstanbul'da çok sınırlı bir kitle tecrübe edebildi, tabii ki yankıları bir yerlere gitti ama sınırlı kaldı." Fotoğraf: DasDas Son sorum Barış'a özgürlük alanına dair bir soru oluyor. Günümüzde sahnede hem oyuncu olarak hem de bir yönetmen olarak kendini özgür hissediyor musun? Bu alanlarda yeni şeyler deneme ve ‘oyun’ alanlarının arttığını düşünüyor musun? "Özgürlük meselesi çok karmaşık bir mesele, evet o kadar özgür hissetmiyorum aslında ama bir oyun yönetirken rejisör olarak tercihlerindeki özgürlükten de öte genel genel bir resim çizecek olursam kendimi şöyle hissediyorum. Bu sezon bir tane oyun çalıştım ve şuan bir oyun oynuyorum, bir oyun yönettim benim için çok verimli ve güzel sezon ama seneye bir şey yapabilecek miyim? Emin değilim. Böyle bir alan olacak mı? Açılacak mı? Ya da açılan alanda ben var olmak isteyecek miyim? Emin değilim." "İstanbul'da, Türkiye'de tiyatronun altın çağı; her şey çok güzel, harika, sürekli böyle lafların etrafında dolanıp duruyoruz ama aslında öyle bir manzara yok. Biz tiyatro üreticileri açısından böyle bir manzara yok. Ben çok şanslıyım, DasDas bana sonsuz güvendi. Ebru'nun oyununu yönettim kendi özgürlüğünü kısıtlayacak bir süreçten geçmedim ama genel fotoğrafa baktığım da tabii ki bu memleketin hâli tiyatroya da sirâyet ediyor. Yarınımızı bilmiyoruz yani. Bana bir oyun teklif ettikten iki yıl sonra bana yeni bir oyun teklif edecekler mi? Bilmiyorum çünkü her şey kendi tabiatından o kadar uzaklaştı ki. Şu an İstanbul'daki tiyatro kapsayıcı bir tiyatro değil. Birini keşfetmeye izin verilmiyor. Dolayısı bizim de keşfetme alanımız oluyor. Bu çok karşılıklı bir ilişki. Eskiden her ay bir tane çok parlak bir oyuncu izlerdik yeni kimsenin adını bilmediği. Bu da geri dönecek tabii ki hayat her zaman kendi yolunu bulur. Yani bütün bu hikâye bitecek ve tiyatro tiyatroculara kalacak, hikâye anlatıcılarına kalacak. Kapanma döneminde çok konuştuk tiyatrocularla gazetecilerle, biz tiyatrocular kendi aramızda da, 'dönecek miyiz ya sahneye?' O zamanda da kuşkum yoktu ve hep şunu söyledim; tabii ki döneceğiz!" Kaydı, 'en az bir ihtimal daha var', diyerek bitiyoruz.

Umut ve ihtimal her zaman var

Mart 30, 2022

·

Makale

İhtimallerin güzelliğine🥂

Pelin Ermiş -Ada, Fotoğraf: DasDas İlk okuduğun oyun neydi? Yılını/okuduğun yaşını hatırlıyor musun? Ne tatlı bir soruyla başlıyoruz. Romeo ve Juliet. Shakespeare romantizmiyle giriş yapmış bulunmuşumdur. Yıl 2000, liseden yeni mezun olmuştum. Öncesi de ortaokulda da okuduğum oyunlar olmuştu ama bana işleyişi, nüfuz edişi Romeo ve Juliet diyebiliriz. Sahnede olmam gerekiyor dediğin o ilk anı hatırlıyor musun? Ortaokulda, okulun tiyatro kulübündeydim skeçler hazırlıyorduk. Kendi yazdığımız skeçleri. İlkokuldan sonra bir sürü öğretmen geliyor derslere. Hepsini incelemek, bağ kurmak çok güzel gelmişti bana ve skeçlerimizde ben öğretmenlerimizin taklitlerini yapıyordum kendi yazdığım metinlerle. O zamana kadar böyle bir şeyin varlığından haberim yoktu. Eğlenmek ve insanları eğlendirmek çok hoşuma gitmişti o zaman, dedim müthiş bir şey bu. Aksesuarlar ayarlıyordum evden ve yazdıklarımın dışında da bir sürü doğaçlama kendiliğinden oluyordu. Çocuksun yargı yok, sadece oyun oynamak istiyorsun. Hala aklıma gelir o zamanlar, “Tam da konu bu Pelin, oyun oynamak” hala hatırlatırım kendime bunu. Oyunculuğu en besleyen deneyiminin; iyi bir seyirci olmak olduğunu söyleniyor. O yüzden sormak istiyorum; izleyici olarak izleyip de unutamadığın bir oyun var mı? İzlerken kendinden geçtiğin bir anın var mı? Kesinlikle katılıyorum. Oyunculuğu en besleyen şeylerin en başında izlemek, bakmak, görmek, seyirci olmaktır. İnsan dışardayken daha bir anlıyor neler olduğunu ya da nelerin eksik olduğunu. Neyin kalbine işlediğini ya da tam işleyemediğini. Yaşamın içinde de bu var. Oyun, film, yaşam bunların çok iç içe olduğunu düşünüyorum. Oyun izlemeyi çok seviyorum ve unutamadığım oyunlar bayağı var. Ama bu soruyu okurken aklıma gelen ilk ikisini söylemek isterim. Biri; Schaubühne Berlin Tiyatrosunun , Ostermeier’in yönettiği “Hamlet” oyunu tek kelimeyle olağanüstüydü, üç saat hiç kıpırdamadan izlemiştim. Ostermeier’in Hamlet yorumu, yaptığı rejiler, yabancılaştırmaları bu kadar sarsıcı kullanması harikaydı. İkinicisi; Londra da izlemiştim ki ne mutlu , Charlie’nin Çikolata Fabrikası. Theatre Royal Drury Lane ’de ve yönetmen Sam Mendes . Bir rüyanın içine düşmüş gibiydim, böyle bir şölen, böyle bir mutluluk… Allahım o kadar güzeldi ki hala düşününce mutlu oluyorum ve tüylerim diken diken oluyor. “Bir İhtimal Daha Var” oyununu ilk okuduğunda ne hissettin, oyunda aynı zamanda video üretimler de var, bu fikri başta nasıl buldun? Bunu denemek nasıldı? “Bir İhtimal Daha Var” İsmi güzel oyunumuz. İlk ismine vuruldum açıkçası. Ne umutlu bir söz. Yaşama dair hep çözüm olduğuna dair inancı içimde hissettiriyor. Oyunu okuduğumda çok etkilendim, hepimizin içinde bulunduğu iş sorunlarını, iniş çıkışlarını, kısır döngüsünü, acısını ve absürtlüğünü; içten bir anlatımla çok güzel yazmış Ebru Nihan Celkan. Ellerine, yüreğine sağlık. Videolar fikri bence harika. Seyirciden de çok güzel yorumlar alıyoruz. Barış Gönenen sevgili yönetmenimiz, iyi ki bu fikri oyuna koydu. Kendisini, aklını, enerjisini çokça beğeniyorum. Barışın aynı zamanda oyuncu olması da bizim için çok büyük bir artıydı. Tüm kalbimle söylüyorum ekibimiz harika, çok mutluyum bu işin içinde olduğum için. Berfu, Talha onlarla aynı sahnede oynamak o kadar güzel ki ne mutlu bize. Aramızdaki uyum müthiş. Maşallah.🙂 Birbirimizi merak ediyoruz ve seviyoruz bu çok değerli bir şey. Dasdas’a çok teşekkür ederim bu oyunu sahneye koyduğu için. Ada, içinde olduğu durumda bile eğlenmeyi seven belki de çok önemseyen biri ayrıca bu babasıyla olan ilişkisinden ötürü de ayakları üstünde durmayı daha çok önemsiyor. Normalde karaktere dair sorular sormayı sevmem ama Ada özelinde bunu yapacağım.🌝 Sence Ada ne hissediyor? Adaaaa🙂 Ada bana yaramaz çocuk gibi geliyor yani içini tutamıyor, patlıyor, koşuyor sonra birden bilgiler kafasında, ruhunda yine patlıyor, savruluyor, kontrol edemiyor kendini. Hesapsız, dürtüsel, içi hiçbir yere sığamıyor gibi hissediyorum. Ailesiyle özellikle babasıyla arasının kötü olması, yaşadığı eksiklik, onay duygusunu alamamanın verdiği asilikle, içindeki boşlukla yaşamaya çalışıyor. Ada’nın da sevgi eksikliği buram buram ruhunda. Bu eksikliklerle baş etmenin yolunu sanki eğlenmeyle bulmuş, olayları takmama haliyle maskelemiş gibi. O yüzden arayışları, oyuncakları var. Alkol, tinder, yeri geliyor kolonya, ispirto içmeyi deneyebilecek kadar içinde patlıyor. Böyle olan Ada aslında yaşama realist bir yerden de bakıyor. Sisteme, düzene karşı. Baş edemiyor bu sistemle, bu sınırlarla, bu ezberlerle. O yüzden aslında ihtimallerin içinde kendini patlatmak varsa oda patlatır. Elinde değil.Umut; çocukluk arkadaşı, kitaplar ve bilgi, Ada’nın en masum yanı olduğunu düşünüyorum. En çok yaşama buradan tutunuyormuş gibi geliyor. Senin işle ilgili böyle bir dönemin oldu mu? İhtimallerin güzelliğine dair neler söylemek istersin? Bu soruyu çok sevdim. Benim de işle ilgili, yaşam, adı neyse sistem, böyle bir dönemim oldu. Zor oldu o dönem ama iyi ki de olmuş. İçindeyken o dönemin tam böyle düşünemiyorsun tabi. Hep şunu soruyordum kendime o dönem, o süreç neye tekabül ediyor, edecek? İnsanın kendini daha iyi tanımasına, direncini yükseltmesine, resmen bağışıklık sistemini güçlendirmesine yarıyor. Tabi bu yarama durumu öyle hap yuttum başımın ağrısı geçti tadın da asla olmuyor. Her yerinde hissediyorsun bu sancıyı. İroni, absürtlük tam da buralardan çıkıyor. O yüzden Ada’nın ironisini, absürtlüğünü çok iyi anlıyorum.İhtimaller ve güzellikleri her zaman var, olacak. Sandığımız “İyi iyidir, kötü kötüdür” gibi olan ezberler hakikaten kim bilir yaşamda nelere tekabül ediyor. O yüzden bilemeyiz, bilmeyelim de; yaşayalım, niyetlerimizin güzellikleriyle ve ihtimallerin güzellikleriyle… 🙂 Pandeminin başladığı dönemde, ilk kapanma olduğunda sahneler kapanmıştı, oyuncu olarak neler hissetmiştin? Sahneden uzak olmak, belirsiz bir sürecin içine girmek zordu, bununla nasıl başa çıktın belki de çıkamadın? Biraz anlatabilir misin? Evde kal! Ev ev ev. İçimiz dışımız ev olmuştu ayol 🙂 Ne zor günlerdi… Bir kere insan yaşamı tehlikede . İlk defa böyle bir virüsü deneyimliyorduk. Hepimiz çok korkuyorduk. Sahneden uzak olmayı çok düşünemedim o an açıkçası, ilk ayları özellikle. Sokağa hava almaya bile çıkarken öyle hissedince her şey durdu. Tokatlar deneyimledik hepimiz. Evet sağlık en değerli, özgürlük en değerli. Anneni, sevdiklerini görmeye bile gidemiyorsun. Şok etkisi. Herkes iyi mi? Neler oluyor? Bu virüs ne zaman bitecek peki sonra ne olacak yeni bir döneme girmiştik, tanığız, içindeyiz. İnsan işte her şeye alışıyor ve baş etme tekniklerini deniyor. Ne kadar güçlüyüz o dönem en çok düşündüğüm şey buydu.Sonra ki yıl tabi sahneler, bu belirsizlik, ne yapacağız, nasıl olacak çok üzücüydü. Kimi düşüneceğini şaşırıyorsun. Bir sürü oyuncu arkadaşın, müzisyen arkadaşın çalışamıyor ve bedelini malesef yaşayarak deneyimliyorsun. Bununla başa bazı günler çıkıyorsun bazen hiç de çıkamıyorsun. Ya da sen başa çıkıyorsun da arkadaşın çıkamayınca yine çıkamıyorsun. En az bir ihtimal daha vardı, bunun geçeceğine, dönüşeceğine olan inancımız. İnancımızın her zaman olması dilekleriyle… Bana sorular çok iyi geldi. Bilinç akışı gibi oldu. Ne mutlu… Çok teşekkür ederim 🌝 Talha Kaya İlk okuduğun oyun neydi? Yılını/okuduğun yaşını hatırlıyor musun? Haldun Taner’in Vatan Kurtaran Şaban, oyununu okumuştum. 2000 'di sanırım. Yedinci sınıfa gidiyordum. Herhangi bir ödev falan da değildi çünkü evde olan tek tiyatro metni oydu. Sahnede olmam gerekiyor dediğin o ilk anı hatırlıyor musun? Orta okulda tamamen tesadüf ve arkadaşımın zoruyla tiyatro seçmelerine gittik. Okulun matematik hocasının yönettiği küçük skeçlerde oynuyordum. Sene sonuna başka bir oyun çıkarttık. Atilla Alpöge’nin Çürük Elma diye bir oyunuydu. O aralar neredeyse bütün orta okullar oynuyordu oyunu. Bütün sene boyunca her oynadığım oyun sorunsuz geçerken sene sonu oyunun da(bir defa oynanacaktı sadece) oyundan iki gün önce sesim kısılmıştı ve asla iyileşmiyordu. Kısık sesle oynadım bir şekilde ama ses tellerim yokmuş gibi sesler çıkıyordu benden. Oyun sonunda anneme sarılıp çok ağladığımı hatırlıyorum. Ertesi gün sesim çok daha iyiydi okula gidip oyunu yöneten hocaya sesim düzeldi hadi yeni oyun yapalım dediğim an sanırım. Oyunu yapamadık çünkü okulun kapanmasına 15 gün vardı ama ertesi gün iç güdüsel olarak direkt hocaya gidişim hala bana ilginç gelir. Oyunculuğu en besleyen deneyiminin; iyi bir seyirci olmak olduğunu söyleniyor.O yüzden sormak istiyorum; izleyici olarak izleyip de unutamadığın bir oyun var mı? İzlerken kendinden geçtiğin bir anın var mı? İzmit Şehir Tiyatroları’nın 2003’ten sonra oynamaya başladığı Moliere’in Don Juan’ı sanırım. Engin Benli oynuyordu Don Juan’ı. Hala düşündükçe heyecanlandığım bir oyun. Şimdi tekrar aynı rejiyle, aynı oyuncularla izlesem belki de beğenmeyebilirim ama aynı hisle hatırlamak hala bana çok iyi geliyor. “Bir İhtimal Daha Var” oyununu ilk okuduğunda ne hissettin, oyunda aynı zamanda video üretimler de var, bu fikri başta nasıl buldun? Birden fazla karakter oynama fikri her zaman çok heyecanlı tabii ki. Oyunu okumayı bitirdiğimde garip bir hisle kalakaldım. Oyundaki bütün karakterler o kadar gerçekti ki hepsinin muadilleriyle her yerde karşılaşmıştım. Komik anlara gülerken bile tam emin olamıyordum gülmeli miyim diye? Bahsettiğim bu garip his oyunu okuduğum zaman boyunca devam etti. Barış bence çok yalın bir reji kurdu oyuna. Oyunda kullanılan her materyali neden kullandığıyla ilgili her fikri ayrıntılı bir şekilde bize hep anlattı. Yeni çağda maruz kaldığımız ya da sosyal hayatımızda edindiğimiz bütün tecrübeler, bir eylem içindeyken aklında birkaç başka düşünce daha olmak zorunda olması. Videolar da bana hep bu hissi verdi. Oyuncu sahnede konuşurken arkada akan video ağızdan çıkan söz dışında aklımızı kurcalayan diğer şeyler gibi. Oyunda birden fazla karakteri oynuyorsun ama benim sorum Barış karakteri için olacak, ‘kolayca para kazanma motivasyonu’ görüyoruz onda. Bu role nasıl hazırlandın? Oyunda Ada ve Umut’un yaşadığı süreçlerden hiç geçtin mi? İhtimallerin güzelliğine dair ne söylemek istersin? Ben İzmit’te doğdum büyüdüm. İzmit’te seksen sonrası doğan jenerasyonun ata sporu gibi bir şeydi ‘kolay para kazanma motivasyonu’ dediğimiz şey. Bir anda yırtmak. Kolay yoldan sonuca ulaşma isteği. Hal böyle olunca benim de aklımda çok fazla örnek vardı tabii ki. Günümüz konjonktürü de bu hali son 20 senedir geliştire geliştire bugünkü son durumuna yani liyakatin önemsiz olduğu, kolay yoldan erdemi yok sayan her yolun mübah olduğunu düşünen bir anlayışa getirdi. Barışlar ülkemizde hep vardı ama son yirmi yıldaki kadar ayyuka çıkmamışlardı. Ada ve Umut’un geçtiği süreçlerden seksen sonrası doğan nesil hep geçti ve tabii ki benim de; bu işi artık yapmamalıyım, sanırım yapamıyorum, yeteneğimi yanlış anlamışım galiba gibi sonuçlara vardığım dönemler oldu. Neyse ki kısa sürdü. İhtimallerin güzelliğine inanmadığımız bir hayat sıkıcı olmaz mıydı? Mesleğimi yapabilmemin ilk ve en önemli motivasyonu ihtimallerin güzelliği. İyi ki varlar çünkü her zaman en az bir ihtimal daha var. Pandeminin başladığı dönemde, ilk kapanma olduğunda sahneler kapanmıştı, oyuncu olarak neler hissetmiştin? Sahneden uzak olmak, belirsiz bir sürecin içine girmek zordu, bununla nasıl başa çıktın belki de çıkamadın? Biraz anlatabilir misin? İlk kapanma da garip bir şekilde büyük ihtimalle de içgüdüsel olarak bu durumun ne olduğunu ve nasıl bir şeyin içindeyiz diye çok düşünme fırsatım oldu. Tekrar sahneye ne zaman çıkarım sorusundan önce bir daha sokağa rahat çıkabilecek miyim sorusu daha baskındı. Zamanla hem durumu anlayıp hem de iyi ihtimallerin artmasıyla(tedavi, aşı v.b.) mesleki kaygılarım oluşmaya başladı. Ben biraz da şanslıydım tam kapanma dışında hep bir şekilde çalıştım ve kaygılanacak çokta zaman bulamadım açıkçası. Tam kapanmalarsa kendi adıma çok verimli geçti. Çok sıkılacağımı düşünürken genel bir durma hali içimi çok rahatlatmıştı. Çok fazla şey okuma, izleme şansım oldu. Başa çıkma biçimi olarak bunu seçtim sanırım. Üretim Kaydı'nda bugüne kadar kaydettiğimiz tiyatro içeriklerini buradan okuyabilirsiniz.

İhtimallerin güzelliğine🥂

Mart 30, 2022

·

Makale

Sahnede bir ağacın en tepesinde olmak 🌳

2018 dolayları elime bir kitap alıyorum, okumaya başlar başlamaz koltuğa saplanıyorum, yer yer karnıma ağrı giriyor, bazı kelimeleri okuyunca derin nefesler alıyorum ve veriyorum. Ece, sakin ol bu bir kurmaca metin, kurmaca... kurmaca... Emin miyiz? Ahsen benim bu satırlarımı yazacağımı biliyormuş gibi şöyle bir cümle kuruyor podcastte "Gerçek olan hikâyeleri gerçek olmayan karakterlerden dinliyoruz." Tanıdık olaylara gözlerimin dolmasına engel olamıyorum, bir gece yarısı bitiyor kitap, sinirliyim ve öfkeliyim, hem de çok! 👀 Oyunun yönetmeni İlksen, kitabı ilk okuduğunda benim gibi aynı siniri kanında hissetmiş. Ahsen'i ilk sezonda konuk aldığımda henüz bir oyunda oynamamıştı ama çok istiyorum diye kayıtlara geçirmişti. Sardunya'nın senaristi ve yönetmeni Çağıl (Bocut) ile Ahsen'in bölümünden sonra birbirimize kitaplar öneriyorduk, ben Çağıl'a "Ağaçtaki Kız'ı okuman lazım" demiştim. Çok geçmeden kitabın oyuna uyarlanacağını ve Ahsen'in oynayacağı haberi aldık. Mutlu tesadüflere hala daha mı alışamadın demeyin! Alışamadım, hep ilk kez oluyormus gibi bir heyecan😍 Oyunu izleyince bu kız Ahsen'den başkası olamazdı diyorum. Uyarlama olacağı için korktuğumu da söylemem lazım, 300 küsür sayfalık bir romanın nasıl sahneye taşınacağını ve en önemlisi ağacı sahnede nasıl göreceğimizi çok merak ediyordum. 🙃 İzlediğim oyun için mutluyum, bu mutluluğun yanına tüm bunların nasıl yapıldığının cevaplarını da ekleyince benim için en özel tiyatrolar günü bu yılki olmaya devam ediyor. 👀Yeni gelenler için minik bir hatırlatma burada podcastte konuştuklarımızdan bazı kesitleri size sunuyorum, tamamını dinlemek için sizi kulaklıklarınıza doğru alayım.👇🏻 İlk sorum İlksen'e uyarlamayı nasıl yaptığı üzerine oluyor. Sürece kitabın yazarı Şebnem'in de dahil olup olmadığını merak ediyorum. "Şebnem bu sürece hiç dahil olmadı, tam tersi aslında dahil olmak istemedi pek, çünkü bir yazarın kendi yazdığı şeyi bozması onun için de zor bir şey. Uyarlama benim açımdan da heyecanlı, çünkü ben de senin gibi kitabı okuduğumda beni çok heyecanlandırmıştı. Dolayısıyla benim de böyle elimin ayağımın titrediği bir uyarlama aslında. Ağaçtaki Kız'ın duygusunu kaybetmemen gerekiyor. Onun hayatındaki karakterlerin duygusunu kaybetmemen gerekiyor. Dolayısıyla biraz oralar beni zorladı ama pandemi benim işimi kolaylaştırdı. Evde olduğum için o arada zaten böyle bir kafayı kırdım." Uyarlamada dikkat ettiği noktalar içinse şunları söyledi. "İki tane zaman çizelgesi oluşturduk. Kız'ın Yunus ile tanışması ve oradan ilerlemesi bir de bize geçmişteki karakterleri anlatması, hatıralarını paylaşması. Tabii ki çıkardığımız karakterler oldu ama özünü koruduk, Şebnem de sahnede gördüklerinden mutlu olduğunu söyledi. Oyunun dinamik olmasında da dekorun ve hareket tasarımın çok etkisi var. Hepsi bir bütün." (Ahsen ve Tunahan) Oyunun prova sürecinin 8 hafta sürdüğünü söylediler, o zamanlardan bir kareyi buraya iliştiyorum. Fotoğraf: DasDas Ahsen'e ilk sorum ise şu oluyor: Oyunun konusu çok ağır bir konu ve de zor, metni ilk okuduğundan bu yana her oynadığında ruh halini nasıl koruyorsun? Role hazırlanırken toplumsal hafızamızda yer etmiş olaylar üstüne tekrar düşünmek nasıl hissettirdi? "Ben metni ilk okuduğumda çok farklı bir hissiyatla okudum. Kendi anılarıma gittim işte benzer hikayeler varsa oralara gittim. Bir küçük zihinsel yolculuk yaptım, diyebilirim. Küçük dediğin her seferinde farklı yolculuklar yaptı aslında. Provalara başladığımızda her gün sanki hiç okumamışım gibi yeni bir bilgi ile ayrılır, oldum. Benim için hep böyle sıcak ve değişen yeni yeni bilgiler edindiğim bir oyun haline geldi. Öyle de olmaya devam edecek. Yakın geçmişe dair hikâyeler, gerçek olan hikâyeleri gerçek olmayan karakterlerden dinliyor olmamız; evet yorucu, prova süreci de kolay geçmedi o yüzden. Artık düşünemeyecek kadar yorulduğum, canımın yandığı yerler oldu. Mesela ilk önce çözdüğümüz bir sahne diyelim, bir yerden sonra artık sinirimiz bozuluyordu. O sahneyi çalışırken ya da bir yerden sonra o duyguyu kaydetmeye çalışıyorduk. Hemen harcamayalım, bunu zaten çözdük ne olduğunu çok iyi biliyoruz bunu saklayalım diyorduk. Şu an harcamayalım bu duyguyu sahnesini bekliyor, dediğimiz yerler oldu bu yüzden. Dolayısıyla kolay bir süreç değildi, çok yoğundu ve üzerine çok düşünmemi gerektirdi. " Fotoğraf: DasDas Peşi sıra sorum ise dekoru ilk gördüklerinde rol arkadaşı Tunahan'la ne düşündükleri ve ne tepki verdikleri üzerine oluyor. Zıpladıklarını söyleyen Ahsen, pek çok kişinin onun düşmesinden korktuğunu da söyledi. Provalar sırasında minik bir düşme ve kısa süreli bir bandaj dönemi olsada Ahsen, bu dekorun üstünde olmaktan çok mutlu olduklarını ekledi. "Hemen dekorun üstüne çıkmak istedim, etrafında dolandım, ona dokundum hissettim. İlk konuştuğumuzdan farklı bir dekor oldu ama bu sade hali çok hoşuma gitti. Seyircilerin çoğundan şunu duydum; beni aldın gerçekten bir ağacın üzerine oradan diğer aracın üzerine sonra da duvarın üzerine götürdün." Kaydı sonladırırken son sorum ikisine birden; tiyatronun toplumsal hafızaya ışık tutan ve kayıt altına alan yanına dair bir soru oluyor. Oyunun izleyici kitlesi kimi zaman oyunun, anlattığı olayları hiç duymamış ya da yaşamamış bir yaş aralığına denk geliyor. Bunu ben de oyunu izlediğim zamanlarda gözlemledim, gerçekten oyundan çıkınca merak edip bakıyorlar ve öğrenmek istiyorlar. Bu konuda ne söylemek istersiniz? İlksen: "Kitabı bitirdiğimde ben bir hafta boyunca çok sinirliydim ve bu kitap yüzünden olduğunu aslında önce fark edemedim. Bir hafta boyunca kendimi şöyle şeyler yaparken buldum, kitaptaki anlatılan olaylarla ilgili bir şeyler okumaya başladım tekrardan videolara bakıyorum, falan. Gerçekten çok sinirliyim ve bunun neden olduğunu çözemiyordum, sonra dedim ki ben bu kitap yüzünden çok sinirliyim. Kitaptaki bütün bu yakın geçmişimizde bu ülkede yaşanan olaylar bizim aslında üstümüzden geçti bir şekilde ama biz yaşamaya devam edebilmek için böyle istemediğimiz bir uyku uyumaya başlıyorsun. Hani böyle çok kötü hissediyorum uyumam lazım, dersin ya öyle. Kitap, beni bir şekilde bu uykudan uyandırdı diyebilirim. Sonrasında da benim bunu bir şekilde benim anlatmam lazım, demeye başladım. Bunlarla ilgili konuşmak ve bir şey söylemek istiyorum ama alanım çok dar. Bunu sinemada yapmak zor, bütün bunların anlatıldığı bir hikâye çok zor olurdu. Bunun canlanmasını istiyorum fikriyle geldi bana oyun fikri ve bu oyunu yapmak benim terapim gibi oldu." "Kayıt altına almak önemli çünkü, sadece Türkiye'de değil toplumlar olarak genelde böyle hafızanız çok da güçlü kalamıyor maalesef. Özellikle bizim gibi ülkelerde her gün yeni bir şeylerle mücadele ettiğimiz için evet bu da olmuştu diyoruz, sonradan. İzlemeye gelen insanların bunu merak etmesi bence şahane bir şey. Bir misyon üstlenerek yapmadık, senin de dediğin gibi. Öyle bir misyon benim haddim de değil zaten. Öyle bir misyon üstlenmek ve insanlara evet bu ülkede bunlar oldu. Şimdi bunları hep beraber öğreniyoruz falan gibi bir yerde değilim. Benim en derin bağ kurduğum yer, bütün bu toplumsal olayların dışında kızın babaannesi ile olan ilişkisi aslında." Ahsen: "Evet, bilen bunu yaşayan insanlar vardı. Bu oyunu izledikten sonra İlksen yine senin uyandığın gibi uyanıp ya da hatırlayıp onun üzerine biraz düşünüp zaman geçiren insanlar çok var. Bir de bunu hiç yaşamamış ya da yaşamış ama çok küçükken yaşamış, üzerinde düşünme fırsatı olmamış seyircilerimiz de var. Kendini yeni keşfettiği bir dönemde izliyor mesela ve yaşı çok küçük, onlar için de bence bir kapı. Mesela 12 yaşlarında bir kız ben hiçbir şey bilmiyorum, şimdi bunları okumak istiyorum diyebiliyor ya da 18,19 yaşlarında üniversiteye yeni başlamış bir yaş grubu oluyor. Eğer senin dediğin gibi bir kayıttan bahsediyorsak, zihinde de kayıtta kalması bu hikâyelerin, bence önemli. Aslında bundan iki gün önce neler oldu? Geçen sene yaşadığımız depremi hangi birimiz hatırlıyoruz? Çok hızlı bir şekilde unutuldu ve bugüne gelene kadar binlerce şey oldu. Tek tek hatırlatmak gerekiyormuş gibi oluyor. Bu çok kıymetli. Göze sokmadan bir hatırlatma yapmış oluyoruz, ne kadar ilk ve tek amacımız bu olmasa da. Babaanne konusu da en zorlandığım sahnelerdendi, çok tatlı bir ilişkileri var ve evet gerçek bir ilişki böyle olur. Yani bir acıdan ancak böyle ders çıkarılır. Bir insan hayatını ancak böyle koruyabilir dedirtiyor insana." Oyunun gösterim tarihlerine bakmak için tık tık .

Sahnede bir ağacın en tepesinde olmak 🌳

Mart 27, 2022

·

Makale

Kameranın önünde, klaketin hemen arkasında, sahnenin tam ortasında bir üreten: Oyuncu

Tutku: İlk sorumuz oyunculuk tutkusunun nereden geldiğine dairdi. İlayda, lise yıllarından beri bu tutkunun ve fikrin peşinden giderken. Bazen, neden? sorusunu kendisine sorduğunu itiraf etti. O yıllara dönüp baktığında bu tutkuyu ve o yaşlarda bunun peşinden gidebilme eminliğini veren şeyin o yaşlarda oyun kitapları okumasının olduğunu söyledi. Ahsen, daha mutlidisipliner bir yerden geliyor. Meslek lisesinde grafik tasarım üzerine eğitim alan Ahsen, lisans eğitimini ise spor üzerine yapmış. Peki, oyunculuk? dediğimizde de karşımıza durmadan koşan ve bugünlere merakıyla öğrenerek gelen Ahsen çıkıyor karşımıza. Bugünlerde tüm bu deneyimlerinin onu beslemesinin de tam ortasında. Yoğun set tempolarında spor geçmişi kondisyon sağlamasıyla yanındayken, en kısa set arasında bile çizim kalemleri, defterleri ve tableti yanı başında. İlayda'nın Sardunya'sı : İlk sorum İlayda'nın filme dahil olması üzerine oluyor. Filmin yönetmeni Çağıl, Defne karakteri için konservatuar bölümlerinin derslerine girip gözlem yaptığını söylemişti. Burada ilk merak ettiğim şey öğrenme alanında gözlemleniyor oluşunun ona hissettirdikleriydi. İlayda, zaten dışarıya açık derslerden birinde Çağıl’ı gördüğünü ve aslında onun dersi dışardan dinleyen bir öğrenci olarak düşündüğünü söyledi. Haliyle o sırada bir gerginlik ya da öğrenme alanına müdahale hissetmediğini dile getirdi. Sonrasında da Çağıl'ın isteğiyle bir audition alınmış ve İlayda filme Defne karakteriyle dahil olmuş. 📌Burada yılı not olarak düşeyim, 2016. - Üretim Sözlüğü: audition : Seçme, bir aktör, şarkıcı, müzisyen, dansçı veya başka bir sanatçı tarafından yapılan örnek bir performanstır. (Sardunya, Defne, İlayda Elhih) Çağıl’ın Defne için İlayda seçiminde dikkat ettiklerini hatırlayacak olursak; "Oyunu kolay alıyor olması ve yüz ifadesinin Defne’nin mimiksiz de duyguyu verebilme hali için çok uygun olması. " olarak ifade etmişti. (İlk prova günü Çağıl, İlayda ve Ahsen) İlayda, filme dahil olduktan sonra senaryonun değişimi içinde de yer alıyor. Defne’nin diyalogları ve babasıyla olan ilişkisi için sürekli Çağıl ile iletişim halinde kalmışlar. İlayda'nın sürece dair şu cümlesini doğrudan kayıtlara geçirmek istiyorum. "2016'dan 2018'e kadar Defne çok değişti. Ben değiştim, Defne de benimle birlikte değişti." Baba ile olan diyaloglarda özellikle birlikte çalıştıklarını söyleyen Çağıl'ın da attığı pas ile İlayda'ya babasıyla olan ilişkisini ve bu durumun filme yansımasını sordum. "Defne'nin babasıyla olan ilişkisi benim babamla olan ilişkime benzesin noktasından hareket etmedim. Benzerlikler vardı oradan hareket ettik bunun üzerine Çağıl ile çalıştık." (Sardunya,Çağıl Bocut/ İllüstrasyon:Pınar Öcel) Ahsen'in Sardunya'sı : Filme Gizem karakteriyle dahil olan Ahsen'e sorum ise o yıllara bakıp o set deneyimden ne öğrendiğine dair oluyor. Bakalım neler kayda geçmiş. "Çağıl bana çok yardımcı oldu, Gizem karakterini çıkarırken. Çağıl'ın ilk söylediği 'Ben abartılı mimikler, abartılı ifadeler istemiyorum. Sadece durduğunda bile anlatabileceğin şeyi istiyorum.' olmuştu. Bu bana çok acayip gelmişti çünkü hiç denemediğim ve hiç provasını yapmadığım bir şeydi. Bilmiyorum bir fikrim yoktu. Çağıl ile konuşarak, İlayda ile çalışarak ,karşılıklı oynayarak birlikte bunu bulduk. Bugün herhangi bir bağımsız filmde prova yapacağım zaman bu deneyimim benim yanımda." "Sardunya'daki sahnelerimi izledikten sonra yani üç sene sonra ben burada başka bir şey oynamışım dedim. O provalar benim aklımdan hiç gitmedi. Bu arada İlayda'nın bütün film boyunca karakteri çıkarırken, Çağıl'ın dediği abartılı tekniklerden çok çok uzakta olduğunu hep görüyordum ve çok beğeniyordum. Bu arada İlayda sana ayrıca küçük hayranlık belirteyim, yeri gelmişken. " ✨Ödüller: İlayda, Sardunya'daki rolüyle 40.İstanbul Film Festivali 'nde, En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı. Ahsen, hem Sardunya'daki rolü hem de Aylin filmindeki rolüyle Uçan Süpürge Vakfı' ndan, En Genç Cadı ödülünün sahibi oldu.✨ Burada, Yasmin "sahtekarlık sendromuna" dair bir soru ile geldi. İtiraf edeyim y/z arası sıkışmış bir kuşak olarak bu sendromu ilk kez Yasmin'in sorusuyla duydum. Oysa ki sendrom dediğimiz şeyin çağın her yaşına bulaşan "Bunu ben mi yaptım, ben bunu hak ediyor muyum?" sorunsalı olduğunu anladım, detaylar podcast ve 20'lik bültende sizi bekliyor. Ahsen, bu durumla ilgili deneyimli insanların fikrini almanın ona iyi geldiğini özellikle not düşerken. İlayda'nın şu cümlesini de doğrudan kayıtlara geçiriyorum. "Bu herkese oluyor mu? Ben yalnızım sanıyordum, herkesin yaşaması çok iyi ve çok kötü! Bu sürekli oluyor bana da. Oyunculukta da çok oluyor. Oynayamıyorum, gerçekten ben bu rolü hissetmiyorum, dediğim anlar oluyor. Genelde ben uzaklaşamıyorum kolay kolay, galiba kendine de iyi davranmayı öğrenmek gerekiyor. Böylesi zamanlarda, kendine iyi bir arkadaş olabilmek önemli sanırım." (İlayda Elhih) Sahnenin tam ortasında : Lisans eğitimi boyunca beslendiği derslerden, hocalarından ve tekniklerden bahseden İlayda, Scott Williams'dan 'meisner tekniği' üzerine dersler almış ve sonrasında da atölyelere katılmaya devam etmiş. - Üretim Sözlüğü: ' Meisner Tekniği ' , oyuncunun sadece 'düşünmeden ve dinleyerek', anın içinde kalıp, duygularını özgürce yaşayabilmesini sağlar. Sinema ve tiyatro arasındaki farklara dair konuşurken, İlayda tiyatronun sağladığı özgürlük alanını keşfetmemi sağladı. "Sinema içine hava durumunun dahil olduğu bir üretim biçimi. Tiyatro ise her şeyden önce tek mekanda geçiyor, daha geniş bir özgürlük." Üretmek: Bu teknikten hareketle İlayda ile üretmenin onun için anlamı üzerine konuşuyoruz. Doğrudan kayıtlara geçiriyorum. "Kendimi ve tanıdığım bir karakteri gerçekten oynayıp; o karakterde sonradan dönüp kendimle ilgili bir şeyler bulduğumda ve süreçte kendimi tanıdığım şeyler benim için iyi üretim gibi geliyor, bunun içinde aslında iyi bir üretim alanının sağlanması gerekiyor. Oyuncuyla iyi bir iletişimi olan, ne istediğini bilen biri ile çalışmak. İstediği şeyi almak için kullandığı tekniği güvenen ya da ne istediğini bilmiyorsa, güvenmiyorsa bile bunun farkında olup oyuncusuna karşı dürüst yaklaşan, sürece dair her şeyi açıkça anlatan ve bu alanı açabilen kişi ile çalışmak gerekiyor." (Ahsen Eroğlu) Disiplenlerarası dolanmak: Ahsen'in resim yeteneği üzerine ve çizimin hayatındaki yerine dair çokça konuştuk. Bilmeyen varsa Ahsen'in üretimlerine buradan bakabilir. Yoğun set tempolarında hep çizebileceği o anın peşinde olan Ahsen, oyun geçerken ve ezber yaparken de görsel dilden ve çizim yapmaktan sıkça yararlandığını, söyledi. 🎈 Peki müzik? : Filmde Defne (İlayda) karakterini kulağında müziğiyle sıkça görüyoruz. Eşlikçisi Palmiyeler, burada soruyu her ikisine yönelttim ve müziğin hayatlarındaki konumu sordum. İlayda, hayatında bir fon müziğinin hep ona eşlik etmesini isteyenlerden, tıpkı benim gibi. Ahsen ise özellikle yorgun akşamlarda evde üretim haline geçebilmek için müziğin yükseltici gücünden yararlandığını söyledi.

Kameranın önünde, klaketin hemen arkasında, sahnenin tam ortasında bir üreten: Oyuncu

Eylül 7, 2021

·

Makale

Cem Yılmazer ile sahneyi kuruyoruz

Cem Yılmazer'i pek çok kişi müzikle anıp tanısa da benim radarıma girmesi sahne ve ışık tasarımlarıylaydı, ışıkla olan oyunlu yanıyla üretim süreçlerini her zaman merak ettiğim insanlardandı. DasDas'da Romeo ve Juliet , A ğaçtaki Kız oyunlarını izlerken, bu dekor ve ışık fikirleri nasıl ortaya çıktı? sorusu beni kucakladı. Cem, "fikirler nasıl çıkıyor o kısmı tam hatırlayamıyorum, ben" dese de sağ olsun ben sordukça o, "Daha merak ettiğin bir şey var mı? Sor." demeyi de ihmal etmedi. Cem'in bugüne kadar sahne ve ışık tasarımını yaptığı oyunlara buradan bakabilirsiniz. Bakın bakalım, sizin bilmeden hayran olduğunu z o sahnelerden hangisi Cem'in fikir dünyasından çıkma. Neler kayda geçmiş, bakalım.👀 Lise yıllarından beri hayali müzikle sahnede olmak olan Cem, lisans eğitimini Mimar Sinan Üniversitesi, Sahne Tasarımı bölümünde on iki yılda tamamladı. Üniversitenin ikinci yılından itibaren İKSV gibi pek çok yerde prodüksiyon ekiplerinde yer aldı. Pek çok kişi gibi Cem de İKSV'yi bir okul olarak görenlerden. Hocası Kemal Yiğitcan'ın ekibe onu da dahil etmesiyle kendini olayların içinde bulmuş. İlk iş günü de AKM'deymiş. Cem'in sahnesini ve ışığını tasarladığı ilk oyunun ise Semaver Kumpanya'daki Murtaza oyunu olduğunu söyledi, profesyonel hayatının orada başladığını da ekledi. O yıllarda tanıştığı Işıl hocanın, ODTÜ'ye oyun turnesine onu çağırması ise en heyecanlandığı şeylerden biri olduğunu söyledi. Bu olayların güzel bir sonucu günümüze de yansıyor, Büyük Ev Ablukada'nın kurulma hikâyesi de Bartu ve Cem'in bir oyunda bir araya gelmesiyle başlamış. Şimdilerde son kez izleyeceğimiz Mutsuz Parti 'nin bir oyun gibi olmasına dair de ekipteki Gülin ve Bartu'nun oyunculuktan gelmesinin de etkisi olduğunu söyledi. Mutsuz Parti'nin bitmesine üzülmeyelim, Cem'in dediğine göre başka projeler bizi bekliyor.🚀 Yıllardır tasarım yapan Cem'e sıradaki sorum, ülkemizde prodüksiyon alanların aslında bütçesel olarak kısıtlı alanlar olması üzerine oluyor. ❓)Cem, tiyatro metnini ilk okurken bu ‘gerçek’ hayal kurmanı kısıtlıyor mu? Hiç hayal ettiklerinden bütçesel kararlardan dolayı vazgeçmen gerekti mi? "Hep, her zaman oluyor bu. Kimse bana, al sana bu bütçe istediğini yap demedi." Romeo ve Juliet, Fotoğraf: DasDas DasDas'da yer alan üç oyuna dair sorduklarım içinse söylediklerini kayıtlara geçiyorum. Romeo ve Juilet'in 'What is love'ı bir gece vakti aklına gelmiş. Ağaçtaki Kız oyunundaki ağaç formu için ise kendi fikirlerinin daha uçuk kaçık olduğunu ama son noktada İlksen (Başarır) ile bugünkü şeklini verdiklerini söyledi. Ağaçtaki Kız'ın müziklerinde benim için ön plana çıkan parça olan kapanış şarkısını ise Gülin ile birlikte dört gün bir sürede çıkarmışlar. Gülin önce akorları çıkarmış sonra ise kitabın içinden de birkaç cümle ilhamı ile sözler kendini göstermiş. Ağaçtaki Kız, Fotoğraf: DasDas "Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet" oyunundaki dev ve minik sandalye detayı içinse; öğrencilik yıllarında da köşeli ve geometrik yapıdaki çizimleri yapmayı daha çok sevdiğini söyledi. Onun okuduğu dönemlerde ışık aslında ana sanat dallarından biri bile değilmiş.👀 Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet, Fotoğraf: DasDas Cem, kaydı sonlandırırken şunları kayıtlara geçirdi. "Sahneler artsın ve sahneleri yapmış olmak için yapmasın bazı mimarlar, tiyatronun amacına uygun olsun sahneler."

Cem Yılmazer ile sahneyi kuruyoruz

Mart 27, 2022

·

Makale

Sahnenin tam ortasında bir üreten: Oyuncu

Ümit Erlim, Fotograf: DasDas İlk okuduğun oyun neydi? Yılını/okuduğun yaşını hatırlıyor musun? İlk okuduğu hatırladığım oyun sanırım Hamlet’ti. Liseyi yeni bitirmiştim. İstanbul Teknik Üniversitesi’ni kazandığım sene ilgilenmeye başlamıştım oyunculukla. Tuhaf olduğunu biliyorum ama Fen Lisesi mezunu olduğum için önümde mühendislikten başka pek bir seçenek yoktu o zaman. Ben de hobi olarak yaparım diye düşündüm oyunculuğu. Sonra ailemin desteği ile kamera önü oyunculuk kursuna yazıldım. Orada pek tatmin olmamıştım ama orada Ophelia, Hamlet sahnesi çalıştığımızı hatırlıyorum. Sonra tiyatroya yönelmem de bu zamana denk geliyor. Gerçekten bu işi temelinden öğrenmem gerekiyor diye düşünmüştüm. 18 yaşımdaydım. Sahnede olmam gerekiyor dediğin o ilk anı hatırlıyor musun? İTÜ’de Fizik Mühendisliği okurken aynı zamanda tiyatro kulübüne girmiştim. İTÜ, ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi’nin tiyatro kulüpleri aslında çok büyük bir tiyatro geleneği barındırıyorlar. Oyunculuk teknikleri haricinde, dramaturji, reji, örgütlenme biçimleri üzerine okumalar ve tartışmalar yapıyorduk. İkinci senemdi, 19-20 yaşındayım. Frederik Dürrenmatt’ın “Babile Bir Melek İniyor” oyununda Kral Nebukadnezar, rolünü almıştım. Neredeyse oyunun başından sonuna kadar sahnedeydim. Benim için çok büyülü bir süreçti o oyunun provaları ve sahnelenmesi. Ankara, İzmir, Eskişehir turneleri yaptık ve başta İTÜ olmak üzere birçok üniversitede sahneledik o oyunu. O oyundan sonra sanırım bende bir şeyler değişti. Zaten o döneme denk geliyor mühendislikle ilgili bir hayal kuramaz oluşum. Kendimi ileride mühendis olarak çalışırken görmüyordum. Sonra, İTÜ’de 3. senemde 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü' oyununu çıkardık. O oyunda da birden çok karakteri oynuyordum ve tiyatroda hem sahne önünde hem de dramaturji-reji kısmında yer almak artık benim için vazgeçilmez olmuştu. Bir kırılma noktasıdır benim için burası mesela. Ardından İTÜ’yü bıraktım ve Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nü burslu kazandım. Sonra bambaşka bir süreç başladı benim için. 3. Okuduğunda umarım bir gün bunu sahnede oynarım dediğin bir oyun var mıydı? Aslında birden çok oyun var. Ama karakter olarak düşünecek olursam, mesela bütün romanlarını çok etkilenerek okuduğum Dostoyevski’nin Budala romanının bir adaptasyonunda Prens Mişkin’i oynamak isterim. Shakespeare’in oyunları bir oyuncu için çok cezbedici. O kadar derinlikli ve incelikli karakterler yazmış ki, üzerine çalışmak çok keyifli aynı zamanda zorlayıcı bir hâl alıyor oyuncu için. Ayrıca İngilizce’den çevirdiğim Sergio Blanco’nun 'Thebes Land ' oyunda oynamak istiyorum. Umarım bu metni yakın zamanda bir tiyatroda görebiliriz. 4. Oyunculuğu en besleyen deneyiminin; iyi bir seyirci olmak olduğunu söyleniyor. O yüzden sormak istiyorum; izleyici olarak izleyip de unutamadığın bir oyun var mı? İzlerken kendinden geçtiğin bir anın var mı?Bunu nasıl oynuyor şu an, dediğin? Olmaz mı! Ben iyi bir tiyatro seyircisiyimdir. Mümkün olduğunca çok oyun izlemeyi seviyorum. Bir yandan da, sanırım oyunculuk ve tiyatro için birçok şeyden vazgeçtiğimden, daha fazla tutunuyorum bu mesleğe ve sonuna kadar götürmek hoşuma gidiyor. Çocukken yeteneğim keşfedildi, şöyle şeyler anlatırdım, arkadaşlarımı güldürürdüm gibi bir hikâyem olmadı. Tiyatro aslında kendimi keşfettiğim ve var ettiğim bir alan benim için. Ve bu sürecin hiç bitmemesini diliyorum. Tiyatroda, seyirciler ve oyuncuların ortak bir deneyimi paylaşması, aynı rüyayı görmesi benim için her zaman daha etkileyici oldu. Dolayısıyla da izlediğim oyunlarda da bu etkiyi arıyorum genelde. Yeni bir gerçeklik vaadetmesini; bir şekilde beni dönüştürmesini ve deneyim yaşatmasını bekliyorum. Mesela Schaubühne Berlin’den İstanbul Tiyatro Festivali’nde izlediğim Thomas Ostermeier’in Hamlet’i, ve yine aynı festivalde izlediğim Andreas Kriegenburg’un Kafka’nın Dava romanından uyarladığı oyun benim ufkumu açmıştı. Avignon’da izlediğim Krzysztof Warlikowski’nin “Kabaret warszawski” ve İngiliz Complicité grubunun “Usta ve Margarita” oyunları müthişti. Büyülenerek çıktığımı hatırlıyorum sahneden. 5. Romeo ve Juliet oyununda dekoru ilk gördüğünde; ilk hissin/tepkin/düşüncen ne olmuştu? Aklına gelen ilk şey ya da? Mert bize dekorun ilk çizim taslaklarını gösterdiğinde aslında bu kadar büyük ve etkileyici bir yapı meydana geleceğini düşünmemiştim. Kağıt üzerinde olanla gerçekte olan arasındaki farkı ilk defa dekor, kostüm ve ışık ile beraber prova aldığımızda hissettim. Shakespeare’in metnine, belki binlerce farklı versiyonu olan bir oyuna, farklı bir katman daha eklemiş oluyoruz. İngiltere’de yüksek lisansımı yaparken Globe Theatre’da çok oyun izleme fırsatım oldu. 5 poundluk ayakta izlenen kısımdan biletimi alırdım. Malum öğrenciyiz. Etrafımdaki yüzlerce kişiyle beraber sanki yüzyıllar önce anlatılan bir hikâyeye ortak oluyoruz gibi hissederdim. Her defasında heyecanlandığımı, büyülendiğimi, eğlendiğimi ve ayakta 3 saat oyun izlemekten yorulduğumu hatırlıyorum. Henüz prova sürecindeyken Mert bize dekoru anlatırken Globe örneğini vermişti, sütunlar, sahnenin arkasındaki yükselti, balkon, vs… Görünüş ve biçim olarak belki çok farklı bizim Romeo & Juliet’in yapısı, ama tuhaf bir şekilde benzer bir ruh da barındırdığını düşünüyorum. Oyunun başarılı bir şekilde güncelleştirilmesinin ve yönetilmesinin etkisi bence. AVM’de geçiyor olması, pop kültürden beslenen bir arka planının olması biçime çok uyumlu bir şekilde yansıyor. 6. Aynı soruyu müzikler için de sormak istiyorum? Aynı şey müzikler ve ışıklar için de geçerli diye düşünüyorum. Cem Yılmazer mühiş bir iş çıkardı. Işıkların pastel tonları ve arkamızı yasladığımız neon “What is love” yazısının görseli, DJ setinden çıkmış gibi duyulan müzikle buluşunca, oyuncu için sahnede yaşaması çok keyifli bir habitat oluşturuyor. Hatta ilk oyunlardan sonra seyirciden, bu müzikleri nasıl ediniriz ve dinleriz diye birçok soru geldi. Sahneye çıkmadan önce, kulisten bir fotoğraf, 📸Ümit Erlim 7. Pandeminin başladığı dönemde; ilk kapanma olduğunda sahneler kapanmıştı, oyuncu olarak neler hissetmiştin? Sahneden uzak olmak belirsiz bir sürecin içine girmek zordu, bununla nasıl başa çıktın belki de çıkamadın? Biraz anlatabilir misin? Herkes için oldukça belirsiz ve zor zamanlardı. Yeni bir normal tanımlamamız gerekti ve artık buna göre yaşamalıydık. Sosyal mesafenin genişlemesi zorunluluğundan tabii ki ilk etkilenen alanlardan bir de tiyatro oldu. Benim kendi sürecim açısından da tuhaf bir zamandı. 2019’un sonlarına doğru Türkiye’ye temelli dönüş yaptım. Bundan bir süre sonra da pandemi yaşandı zaten. Dolayısıyla ne yapmam gerektiği konusunda birçok bilinmezle başediyor gibiydim. 5 sene yurt dışında yaşadıktan sonra ülkeye geri dönmek, hemen ardından da pandemi ile başlayan bu tuhaf süreç… Fakat pandeminin içindeyken yine DasDas’ta “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” oyununu prova edip, filme çektik. Bir süre boyunca online olarak yayınlandı bu oyunum. Hemen ardından BluTV’de yayınlanan Yeşilçam dizisinin 2. sezonuna girdim. Geçen yaz da İstanbul Üniversitesi, Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümünde doktoraya kabul edildim. Şimdi DasDas’ta “Romeo & Juliet” ve “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” (bu sefer online değil, canlı canlı 🙂 ) oyununda oynuyorum; aynı zamanda doktora süreci başlamış oldu benim için. 18 yaşımdayken hobi olarak düşündüğüm bir alanda şimdi doktora yapıyorum. Başak Kıvılcım Ertanoğlu 1. İlk okuduğun oyun neydi? Yılını/okuduğun yaşını hatırlıyor musun? İlk okuduğum oyun yanlış hatırlamıyorsam İbsen’in Hayaletler’iydi. 14-15 yaşındaydım. 2. Sahnede olmam gerekiyor dediğin o ilk anı hatırlıyor musun? Dostlar Tiyatrosu’nun ‘İçimdeki Çığlık’ oyunu Ankara turnesi yapmıştı. Ulus’taki 100.Yıl Sahnesi’nde izlemiştim oyunu. Oyun sonu uzun uzun, boş boş sahneye bakmıştım seyirciler çıkarken. Tam olarak ne olduğunu anlayamamıştım. Bana böyle hissettiren ne ise onun peşinden gitmeliyim hissiyle dolmuştu içim. O ilk an sanırım buydu. 🙂 3. Okuduğunda umarım bir gün bunu sahnede oynarım dediğin bir oyun var mıydı? Genel olarak beni heyecanlandıran her oyun diyebilirim aslında. 🙂 Bir örnek vermek gerekirse: III.Richard. 4. Oyunculuğu en besleyen deneyiminin; iyi bir seyirci olmak olduğunu söyleniyor. O yüzden sormak istiyorum; izleyici olarak izleyip de unutamadığın bir oyun var mı? İzlerken kendinden geçtiğin bir anın var mı?Bunu nasıl oynuyor şu an, dediğin? Var, tabii ki olmaz mı🙂 Tiyatro Stüdyosu’nun 'Histeri' oyununu unutamam. Özellikle bir iki sahnesi şu an bile net bir şekilde kafamda oynar ara ara. Ağzım açık bir şekilde, bu nasıl olabiliyor acaba diye şaşkınlığa düştüğüm çok an vardı o oyunda. Bir diğeri de İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun ‘Uyarca’ sı. Gerçekten ağzımın suyu akmıştı. Aziz Nesin Sahnesi’nde izlemiştim. Yönetmenin kurduğu dünya, metnin vurucu aktarımı beni gerçekten çok ama çok heyecanlandırmıştı. 5. Romeo ve Juliet oyununda dekoru ilk gördüğünde; ilk hissin/tepkin/düşüncen ne olmuştu? Aklına gelen ilk şey ya da? Çok fazla olasılığın denenebileceğini düşünüp baya heyecanlanmıştım ilk gördüğümde. Bir an önce prova almak istiyor insan böyle bir dekoru görünce, bir an önce oynamak istiyor. İnsan nelerin denenebileceğine bakmak, bütün fiziksel olasılıkları zorlamak istiyor. 🙂 6. Aynı soruyu müzikler için de sormak istiyorum? Müzikler de çok heyecan verici. Sahnelerin yoğunluğunu arttıran bir rol kişisi. Oyunun, metnin, rejinin ritmiyle iç içe geçiyor ve çok çeşitli bir aktarım olanağı sunuyor bize de. Müzikle beraber iç ritmimizin karışımını deneyimlemek, üst üste bindiğini görmek çok çarpıcı oluyor bizim için de. 7. Pandeminin başladığı dönemde; ilk kapanma olduğunda sahneler kapanmıştı, oyuncu olarak neler hissetmiştin? Sahneden uzak olmak belirsiz bir sürecin içine girmek zordu, bununla nasıl başa çıktın belki de çıkamadın? Biraz anlatabilir misin? Yalnız hissetmiştim tabii ki. Bu gibi durumlarda ilk gözden çıkarılanlar ya da hemen unutulanlar ‘eğlence’ olarak tanımlanan iş kollarındaki biz çalışanlar oluyor. Bu alanda çalışanlarla ilgili herhangi bir acil durum planı olmadığıyla yüzleştik hepimiz bireysel olarak. Genel anlamda soyut ve birlikte ‘paylaşılan an’lardan oluşan gerçek zamanlı bir iş yaptığımız için; yan yana olma halimizin sekteye uğraması bizim için çaresiz bir durum. Ama sanırım tiyatronun da asıl gücü bu gibi durumlarla yüzleşince belirginleşiyor. İlk şaşkınlık hali geçtikten sonra göz göze, bir adım mesafede seyircilerle paylaşılan, kan, ter ve göz yaşından ibaret o anların sihri ve gücü sizi farklı anlatım biçimlerini kovalamaya itiyor. Bu anlamda bir kaç tane dijital monolog yazdım, evde çekilen bir kaç işte oynadım. Tabi ki tiyatronun yerini tutması mümkün olmayan buna karşın yeni olasılıklara da fırsat veren, öğretici bir zaman dilimiydi. Ama genel anlamda süreci, tiyatronun zor durumlarla baş etme gücünden, hırçınlığından, anlatma/aktarma inadından, birlikte olma halinin sihrinden ve ateşinden ilham alarak; hikâye anlatmakla ilgili daha da acıkarak, heyecanlanarak atlattığımı söyleyebilirim. İyi ki tiyatro var. Yaşasın tiyatro!

Sahnenin tam ortasında bir üreten: Oyuncu

Mart 27, 2022

·

Makale

Sahne tozunu ayağına sürüp stüdyolara doğru bir yürüyüş

Sahne tozunu yutmak, podcast dinleyerek yapılan uzun yürüyüşlerden organik, esnek ve özgür bir stüdyo hayaline. Nisan Ceren Özerten Nisan ile ilgili ilk merakım, tiyatroda bir üreten olmadan evvel diğer disiplinlerle bir bağının olup olmadığıydı. İlk sorum bu merakın peşine düştüğüm bir soru oldu. Nisan, tiyatroda yapımcılık konusunun bıçak sırtı bir konu olduğu düşüncesine gülümsemesini de ekleyerek cevap vermeye başlıyor. Ankara'da doğan ve büyüyen Nisan, üniversite eğitimini de aynı şehirde Mimarlık ve Kentsel Tasarım üzerine alıyor. Tasarıma olan ilgisiyle aslında yavaş yavaş tiyatroya çekildiğini söylemek mümkün. Ailede sinemaya ilgili bireyler olduğunu da dile getiren Nisan, kimse üreten konumunda değildi, hep izleyici konumundaydık diyerek ekliyor. Nisan'ın tiyatroda yapımcı olarak hikâyesi Krek Tiyatro 'da Berkun Oya ile yol arkadaşı olmasıyla başlıyor. Yapımcı olarak yer aldığı ilk oyun eski AKM'de gösterilen, Devlet Tiyatroları'nın da adının geçtiği "Yangın Duası" isimli oyunmuş. Belki aranızda izleyenler vardır👀 Varsa bize yazsa ne kadar güzel olur.💌 Podacto'nun kurulma hikâyesini ondan dinlemeden evvel şunu sormadan edemiyorum. -Bu projeyi fikir olarak ateşleyen şey; radyo tiyatrosuna duyduğun bir özlem miydi? Yoksa podcast dinlemenin getirdiği bir fikir miydi? Nisan, bu soruma podcast ve sesli kitap dinlemenin önemli bir etkisi olduğunu söyleyerek cevap vermeye başlıyor. Uzun orman yürüyüşlerinde dinlediği sesli içerikler bu oluşumun tohumlarını atmış. İyi ki de atmış! "Podcast ve sesli kitap dinlemekle başladı. Eş zamanlı zaten biz ekip olarak da tiyatro metinleri okumaya başlamıştık, kendimizce böyle küçük bir havuz oluşturuyorduk, okuyorduk ve üstüne konuşuyorduk. Sahneler açılınca neler yapabiliriz diye düşünüyorduk. Bir yandan da üretimden ve hayal kurmaktan kopmamak adına devam ediyorduk. Acaba biz bu oyunları podcast formatında kaydetsek nasıl olur? dedik. Tabii bu bir yandan radyo tiyatrosu gibi ama "arkası yarın" olmayan bir radyo tiyatrosu, derken. Kaç dakikalık metinler olacak? sorununun yanı sıra hem klasik hem de çağdaş metinlere alan açmalı düşüncesiyle bu oluşumun adımları attık." Pandeminin ilk kapanma dönemlerinde başladıkları bu kayıtların ne gibi süreçlerle, zorluklarla üretildiğinin peşine düşüyorum. Dolapta yapılan kayıtlar, kapıya bırakılan ekipmanlar, sınırlı olsa da stüdyo buluşmaları o aylardan bu aylara kayıtlara geçenler oluyor. Tabii anı fotoğraflarıyla. Podacto'nun oluşturmaya başladığı metin kitaplığının bir yandan ülkemizin kültür mirasını büyük bir katkı sağlayacağını burada kayıtlara geçirmek isterim. ( Yağız Can Konyalı Podacto için kayıt yaparken) "Podacto bugün bizim de beklediğimizden daha geniş bir şeye dönüştü, organik, esnek, özgür bir oluşum bugün. İçinde yer alan metni ile oyunculuğuyla, teknik tarafıyla herkese ait bir oluşum diyebiliriz." Sesle üretim yapmak zor süreçlere sahip, Podacto Stüdyo 'ya baktığımızda sesle üretimin her aşamasını görebiliyoruz. Foley seslerin üretimi, bir oyuncunun kayıt yaparken ki performansı ve çok kanallı ses yerleştirmesinin teknik zorlukları. Nisan'a bu proje için ilk sorum üretimin bu aşamalarını kayda almak gibi bir motivasyonla ve fikirle mi yola çıktıları üzerine oluyor. " Podacto Stüdyo diye adlandırdığımız, Podacto'nun bu sekmesi çok sonradan gelişti kafamızda. Bizim baştan beri istediğimiz bir yere hapsetmeyelim çok net sınırlar çizmeyelim idi. Bir sürü şey üretebilen bir yer olsun diye yola çıktık. Pek çok mecrada üretim yaptık ama aklımızda hep bunu nasıl görselleştirebiliriz sorusu ve bir gün bunu sahnede canlı yapmak hayali vardı. Halen de var." Nisanlar bunu düşünürken yolları BluTV ' den Deniz ile keşişmiş ve birlikte bu projenin adımlarını atmaya başlamışlar. Nisan burada, başta sahnede bunu yapmanın tek başına yetmediğini ve sesi görselleştirmenin peşinde çok heyecanlandıklarını söyledi. Bu noktada da devreye işin mutfağını biraz daha görünür kılma motivasyonu ve foley üretimlerini görsel dünyanın içine katma fikri, projeyle birleşmiş. Ben, Nisan'dan süreci dinlerken iç sesim "bu tam da Üretim Kaydı'nın konusu 👀" diyordu ki Nisan iç sesimi kelimelere döktü. " Süreç, senin programın adıyla da harika örtüştü. Üretimin kaydı olsa o anı çeksek stüdyo gibi derken. O nokta da bunu kimle en iyi yaparız? diye düşündük. Mihranlar (Tomasyan) Çıplak Ayaklar Kumpanyası 'nda yıllardır sesin görselleştirilmesine dair çalışıyorlardı. Yazarlar ve oyuncular içinde yer almayı çok istedi. Ferit de yönetmenliği üstlendi." Üretim Sözlüğü: Foley nedir? "Film yapımında Foley, ses kalitesini artırmak için post prodüksiyonda filmlere, videolara ve diğer medyaya eklenen günlük ses efektlerinin yeniden üretimidir." (Podacto Stüdyo henüz fikir aşamasındayken yönetmen Ferit Katipoğlu'nun çizdiği stüdyo tasarım skeci.) 📌Oyunlar, sahnelendiği mekâna 360 derece olarak yerleştirilen 14 kamera ve 32 mikrofonla kaydedildi. Konu, buradan projenin çağdaş oyun yazarlarına alan açmasına geliyor. Ben bunun ülkemiz için ne kadar önemli olduğunu ekleyerek Nisan'ın fikrini merak etmeden duramıyorum ve soruyorum. -Bence, tiyatronun her zaman çağına hızlı ayak uydurma gibi bir özelliği var sen bu konuda neler söylemek istersin. "Kesinlikle var! Tiyatro eski bir anlatım biçimi olarak görülüyor. Buna katılmıyorum. Çok hızlı ve rahatlıkla şekil alabilen, zamanın ruhunu yakalayabilen bir disiplin tiyatro. İzlediğimiz bu on dakikalık çekimler hiç kesilmeden çekildi, canlı bir üretimi kaydettik aslında. Ayrıca sahne sanatlarının dijitalleşmesinin tartışılmasını da sağlıklı buluyorum." (Podacto Stüdyo'da çekim günü/stüdyo Babylon'a kurulmuştu👀) Nisan' a son sorum; "Tiyatroda önemli dinamiklerden biri ışık, sence sesle üretilen bu biçimde ışığın yerini ne alıyor?" oluyor. Nisan sorunun zorlayıcı ve düşündüren yanını sevdiğini söyleyerek cümlesine başlayınca vereceği cevabı iyice merak ediyorum, çünkü soruyu soran olsam da o dakikalarda ben de soruya bir cevap bulabilmiş değildim. "Atmosfer diyebilirim. Her oyunun kendine ait bir atmosferi ve ritmi oldu metinle de birleşen aslında, galiba ışığın yerini biraz o tempo aldı gibi hissediyorum." Atmosfer, sesin ritmi ve oyunların temposu... Evet, ışık bu! Nisan sayesinde ben de cevabımı buluyorum, dış sesin yarattığı atmosfer benim ışığım.☀️ 🔴Kaydı bitirirken başladığım yere geri dönmüş gibiydim, bir arabadayız, ben yine arka koltuktayım ama yaşım radyoda tiyatro dinlediğim o yaşlarda değil, buna hayıflanmıyorum ve eve varmaktan korkmuyorum çünkü dinlediğim cümleler çok tanıdık, duyduğum seslerse çok yakın.

Sahne tozunu ayağına sürüp stüdyolara doğru bir yürüyüş

Aralık 21, 2021

·

Makale

Oyun her yerde ama en çok içimizde🎭

Alper'e ilk sorum izlediği ilk çocuk oyununu hatırlayıp hatırlamadığı üzerine oluyor.👀 İzlediği ilk çocuk oyununun hikâyesini hatırlayamasa da Bursa Devlet Tiyatrosu'nda oyun çıkışı, oyuncularla bir iletişim kurduğunu hatırladığını söylüyor, üstelik bu oyun sonrası onlarla konuşabilme fırsatının onun bugünkü oyunlarda çocuklarla iletişim kurmasında çok önemli bir yerde durduğunu da ekliyor. Onun oyunculuk mesleğine doğru yönelmesine bu anının bile etkisini olabileceğini de kayıtlara geçiriyor. Oyunculuk eğitimi alırken, çocuk oyunlarına dair bir arayışta olup olmadığına dair sorduğum soruya ise şöyle yanıt veriyor. "Eğitim öncesinde de çocuklarla çalışmak çok keyifliydi benim için. Okula girdikten hemen sonra da yolum Tiyatro BeReZe ile birleşti. Orada da şimdi sahne arkadaşım olan hocam Tuğrul Tülek ile. Hayalimde olanın fazlası vardı orada. Çok şey öğrendim oradan. Aradığımız nitelik ki o nedir? Sorusunun cevabını halen arıyoruz, bu sorunun ateşini orada yaktım diyebilirim." Primat Atölye ve DasDas'da çocuk oyunları şahane, eşit ve üretime, öğrenmeye alan açan bir ekosistem var diyebilirim, Alper'e sorum bu ekosistemi nasıl kurdukları üzerine oluyor. "DasDas çocuk birimi bir hayalle başladı. Didem Balçın, Mert Fırat ve o zamanlar Volkan ile birlikte başladık bu hayale. Mert, bir kuluçka merkezimiz olması gerektiğini söylemişti o dönem. Mert zaten bir fikir de tıkanıklık yaşarsam danıştığım ilk insanlardan, bu yüzden anjiyo lakabı bile taktım ona😅" Beceriksiz Kralın Öyküsü, DasDas Konu, oyunlardaki dil algısının kırılmasına geliyor. Olmayan bir dille oynanan oyunlar var. 🧐 Merak etmeden edemiyorum, sahi o metinleri nasıl yazıyorsun? Oyuncularla provalar nasıl geçiyor? "İletişim kurmak bu kadar zorken sözsüz oyun hayali kurmakla başladı her şey aslında. Örnekleri de çok vardı yurt dışında. Daha önce çalıştığım özel bir tiyatroda başlayan sözsüz oyunlar maceram DasDas’ta üretmekle devam etti. Gelelim metinlere; oluşurlarken hayatta birebir olanlarla ilişkilendirmeye çalışıyorum. Dilin sınırların içinde kalmak istemiyoruz. Birden fazla oyunda oynayan arkadaşlarla daha hızlıca oluyor prova süreçleri ama ilk kez oynayacak olanla dilimizin oturması biraz zaman alıyor tabii. Pandomim yapmıyoruz sözsüz bir performans aslında. Metot soruluyor evet ama aslında temel şey insanla üretim yapıyor olmamız.🙂 Dile ihtiyaç kurmadan da o iletişimi kurabiliyoruz." Uyku Nereye Kaçar?, DasDas Peki, çocukların oyunu izlerken katılımcı olması, oyuncu olarak odağı nasıl dağıtmıyor? Ekipçe bunu nasıl başarıyorsunuz? "Frene basmayarak.🙂 Bunu karda araba sürmek gibi düşünüyoruz, frene basarsak direksiyon hakimiyetimiz kaybolur o yüzden frene basmıyoruz. Yolunu kaybetmek üzereysek gazdan ayağı hafifçe kaldırıyoruz ama durmuyoruz sonra oyun tekrar akışını buluyor zaten. Bir de oyun kapı açıldığı an başlıyor, müzikle birlikte aslında seyircilerimizi oyuna hazırlıyoruz." Senin hem yazıp, yönettiğin hem de anlatıcısı olduğun Beceriksiz Kral’ın Öyküsü ve Prens Olmayan Prens’in konusundan biraz bahseder misin? Nasıl bir ilhamla çıktı bu iki oyun? Ne kadarlık bir sürede yazdın? "Beceriksiz Kralın Öyküsü, pandemi döneminde ortaya çıktı. Beceriksiz bir kral olsa (tabii çok uzak ülkelerde) nasıl olurdu? Neden bir kral beceriksizlikle anılır ki? Halkının ona, şarkılar bile yazdığı bu hikâyenin amacı ne olabilir? gibi sorular sorarak oluştu. Aslında "Usta-Çırak Masalı" oyunumuzun bir nevi devamı gibi de bir hareketti bu. Bir üçleme yapsak nasıl olur acaba dedik. "Göçebe", göçü dert eden bir oyundu, "Usta-Çırak Masalı" ise her türlü iktidarı dert ediyordu, "Beceriksiz Kralın Öyküsü" de ötekileştirmeyi kendine dert edindi. Prens Olmayan Prens de ise toplumsal cinsiyet eşitliği temelli bir hikâye olmayı seçti. Bu oyunda Itır Erhat hocamızdan da danışmanlık aldık. Afişten oyun sonuna kadar aynı derdi biz de paylaştık "prens olmayan prens" ile. Yazım sürelerini tam olarak bilmiyorum ama genelde önce anlatarak oluşturuyorum hikâyeleri. Anlatırken gelen tepkilere göre de şekillendiriyorum. " Pi Hanım'ın Tarifsiz Kurabiyeleri, DasDas Dekor, oyunları izlerken ilgimi çeken bir diğer konu oluyor, dikkatli bakınca geri dönüştürülmüş eşyaları, kumaşların renklerinin güzelliğini fark etmemek mümkün değil.👀 "Zamansız, mekânsız, ulaşılabilir, sürdürülebilir ve adil oyun mümkün. Kullandığımız tüm eşyaları çocuklar hayatlarında sıkça görebilirler ve kullanabilirler. Oyun oynamak arzusu olduktan sonra elinde ne varsa o materyal her şey olabilir. Kumaşları çok seviyorum. İçinde büyüdüğüm için belki de. Babamın işyerinde en renkli ve ilk oyun alanım onlardı. Kumaşları oyunlara yerleştirirken renklerine göre değil dokularına göre yerleştiyorum." Kaydın sonunu 23 Nisan'a dair bir soruyla bitiyorum. 23 Nisan’da bir gelenektir çocukları yönetici koltuğuna oturturlar, ben tam tersini yapacağım bugünkü Alper hangi yaşına geri dönmek isterdi ve o yaşında 23 Nisan’da ne yapardı? " Çocukluğum çok eğlenceli geçti her yaşım çok güzeldi ama bu soruya cevabım 8 yaşım olacak. Her 23 Nisan biz de tam anlamıyla bayram gibiydi. Geri dönmüşken tabii bir de altın alırdım.🙃" DasDas'da yer alan tüm çocuk oyunlarının hikâyelerini ve gelecek gösterimlerini buradan inceleyebilirsiniz.

 Oyun her yerde ama en çok içimizde🎭

Nisan 26, 2022

·

Makale

Her gün farklı bir sahnede olmak

Efe, oyunculuk hayatında on birinci sanat yılına girerken aynı zamanda müzisyenlik, podcast sunuculuğu ve stand-up yapıyor. Stand-up için 2018, BKM - Açık Mikrofon'u başlangıç sayarsak beş sene diyebiliriz. Efe'nin elinde mikrofon tuttuğu bir çocukluk fotoğrafını görünce, çocuk Efe'nin oyun, müzik, taklit kavramlarından hangisine daha yakın olduğunu anlamaya çalışıyorum. Efe, oyun kavramına o yaşlarda babası sayesinde yaklaştığını söylüyor. "Babamdan ötürü aslında, tek çocuk olduğum için babamın sıkılmamı engellemek gibi misyonu vardı. Onun yaptığı da bir tür bir performanstı, eve geldiğinden dayanamazdı sıkılmama bir muhabbet açardı. Benim için de bir yerde ilk fark ettiğim şey, oradaki sıkıntı seviyesi oluyor. Katlanamıyorum orası sıkıcı bir durumdaysa, kendimi hiç düşünmeden, kendi itibarımı, prestijimi hiç düşünmeden 'yeter ki gülelim' gibi saçma sapan bir şeye giriyorum mesela. Benim doğduğum senelerdeki figürler, doksanlar yani eğlence sektörünün çok patlama yapmaya başladığı dönemlerdi bir yandan. O yüzden televizyonda hep elinde mikrofon olan, böyle deri ceketiyle gezip inanılmaz şarkılar çalan müzisyen, sahnedeki o güçlü figür, benim kafama çok yer etmiş. Onu sonradan fark ettim." Efe'nin çocukluk fotoğrafları, İllüstrasyon: F. Nazlı Kuleci Efe'nin bugün de devam eden, Batman'e ve süper kahramanlara olan ilgisinin onu oyun kavramına yaklaştırdığını düşünüyorum ve buna dair bir soru ile ona gidiyorum. "Kesinlikle, muhteşem bir soru bu. Çocukken her sabah Batman’in çizgi filmini izliyordum ve beni çok etkiliyordu. Çocukken o psikolojik alt yapısının tabii ki farkında değildim ama bir yalnızlığın, bir travmanın üstüne inşa edilmiş bir persona Batman, çok arkadaşı yok, kimseye güvenemez, geceleri şehir onun oyun alanıdır. İçten içe yalnızlık üzerinden bir bağ kurmuş olabilirim onunla, doğru." Çocukluktan liseye doğru da aslında yolu spor ile kesişmiş bu kadar farklı alanlarda olunca, "Ben oyuncu olacağım" dediği anın peşine düştüm. “Sporda başarısızdım ve sporcu olmak çok popülerdi o zamanlar ama başarısız olduğumdan da biraz dışlanıyordum. Sahneye çıktığım anlar hafızamda vardı ama keyif almak, haz üzerinden vardı. O zamanki lise giriş sınavını yapamayacağı ve o tarafta bir yeteneğim olmadığını fark ettim, keyif aldığım şeyin peşinden gidip buna karar verdim. Sağ olsun ailem de destek verdi. Başlarda biraz korktular, 'başka bir şey daha mı okusan?' dediler ama annemin izlediği bir Şener Şen söyleşisi, onun fikrini değiştirdi.” Müziğe olan ilgisi ise pek çok 90'lar çocuğu gibi gitar çalarak başlıyor. Kuzeninin MSN' den attığı Pink Floyd, Comfortably Numb' da gitarlar onu çok etkilemiş. Sonrasında bir albümle hikâye anlatmak da derken gitarı daha iyi çalma, o sesin peşinden gitme arzusu müzikle olan bağını güçlendirmiş. Bu süreç oyunculukla paralel gitmiş. Oyuncu olmaya karar verdikten sonra konservatuar sınavlarına hazırlanan ve kendine Mimar Sinan'ı kazanma hedefi koyan Efe, ilk denemesinde başarılı olamamış ancak o sene Haliç Üniversitesi'ni kazanmış. Tekrar denerken bir yandan da bölüme başlamasının sene kaybı gibi bir korkudan gelip gelmediğini merak ediyorum. "Mimar Sinan'ı çok istiyordum, sınavda çok da heyecanlanmıştım, olmadı ilk sene ama Haliç olmuştu o sene. Sene kaybetmek gibi bir korkudan değil de 'Olmayacak galiba orası' dediğim bir yerden karar verdim. Beni sınavlara hazırlayan arkadaşım Selin Zafertepe de Haliç'e gitmem konusunda desteklemişti. İyi ki de bir sene oradaydım, Müşfik Kenter'den ders aldım. Sonra da Mimar Sinan'ı kazanınca Zeliha Berksoy'dan ders aldım. İkisinden ders alabildiğim için şanslıyım." Mezuniyet sonrası London Academy of Music and Dramatic Art'ta fiziksel tiyatro üzerine iki aylık bir atölyeye katılan Efe, aslında audition teknikleri üzerine bir atölyeye de katılmak istemiş ancak onun kayıt gününü kaçırmış. Uzun süre kalmasa da oradan dönünce buradaki üretme hâllerine alışmasının ne kadar sürdüğünü soruyorum. London Academy of Music and Dramatic Art zamanlarından bir hatıra "Ne yaptığını bilen bir ekip var orada, her şeye verdikleri cevaplar son derece metodik. Şöyle bir cümle söylemişti hoca bana mesela 'Sen seçim yapamazsın, sadece doğru seçim seni yapmaya geldiğinde hazır olabilirsin.' Dönünce de ne olabileceğini görüyorsun. Yani o biraz zor oldu hakikaten, çok basit, dediğim gibi metodik ve tamamen organizasyonel olan bazı hamlelerle yaratıcılığın ne seviyelere çıkabildiğini, bunun için de öyle inanılmaz acılar çekmem gerekmediğini görüp sonra buraya gelince ve asla olunamayacağına da karar verince o kaosa kendini bırakmak birkaç senemi aldı." Oyunculuk eğitiminin zorluklarına dair konuşuyoruz, Efe bölümü bırakmayı hiç düşünmemiş. O dönemde çok eğlendiğini söylüyor. Metotlar ve dersler üzerine konuşurken de o günlerden bugüne taşıdıklarını kayıtlara geçiriyor: "Zeliha Hoca'yı es geçemeyeceğim bu soruda. Okulda Hamlet'i Çehov'u oynarken 'Olmamış,' derdi ve anlatmaya başlardı. Anlamazdık o an. 'Neden bunu anlatıyor?' derdik. Sınıftan çıkarken de 'Bir gün anlayacaksınız' derdi. Berkun Oya'nın da bir cümlesi vardır bana 'H içbir zaman mutluluğunu başka bir insanın iki dudağının arasına bırakma' diye. Ben, bana birilerinin rol vermesini beklemeyi bırakmayı önce Zeliha Hoca sayesinde bıraktım. O derdi, 'K afanızda hep bir şey olması lazım, olmayan bir oyunun rejisini yapman lazım, birkaç tane yapımcı ya da başkaları patronumuz değil' diye. Bir de Bülent Hoca (Emin Yarar) 'E ğlenin' derdi." Mimar Sinan günlerinden bir hatıra Efe arkadaşlarıyla üreten, kolektif bir yapıyla da birbirine destek olan bir topluluğun içinde. Pek çok insan 'Yalnız üretmem lazım' fikriyle başlıyor bu yola, öyle olmadığını da görünce de kötü bir döneme giriyor. Daha öğrenciyken insanların birbirine rakip gibi bakmalarına yol açan bir sistem var ama bunu da aşmanın mümkün olduğunu onlara bakınca görüyorum. Bu yüzden Aralık Hareketi'nin nasıl başladığını Efe'den dinlemek istiyorum. Ama önce 2013 yılına gidelim mi? Açık Radyo'nun düzenlediği 10. Radyo Şenliği'nde Aralık Hareketi'nin videosunu buraya bırakıyorum. (Esme Madra, Tuğçe Altuğ, Ulaş Tuna Astepe, Hakan Kurtaş ve Efe Tunçer) "Hakan'ın yazdığı Avaz Avaz adında bir oyunu, okulda oynamak için Zeliha Hoca'ya götürmemizle başladı her şey, o dönem için çok kabul gören bir durum değildi. Öyle başladı. 'Samimi duygularla başladığında oluyormuş bu işler' hissinin başlangıcıydı bizim için. Üretimle ilgili her durumu çok dikkatli konuştuk kendi aramızda, Hakan da ben de çok dikkat ederiz kırmamaya, Ulaş üretimin üstüne düşünür, dört tane cümle söyler sana, ben düşünmeden uygularım mesela. Rekabet hissetmedik aramızda. Stand-up'ımın ilk hâli aslında Hakan ile sabaha kadar yaptığımız konuşmalardan çıktı. Dediğin gibi üretmek yalnız başına olamıyor, üretim sürtünmeli ortamlardan çıkıyor. Bunu kendi aramızda oyun bahçemiz olarak gördük. Hepimizin farklı alanlarda olması benim çok hoşuma gidiyor." Her bölümde üniversite bitimi depresyonu dediğimiz bir dönem oluyor, oyunculukta bu dönem sürekli audition vermek ama bir dönüş alamamak, neyin hatalı gittiğinin farkında olmamak ya da sektörde kendin kababilmekle ilgili sınavları verdiğin bir döneme de dönüşebiliyor. Efe bu dönemini kendi gibi oyuncu olan arkadaşlarıyla birlikte geçirmiş. "Ben hiçbir zaman kendimi arkadaşlarım tarafından terk edilmiş hissetmedim, kimse o çukurdan tek çıkamaz bence. Hikâye anlatmayı ve dinlemeyi seven biri olduğunuzda o dönemde ilham alacak, oradan tutunacak bir şey bulunabiliyor. Kariyer hedefli değil, 'Ne anlatmak istiyorum'a odaklanarak çıkılabilir. Biz çok spektaküler sonuçlarının olmasını bekliyoruz hareketlerimizin, toplum olarak da bu sonucu vermeyen işlere kıymet vermiyoruz. Buna takılmamak gerekiyor. Bütün resim güzeldir." Kral Lear'da bir prova günü Kral Lear'da son oyunu oynarken ne hissettiğini kayıtlara geçiyoruz. "Oyun Atölyesi'nde Haluk Bilginer ile oynamak çok başka bir histi, başta konuştuğumuz o çocuk Efe'ye bir borcumdu bu benim. Oyun biterken de o çocuk Efe ile de vedalaştım sanırım, 'Tamam bak büyüdün artık, sakin ol, oyuncu oldun, oyuncu olmana karar vermeni sağlayan insanlardan biriyle dört sene geçirdin, rahatla' dedim." Ses Tiyatrosu başka bir yerdir. Pera'daki Hayalet'te oynamak ve Ses Tiyatrosu'nda olmak nasıl bir histi? Oyun da aslında üretmekle ilgili müzikal bir oyundu. O dönem, oynarken oyunculuğa dair sorguladığın şeyler oldu mu kendinde? "Evet, ben mekânları, oyunculuğu mistifiye etmeyi çok sevmiyorum ama orada bir şey var gerçekten. Küçücük kalıyorsun orada, Ferhan Şensoy derdi, 'Burası bağırmalı çağırmalı bir tiyatro' diye. Düşük ve kendi hâlinde olmana izin vermiyor. Stand-up personam da biraz orada şekillendi. O dönemde Müjgan Ferhan Şensoy ile de çok konuşuyorduk bunu, müzikal oynamak zaten oyunculuğun sınırsızlığına dair seni düşündürüyor. Ses Tiyatrosu bana başka bir Beyoğlu'nu gösterdi ve yaptığın şeyin anlam ifade etmesini öğretti." İstila! kulisinden İstila ! , oyunun konusu mültecilik gibi ağır bir konu olduğundan bu kadar zor bir oyunda ekipçe nasıl dengede kaldıklarını ve ruh hâllerini nasıl koruduklarını merak ettim. Efe, kuliste çok eğlendiklerini ve bu sayede ruh hâllerini koruduklarını söyledi. Bu oyunla ilgili güzel bir tesadüf de beni gülümsetti, kayıttayken fotoğraflarımızı çeken Deniz Sabuncu, İstila! oyunun da afiş fotoğrafını çeken isim.👀 Barış Gönenen, Hakan Kurtaş, Seda Türkmen ve Efe Tunçer; İstila! oyunu Fotoğraf: Deniz Sabuncu Efe, Yeşilçam'da gazeteci Faik karakterini oynuyor Efe de benim gibi bir nostalji sever. Analar ve Anneler'den sonra Yeşilçam gibi yüksek prodüksiyonlu bir dönem işinde nasıl hissettiğini kayıtlara geçirmek isterim. Efe sette kendine deyim yerindeyse oyun alanı yaratmış, çekim aralarında kostümlerle kendi kendi eğlendiğini dile getirirken tüm dönem işlerinde en çok zorluğu kostüm ekiplerinin çektiğini de bana hatırlattı. Aynı anda farklı farklı alanlardasın, böyle bir dönemin olmamıştı sanırım daha önce, nasıl geçiyor günler, 'Ben bugün hangisiyim' dediğin oluyor mu? "Gerçekten diyorum, sabah hatırlatıyorum bugün bu diye. Hep başka biri gibi olman gerekiyor, bu biraz yorucu. Fakat iyi tarafı da şu, boğulmuyorsun bir olayın sesi içinde. Sürekli bir oyuncu gibi düşünmek çok zor bir şey. Çok pasifize eden bir olay. Sürekli bir komedyen gibi yaşamak da çok zor bir şey. Bazen de komik hiçbir şey yoktur yani. O yüzden bunların arasında dolanmak iyi geliyor." Efe ve Hakan, evde bir prova gününden. Hakan ve Efe'nin izlemeyi ve dinlemeyi çok sevdiğim bu videosunu buraya bırakıyorum. Hakan'ın yazdığı Tesadüfen şarkısı, Kalben ile bir kulis ziyaretinde tanıştırılıyor. Sonrası bizi kapanmaların olduğu o ilk aylarda "oooof" eşlikçimiz ve sondaki gitar solosuyla bir parkta dolanmanın sonsuzluk hissini veren o video . Hayyam Stüdyoları'nda kaydedilen bu kaydın videosu, Ali Farkhonde'nin yetenekli ellerinden çıktı. Efe de Kalben'in, Harbiye ve Bodrum Antik Tiyatrosu'ndaki konserlerinde sahnede yer aldı. Tabii bu iki büyük sahnede olmayı, çalmayı hayal bile etmediğini kayıtlara geçirdi. 29. İstanbul Caz Festivali'nde Harbiye sahnesindeki Kalben konserinde Efe Fotoğraflar: Hakan Bintepe, İllüstrasyon: F.Nazlı Kuleci Müzik, tiyatro, stand-up... Hepsi sahnede ama seyirci ile kurduğu diyalog farklı. Tiyatroda mesela seyirci oradadır ama göz göze gelsen bile görmemiş gibi yapman gerekir, şov ise bunun tam tersi? Şovda bu seni zorluyor mu? Ya da şov sonrası tiyatro sahnesindeyken bu durum seni zorladı mı? "Evet. Şovun ilk zamanları Kral Lear'da oynarken seyircinin gözünün içine bakarken yakaladım kendimi. Hatta Arif (Pişkin) Abi ya da Haluk Abi, tam hatırlayamadım, 'Ne yapıyorsun?' dedi. O zamanlar özelikle bu sabah buyuz, bak bugün sahnede çalıyoruz, gidip enstrümanımızla ısınıyoruz, diyerek kendime hatırlatma yapıyordum." Efe, stand-up şovunda Efe, okumayı izlemeyi ve dinlemeyi sevdiğini biliyorum. Bu aralar etkilendiğin, seni üretim üzerine düşündüren konser/ kitap/ dizi/ film var mı? "Heat filminin devamı kitap olarak yazıldı. O beni çok etkiledi. Bence fikirleri birbirine bağlamanıza gerek yok, yeteri kadar derinleştirirsen onları, onlar dipte bağlanır. Kendilerinin bağlanmasına izin verecek kadar derinleştirmek gerekiyor sadece. Biraz öyle bir şey. Puzzle yaparken, sağ taraf sol taraf vardır arası boş kalır bulamazsın ya, birleşmesi için aradaki o boşluğu da görmene ihtiyaç vardır. Üretmek bu aralar bana bu hissi veriyor." Ülkece zor bir dönemdeyiz, üretenler olarak göç kavramını hiç konuşmadığımız kadar konuşuyoruz. İstanbul ve üretmek için neler söylemek istersin? Besliyor mu seni ? "Burası çok katmanlı, labirent gibi bir yerdir. Çok üzer seni fakat bir şekilde affettirir ve sen onu sevmeye devam edersin, biz bunun bir parçasıyız, yapacak bir şey yok. Şu anki hâlini savunacak hiçbir tarafım yok. Çok zor sokaklarında bile yürümek. Ben burada doğdum. Hep gurur duydum bunu söylemekten ve hep duyacağım. Ben buralıyım. Ben buranın kodlarıyla büyüdüm. Bir şey ürettiğimde buradaki insanların gözünde mutluluk görmekten hoşlanıyorum. Hiçbir zaman inancımı kaybetmedim ben İstanbul'un güzelliğine. Her zaman burada onun için, onu gerçekten sevenler için de üretmeye elimden geldiğince ben ve arkadaşlarım devam edeceğiz. Söz veriyorum. Burada güzellikler var. Gömülü ama var. Sen ve bu yaptıkların da bu şehri güzelleştiren şeylerden biri, bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Teşekkür ediyorum." Kaydı sizin de şaşırmadığınız üzere kahkahalarla bitiriyoruz. Kahkahalarımız bitimi zihnimde, Terry Eagleton 'un Mizah kitabında okuduğum şu Nietzsche , cümlesi beliriyor. "Belki de bugün hiçbir şeyin geleceği olmasa bile, kahkahamızın bir geleceği var."

Her gün farklı bir sahnede olmak

Kasım 22, 2022

·

Makale

Bir arada üretmek, "birbirini" yönetmek

Tiyatro Hemhâl 2018 yılında Nezaket Erden, Hakan Emre Ünal ve Ayşe Draz tarafından kurulmuş profesyonel bir tiyatro topluluğu. Hemhâl'in kelime anlamı "durumları aynı olan (kimseler)" demekken. Bu bölümde, isimlerindeki şapkalı â'nın şapkasının altında bir araya gelen bu şahane üçlünün ikisiyle hasbihal edeceğiz. 🌟 Topluluk, N'Olcak Bu Yusuf Umut'un Hâli, Sevgili Arsız Ölüm - Dirmit ve Tırnak İçinde Hizmetçiler isimli üç oyunla bu sezonda da seyirci ile buluşuyorlar. Hemhâl'in kurulma hikâyesine geçmeden evvel, bu ikilinin çocukluklarını ve nasıl tanıştıklarını dinlemek istiyorum ve çocukken oyunla olan ilişkilerinin peşine düşüyorum. Nezaket, doğa ile iç içe bir çocukluk geçirirken oyunlar uydurmayı, doğayı dinlemeyi, diğer çocuklarla yarışa girmediği, aksine onlarla birlikte ürettiği anların peşinde koşmuş. Hakan Emre ise sokakta, sokağın nabzını tutan bir çocukluk geçirmiş. Kola tenekelerinden yapılma topla tek kale maçlar, bir dönem bazı kulüp takımlarında oyuncu olması geçirdiği sakatlıkla yerini evde vakit geçiren, kitaplarla tanışan bir Hakan Emre'ye bırakmış. Onlar o günleri anlatırken bir an karşımda Yusuf Umut ve Dirmit'i görmedim desem kayıtlara geçireceklerim eksik kalır. O yüzden söyleyeyim. Bu tutku ikisinde de daha o yaşlardan geliyor. Nezaket, Emine, Munise ve Hakan Emre kola şişesiyle İllüstrasyon: F. Nazlı Kuleci Nezaket, Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden, Hakan Emre ise Bilgi Üniversitesi İşletme Bölümü'nden mezun. İkilinin yolları Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümü yetenek sınavlarında kesişiyor, sonrasında alınan ortak derslerle önce arkadaşlıkları başlıyor sonrasında ise partner oluyorlar. Hemhâl'in kurulması da üretimlerine özgürce alan açacak bir alan arayışıyla başlıyor. Hakan Emre ve Nezaket Hakan Emre: "O dönem ben farklı farklı tiyatro gruplarıyla oyunlar yapıyordum. Trom devam ediyordu, çok güzeldi farklı farklı sahnelerde olmak ama insan kendi üretimlerini yapacak özgür bir alan da istiyor. Tırnak İçinde Hizmetçiler oyunu ve Sevgili Arsız Ölüm ile bu yola girmiş olduk. Ayşe Draz da Tırnak İçinde Hizmetçiler oyunu ile bu yola bizimle girdi, iyi ki de girdi." Nezaket: "O dönem Emre'nin Trom isimli oyunu benim için önemliydi. O çok yol gösterici olmuştu ve Emre'yle tanışmak, onun hayatımdaki varlığı. Onun öncesinde, yani mezun olmadan önce bir sürü alakasız işlerle çalışıyordum. Bazı çocuk oyunlarında da yer aldım ama katkısı olmadığını hissedip sadece geçinmek için yaptığımdan sevemiyordum. Şimdi düşünüyorum o yıllarda cesaret etmeseydim acaba bugün her şey nasıl olurdu? Kolay bir karar değildi o dönem öyle bir yola girmek." Hakan Emre: "Şunu da söyleyebilirim, biz bir fikrin peşinde kuruyoruz tasarıyı, sonunda ulaştığımız şey ilk fikirden neredeyse yüz seksen derece farklı da olabiliyor. Hemhâl bize bu alanı da sağlayabiliyor işte." Hakan Emre ve Nezaket burada bir anılarından bahsettiler. Hakan Emre, " Sevgili Arsız Ölüm'deki Dirmit için, bu oyun bir yerde oynanacak olsa ve seçmeler olsa belki ne Nezaket seçilirdi ne de Nezaket o seçmelere katılmak için evet ben Dirmit'im, derdi." Onlar aralarında geçen bu konuşmadan bahsedince ben de bu oyunu ilk izlediğimde zihnimde beliren "Dirmit ondan başkası olamazdı" cümlemi kayıtlara geçiriyorum. Sevgili Arsız Ölüm - Dirmit'in Moda Sahnesi'nden canlı yayınla seyirciyle buluştuğu günden bir fotoğraf. Yönetmen Hakan Emre reji masasını fotoğraflamış, Gelelim Nezaket'in Dirmit ile tanışma hikâyesine... Nezaket lisans eğitimine devam ederken bir yandan da oyunculuk üzerine bir atölyeye katılıyormuş. Akademi 35 Buçuk' ta Vahide Perçin'in dersinde romandan uyarlama bir sahne hazırlamaları gerekiyormuş. Nezaket'in ilk seçimi Madam Bovary olmuş ama istediği gibi bir sahne çıkmayınca ondan vazgeçmiş. Bir kitabevi ziyaretinde Sevgili Arsız Ölüm 'ü rafta görmesiyle kitabın ismine vurulmuş ve bir gecede okumuş. Bu dersten sonra bunu bir oyuna dönüştürmek isteyen Nezaket, Hakan Emre'ye fikrini açtığında onun "anlat" cümlesiyle, Nezaket'in romanı Dirmit'in perspektifinden anlattığını fark etmişler ve bu şekilde anlatıcının konumu ve oyunun adı şekillenmiş. Nezaket: "Okulda zorlandığım bir dönemdi, kitabı okumak çok iyi hissettirmişti o yüzden. Kitapta bir göç hikâyesi ve uyum hikâyesi var, dolasıyla şehirle ilişki var. Bütün ailenin kurduğu ilişki var hâliyle bitmek bilmeyen bir gücü ve merakı var. Tüm bunlar beni çok etkilemişti. O yüzden ya o çalışma bitti ama kitabın etkisi ve bende hissettirdiği hisler hep kaldı. Sonra Kadir Has'a girdiğimde ve bitirme projesi yapma zamanı geldiğinde tekrar aklıma Dirmit düştü." Sevgili Arsız Ölüm - Dirmit'den bir sahne Hakan: "Nezaket bana kitabı anlatırken aslında farkında olmadan Dirmit'in gözünden anlatıyordu. Ben de Nezaket olarak anlatmasını ve kitaba bakmasını istemiştim. O dönemler de sevgiliydik ve sürekli beraberdik. Yatarken, kalkarken, otobüste bir yere giderken, yürürken kitap sürekli hayatımızın en önemli yerinde duruyordu. Bu birkaç ay devam etti ve sonra oyunu Dirmit'in gözünden kurmaya başladık. Metnin dili, karakterin dili, konuşulan yerler derken kapsamlı bir Sevgili Arsız Ölüm sözlüğü çıkardık. Önce kutu kutu bir sürü hikâyemiz oluştu ve onları kurgulamak, birleştirmek derken bu sefer başka bir çalışma süreci başladı. En sonunda Dirmit'in uyayamadığı tek bir gece geçen, köye hayali bir yolculuk yaptığı bir hikâye evrildi." Yazarı zaten yıllardır tanıyormuş gibi bir hisle oyuna çalıştıkları için daha sonra sahnelemek için yazardan izin almak ve bunun için ona ulaşmak gerektiğini tatlı bir şekilde hatırlamışlar. Sonrasında yazar Latife Tekin'in kapısını çalmışlar ve ilk aldıkları yanıt olumsuz olmuş. Bunu anlamak mümkün. Kitap, yazarın anılarını içeriyor ve Latife Tekin kitabı o günlerden beri tekrar açıp okumadığını söylüyor. Yazara ulaşmalarının nasıl olduğunun ve oyunun ilk sahnesindeki anılarının peşine düşüyorum. Devamını onlardan dinleyin isterim. 👀 Nezaket: "Latife Tekin'e ulaşmak ve ona oyunu gösterebilmek biraz zaman aldı. Onun çok yoğun bir dönemiydi çünkü. En sonunda ona gösterdik ama önce bir izin vermeme durumu oldu. Biz de buna üzüldük o dönem tabii ama çalışmıştık, bu yüzden ücretsiz gösterim yapmaya karar verdik, Kadir Has'ta. O da o ilk gösterilere geldi, izledi ve 'Siz zaten yapmışsınız, sizin olmuş' dedi. Ve sahnelememize izin verdi." Sevgili Arsız Ölüm - Dirmit Hakan: "İlk oyunda sahne çığlıkla bitiyordu, ışıklar da yavaş yavaş kararıyordu. Tek o çığlığı duyuyor ve sonlandırıyorduk. Kadir Has Üniversitesi'nin blackbox sahnesinde oynamıştık. Işığı da ben yapıyordum merdivenden indim sahneye selam vermeye çıktım, insanlar alkışlıyor ama Nezaket'e dokunsam ağlayacak benim zaten gözlerim doldu ağlaya ağlaya teşekkür ettim. Sonra üzerine düşündük bırakmak istediğimiz, insanları salondan uğurlamak istediğimiz his bu değildi. Umutsuz bir yerde bitmesini istemiyoruz hikâyenin ki zaten roman da öyle değil. Bizim şu hisle çıkmamız lazım, Dirmit bir şekilde ne olursa olsun ,buradan güçlü bir şekilde çıkacak. Oyun umutsuz bir noktada bitmeyecek. Ona göre şekillendi yine çığlık var ama şimdi oyunun sonunda değil." Nezaket: "Kurgusal alandaki büyü biraz da bu hislerde. Gerçek zaten yeteri kadar acı, o hissi istemiyorduk. İlk oyunda bir sürü duygu bir aradaydı benim için. Altı tane ücretsiz oyun planlamıştık ve insanlarla buluşmak çok iyi gelmişti ama bir yandan izin alamadık, oynamayacağız hissi vardı içimde. Latife Hanım bu altı oyunun sonuncusuna geldi ve oyun bitimi 'Siz bunu oynayın çocuklar' dedi." Kulisten bir fotoğraf 💌 N'Olcak Bu Yusuf Umut'un Hali, daha Hakan Emre sahneye çıkmadan başlıyor, ışık ve müzikle kurduğu dünya o kadar gerçek ki ben bir oyun izliyor gibi hissetmiyorum, sadece yeni tanıştığım Yusuf Umut'un hikâyesini dinliyorum. Yer yer ışıkları açıp kapatmak için reji masasına laf atması, telefonun ışığının gölge oyunlarıyla bizi çekmesi... Bu kişi Hakan Emre mi yoksa Yusuf Umut mu? diyorum. Bir yandan da İşte aradığım ortam diye içten içe seviniyorum. Kayıttan önce dayanamayıp bu iki isimliliğin sebebini soruyorum. Ben de iki isimli olduğumdan bunun yarattığı kafa karışlığını, bir yere aidiyet arayışıyla da oyunda görmek beni mutlu etmişti. Hakan Emre: "Yusuf'u dedesi koyuyor, Umut'u annesi koyuyor. Yusuf daha geleneği sembolize ederken, Umut da adı gibi daha dilemeyi, umudu simgeliyor. Ben de iki isimliyim, tercih biraz buradan da geliyor. Ürettiğim hikâyelerin çoğunda iki isim meselesi önemli bir yer alıyor. Hakan Emre isminin yani iki isimli olmamın getirdiği bir durum büyük ihtimalle." N'Olcak Bu Yusuf Umut'un Hali oyunundan bir sahne Oyunun aynı zamanda yazarı da olan Hakan Emre, bu hikâyenin altı yıllık bir hayalin sonucu olduğunu söyledi. Pandeminin başlarındaki kapanma döneminde bunun üstüne düşünme ve çalışma fırsatı olmuş. Tek başına yazmakta zorlandığını ve sürece Nezaket ve Ayşe'den sonra Alis Çalışkan'ın da eklenmesiyle çalışma son hâlini almış. Dördü de bu hikâyede kendi çevrelerinden tanıdıkları anlatılara rastlamışlar. Hakan Emre: "Yusuf Umut, bizim kabullendiklerimizi kabullenmeyen bir karakter. Okuldaki zorbalığı kabullenmeyen, evdeki görünmeyen şiddeti, duygusal baskıyı kabullenmeyen. İçinde olan biteni hiçbir filtreleme yapmadan dışarı çıkartabilen bir karakter olsa nasıl olur? Sokakla tanışınca ve orasıyla tüm sertliğiyle karşılaşması nasıl olur? gibi soruları sorduk." N'Olcak Bu Yusuf Umut'un Hali sahne öncesinden bir fotoğraf "Bir ortam arıyor kendi için. Bu yüzden 'benim aradığım ortam bu' diye sürekli tekrarladığı bir cümlesi var." Sahneye çıkmadan önce seyirciyle tanışmasıyla ilgili konuşuyoruz. Bunu her oyunda tercih ettiğini ama Yusuf Umut'la bunu biraz daha ileri taşıdığını söyledi. Özellikle turnelerde buradaki tanışmalar güzel anılara dönüşüyormuş. Oyun boyunca neredeyse hiç durmuyor Yusuf Umut, bir seratonin saçılması var. Yer yer ışık tasarımı ve müzik de bunu destekliyor. Hareket tasarımında Ekin Tunçeli ile çalışılmış, ışık tasarımı ise Ali Dönmez'e ait. Oyununun yönetmenlerinden Nezaket'in hareket yönetimi ve ışığa dair söylediklerini kayıtlara geçirelim. "Biz çalışırken her şey bir arada şekilleniyor, önce metin yazıp sonra sahneye geçmiyoruz. Emre çıkıyor, doğaçlıyor, sonra metne döküyoruz. Metni oynarken tekrar değişiyor, ışıkla ilgili fikirler orada gelişmeye başladı. Renkli bir dünya olacağını düşünüyorduk, Yusuf Umut sürekli renklerden bahsediyor zaten. Emre bir provada telefonuyla ışık yaptı ve oluşan gölgeleri nasıl daha iyi yansıtabilirizin peşine düştük. Perde fikri oradan geldi. Emre'nin bedeninden çıkan bir sürü şey var. Ekin'i davet etmiştik provaya, o birkaç provaya eşlik etti ve bazı bölümleri bir düzene soktu. Emre'nin bedenindeki hareket kalitelerinin daha iyi olması için fikirler verdi." Hakan Emre: "Bizim yaptığımızla başta kaba, savruk bir şey çıkıyor harekette de ışıkta da. Sonra işin ehli olan ve bize de samimi gelen, birlikte çalışmak istediğimiz insanlarla beraber bunu dönüştürmeye başlıyoruz." Bu harika ve tam yerinde olan müzikleri nasıl seçtikleri ise güzel bir hikâye barındırıyor. Müziğe dair süreçte tanıştıkları Büşra (Keskin), oyunun hareketli afişini de tasarlamış. 📌 Okuyanlar ve dinleyecekler için bir not - biz sadece oyunun sonundaki şarkıya dair konuştuk, diğer iki şarkının ne olduğuna dair bilgi vermek istemiyorum. Ama oyun çıkışı beni bulup teşekkür etmek isteyeceksiniz. Nezaket: "Biz zaten oyunlara hazırlanırken de müzik dinliyoruz, bazen o müzik oyunda da yer alabiliyor. Kardeşim Emine hazırlık aşamasında oyunu izlediğinde bana bir şarkı attı ve bu şarkı bana Yusuf Umut'u hatırlattı dedi. Senin de 'Bu şarkı ne?' diye bize sorduğun o, Turkodiroma grubunun şarkısı. Ben de hakikaten hatırlatıyor dedim. Sonra Emre dinledi ve bir provada onu sona koyarak oynadı. Tüm ekip şarkıya yükseldi." Hakan Emre: "İlginç mesela, o şarkının yazılış dönemi bizim oyunu çalışmaya başladığımız dönemle neredeyse aynıymış. Sonra kullanmaya karar verince grubun üyeleri Doruk ve Doğa provalara geldiler. İlk oyunun akışını izledikten sonra Doruk, 'Ben de şarkıyı yazarken Yusuf Umut'a benzer bir hisler yaşamıştım' dedi mesela ve dert ortaklığı kurduğumuzu gördük. Çok kıymetliydi. Doruk'un akışı izlemeye gelen arkadaşı Büşra (Keskin) bize hareketli bir afiş yaptı. Birçok provamıza, oyunlarımıza geldiler. Müzik ve tiyatro aracılığıyla çok kuvvetli bir bağ kurduk. Şarkının bir iki bölümünü düzenlemelerini rica ettik ve kullanmaya başladık. Yusuf Umut "Ben Yağmurum Geceye" oldu. Çok özel bir karşılaşma oldu." Ali Ercivan'ın kısa filmi Lekesiz'de Hakan Emre ve Nezaket birbirine sevgisi bitmiş, sıkışmış bir evli çifti oynuyorlar. Bu kadar zamandır bir arada olan bu uyumlu çiftin uyumsuz bir çifti oynama kabiliyetine açıkçası hayran kaldım, sorarken kendime "ne amatörce bir soru bu?" desem de merakım daha ağır bastı ve sordum. Çift olarak oynamak nasıl bir deneyimdi? Nezaket: "Biz birlikte çok çalıştığımız için zorlanmadık aslında, evet birlikte oynamadık ama çok fazla üretim yaptık. Dolayısıyla o çalışma sırasında bir mesafe koymayı becerebiliyoruz artık. Oynadığımızda onu iş olarak görebiliyoruz. Belki başlarda daha zordu çalışmalarda, bazı krizler çıkıyordu bu yüzden." Lekesiz, İzem ve Tolga Yönetmen: Ali Ercivan Hakan Emre: "Karakteri düşününce zaten mesafe geliyor kendiliğinden, İzem'le Tolga'nın arasındaki o iletişimsizliği doğru irdelediğinde oynamak ve yansıtmak mümkündü, onu yaptık." Sorularım bitmişti ama bizi bıraksanız iki saat daha konuşurduk. Üretim Kaydı ile yeni tanışanlara bir minik hatırlatma: Burada konuştuklarımızdan kayda geçenlerin detayları ve çok daha fazlası konukların sesinden podcastte. Yusuf Umut'un selamıyla uğurluyorum - Adiosss!

Bir arada üretmek, "birbirini" yönetmek

Ocak 24, 2023

·

Makale

Tiyatroya odaklanan bir yayınevi kurmak: Habitus Kitap

Tiyatro ve Multimedya kitabıyla tanıştığım Habitus Kitap , kısa sürede tiyatro seçkisiyle, çeviri oyun metinleriyle deyim yerinde olacak, kalbimi çaldı.💙 On yılı geçkin bir süredir yayın hayatında olan Habitus Kitap'ın kurucusu ve genel yayın yönetmeni Emrah Yaralı'ya yayınevine dair merak ettiklerimi sordum. Yakın dönem diyebileceğim bir süre önce (2020 yılında) onuncu yılınızı kutladınız. Merak ediyorum Habitus Kitap nasıl bir ihtiyacı fark edip de yola çıktı? Yayıncılık bizim ülke şartlarında özellikle zaten çok zor, yola çıkarken ne gibi korkularınız vardı? Bugün o korkular devam ediyor mu? Günümüzde kaç kişilik bir ekipsiniz? Merhaba, teşekkürler öncelikle. Evet onuncu yılımızı kutladık ama kötü bir döneme denk geldi ne yazık ki, değerinin farkına bile varamadık açıkçası. Ama yine de yaş almak güzel. 2010 yılında başladığımızda elimizde kültürel birikim ve iş deneyimi dışında bir şeyimiz yoktu. Zamanında tiyatro kulübünden tanış iki arkadaştık: Yapar mıyız? Yaparız dedik ve giriştik. Ama bu süreçte ben biraz tek kaldım; arkadaşım çeşitli sebeplerden işin içine giremedi ama hep bir ihtiyaç anında kendini görünür kıldı. Borç aldığımız küçük bir miktar para ve çektiğimiz küçük bir kredi ama özellikle de ilişkilerimiz bize başlangıç için sermaye oldu. Uğraştığımız meseleler üzerinden gitmek, bilmediğimiz işlere bulaşmamak gibi bir ilkemiz vardı. Bununla birlikte inceleme, araştırma, sosyal bilimler ve tiyatro ile birlikte edebiyat basacaktık ve tiyatro metinleri basmayacaktık (bunun bir sorumluluk ve ihtiyaç olduğunu anlayana kadar da basmadık). Üç aşağı beş yukarı da bu çizgide kaldık. Habitus Minör (çocuklar için bir dizi) ve Habitus Majör (ebeveynler için bir dizi) hayatlarımız da çoluk çocuğa karışınca devreye girdi. Ama çocuk yayıncılığının dinamikleri farklı olduğu için çok fazla beceremedik; belki önümüzdeki yıllarda gene dener, gene yeniliriz bilemiyorum.🙂 Emrah Yaralı, Habitus Kitap Yayıncılık evet çok zor bir alan, tabii eğer hakkıyla bir yayıncılık faaliyetinden söz edersek. Hem entelektüel birikim olacak, hem sermaye birikimi, hem dayanma gücünüz hem de bir çizginiz olacak. Daha birçok şey sıralanabilir ama bunlar bile ne kadar çeşitli parametrelerin bir araya gelebileceğini göstermesi açısından önemli. İçlerinden birinin eksikliği dengelerin şaşmasına sebep olabiliyor. Bu anlamda tutarlı bir çizgi yürüttüğümüzü, kendimize ihanet etmeden açılımlar yapmaya çalıştığımızı söyleyebilirim. Hep bir kitabımızın diğerleriyle bağı olmasına dikkat ettik ve korkumuz da burada devreye giriyordu: Bu çizginin dışına çıkmak ve elimize geleni basmak, yapmak istediğimiz her şeyi anlamsız kılabilirdi. Korktuğumuz başımıza gelmedi. Son soruya tek bir cevap: Tek kişilik bir yayınevi. Olmaz ama oluyor. Elbette ki dışarıdan bize destek veren çok sayıda arkadaşımız sayesinde. Elini taşın altına koyan, yüksünmeden yayınevinin derdini kendi derdi yapan dostlarımız var. Bourdieu, Habitus için söyle diyor; “Her bireyin kendi toplumsallaşma süreci boyunca kendi bedeninde içselleştirdiği nesnel varoluş koşulları, o birey için kalıcı ve aktarılabilir habitus'u oluşturur.” Siz yayınevine bu ismi verirken bu anlamından mı yola çıktınız, diye sormak isterim. Ben, gerek metinleriniz gerek tiyatronun toplumla ilişkisini düşündüğümde %100 sizi anlatan bir isim olduğunu düşünüyorum. Tam tamına bu bağlamda karar verdik. Bizi biz yapan, bizi oluşturan, bizi gerçekleştiren, geçmişimizde geleceğimizde ne varsa heybemizde de onların olacağını açık ettik en baştan. Kitaplarımız bizi yansıtacak (alamadığımız ve reddettiğimiz kitaplar da dahil), farklı düşüncelerde de olsak aynı yöne bakacak bir gelecek, bir perspektif geliştirmekti isteğimiz. Kitap seçimleri de interdisipliner bir yapıda çoklu düşünceye açık metinlerdir bu anlamda. Seçtiğimiz metinler de keza aynı şekilde. Sahnelemesinden kurgusuna (hepsi değil elbet ama ağırlıklı olarak) klasik metinlerden ayrışırlar. Okuması daha zor, sahnelemesiyle birlikte belki düşünülmesi gereken bir metin seçimi, bir estetik düşüncesi vardır. Burada tiyatroya bakışınızı belirleyen bir estetik var. Elbette burada GalataPerform’la yaptığımız işbirliğinin etkisi büyük. Özellikle de Ferdi Çetin’in emeklerini görmek gerekir. Ama demek istediğim aynı yöne bakmadan bu buluşma sadece kitap çıkarmak olurdu. Habitus ismi anlam olarak bu ölçekte değer kazanıyor. Bizim Habitus’umuzda ortaklaşmak, birlikte iş yapmak, bir irade koymak var. Bir derdin anlatımı, bir tartışma yaratmak var. İşbirliği yaptığımız kurumlar da aynı yönde hareket edenler olunca güzel işler, uzun soluklu ve perspektifi geniş bir bakış gerçekleşiyor. Habitus Kitap Oyun metinlerini bizimle buluşturduğunuz bu şahane tasarıma dair de bir soru sormak istiyorum. Parkta okurken herkes “kitap okuyormuşum gibi yapan,” kitabı tersten tutan biri olduğumu düşünüyor, gülüp geçiyor yanımdan ama ben tek kitapta iki metin okuyabilmeyi seviyorum. Bu fikir nasıl doğdu? Yayıncı olarak avantajları neler oldu? Bu eşleme kararlarını nasıl veriyorsunuz? Doğrudur ve bu bizi çok da eğlendiriyor. Esprili bir yanı var ve bu bizi biraz tarif ediyor kesinlikle ama bizimki bir ihtiyaçtan doğdu. Kitabı, metinleri daha somutlaştırma, yazara, oyuna hakkını verme ihtiyacı. İki oyun olan kitaplarımızda (iki oyun olmasına da dikkat ediyoruz) her oyunun kendi kimliği, kendi anlatısı olduğu fikrinden yola çıktık. Ve bunlar sadece oyun isimlerinin yazıldığı bir kapağı değil, derdiyle okurunu çeken, ona bir şey anlatması gereken bir kapağı hak ediyorlar. Ve kitabın arkasını da kullanmak istedik. Kapaklarımız zaten hep bir afiş gibi düşünülüp tasarlandığı için bu fikri de değerlendirirken çok zorlanmadık. Burada ilk günden bugüne kapak tasarımlarımızı, kurumsal kimliğimizi oluşturan Ahmet Söğütlüoğlu’nu anmamak olmaz. Üzerimizde büyük emeği var. Kapakları, içerikleri ve fikirlerimizi kendi harmanından geçirerek bize bambaşka bir dünya açtı (bu anlamda eğlenceli tartışmalarımız da olmuyor değil). Ve iç tasarımda da (evet ona da bir tasarım gerçekleştirdik) yine çok uzun zamandır arkadaşım olan Murat Kaspar bizde büyük destek sahibidir. Demek istediğim, kitaba bütüncül bir bakışla yaklaşıyoruz; butik yayıncı olmanın avantajını kullanabiliyoruz. Soruya dönersek arkalı önlü tasarım bir kolaylık değil çünkü bize daha çok iş olarak geri dönüyor. Bandrol alımlarından tutun da, sözleşmelerin ayrı ayrı ama ortak olması gibi ya da birçok kontrolün iki kez yapılması vs. gibi. Ama bu biraz göze aldığımız bir süreç. Uğraşıyorsak sebebi var. Hangi metinler nelerle birlikte basılacak kararında biraz dil uyumu, bazen konu bütünlüğü, biraz aynı memleketli olma hâli ya da aynı yazarın benzer iki metnini seçmek gibi tercihler devreye girebiliyor. Ama son kertede baktığınızda onları birleştirecek bir uyumu yakalamaya çalışıyoruz. Habitus Kitap Hem buradan çıkmış özgün metinleri kitaplaştırıyor hem de çevirilerle tiyatro kitaplığını zenginleştiriyorsunuz. Ayrıca alandaki araştırmaları, sempozyumları da derliyorsunuz. Yeni Metin festivaliyle birlikte üretilen metinleri de e-kitap olarak satışa sunuyorsunuz. Ben önce teşekkür etmek istiyorum sonra da şunu sormak istiyorum yayın programlarınızı nasıl oluşturuyorsunuz? Çeviri metinleri doğru çevirmenle nasıl buluşturuyorsunuz? Biz teşekkür ederiz. Bu çalışmalar genelde kolektif bir üretim sürecinde gerçekleşiyor. Sempozyum kitaplarını bu tip etkinlikleri desteklemek, düşünsel üretimi artırmak için yaptık. Burada İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’yle ve zaten yazarımız ve arkadaşımız olan Kerem Karaboğa ile birlikte çalıştık. Makale üretimi sadece puan vs. gibi düşünülmediğinde düşünsel ufku açan, farklı disiplinlerin kesiştiği, karşılaştığı çok güçlü bir alan. Bir arada olmak, birlikte iş yapmak açısından sağlam bir arka plan sağlıyor. Özgün metinlere, Yeni Metinler’e geldiğimizde de orada da bir birikimin ısrarlı bir takibin Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali bağlamında Yeşim Özsoy’un ve onun akabinde oraya emek veren tüm arkadaşların katkısı var. Bu festival herkesin yaptığını tekrar ederek değil (zaten çok iyi festivaller var) tamamen yeni metinleri ortaya çıkarmak gibi bir misyondan hareketle, popüler ana akımın biçimini, şeklini oluşturduğu yoldan değil, kendine açtığı yeni bir patikadan çalılara takılarak, çamurlara batarak, her yıl üzerine koyarak yürüyen ve çoğalan estetik bir okuma tiyatrosu festivali. Bu tam da bizim başlangıç ilkelerimizde Habitus olarak baktığımız yöndü. İnsanları harekete zorlayan, dinamizm katan, insanları bir araya getiren, tüketimin değil üretimin bir hareket sahası olma, ilkesi. Oyun seçimleri, çevirmenlerin bu sürece katılımları, okuma seansları, provalar, gösterim ve tartışmalar süresince hangi oyunun basılacağı, hangi çevirmenin ele alacağı da bu süreçte belirlenmiş tercihler oluyor. Burada da iki kurum arasında bağlantı kuran, işin ameleliğini çeken kişi Ferdi Çetin oluyor. Habitus Kitap Uzun soluklu çalışmalar bu anlamda zordur, özellikle her şeyin bir anda buhar olduğu bizim çağda ve zorlu memleket koşullarında. Ama bizim için süreklilik sağlamak, bir işin devamını getirmek hem bizim için hem de bizi takip eden, bizde bir bakış gören, farklı bir şeylerin peşinde olduğumuzu gören dostlarımız için önemli. Bu birbirini gören, birbirine değen yeni alanlara vesile, diğer üretimlere de yansıyan bir devamlılık getiriyor. Arkamızdaki o birikim de bu üretim süreçleri bizim gibi düşünen insanlarla hareket etmemizle ilgili. Burada sadece tiyatro ile ilgili konular bağlamında ilettim ama tüm kitaplarımızda sosyal bilimlerde, inceleme araştırma alanında bu sürece dikkat ediyoruz. Yapabildiklerimiz var, yapamadıklarımız var ama adı üstünde bir süreç. Hep bir yol, bir arayış ve buluşma...

Tiyatroya odaklanan bir yayınevi kurmak: Habitus Kitap

Nisan 4, 2023

·

Makale