aposto-logo
TR
TREN
Bültenler
Radyo
Üyelik

Bültenler

Radyo

Aposto Üyelik

Aposto Hakkında

Kategoriler

Serbest Kürsü

Aposto Serbest Kürsü'den hikâyeler.

40 Hikâye

Örgütlü Mücadele Yaşatır: Meksika’dan Türkiye’ye Deprem ve Sivil Toplum

Dr. Esra Akgemci Konya Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Deprem, enkazın altında bıraktıkları kadar gün ışığına çıkardıklarıyla da karşımızda duruyor. Bir deprem ülkesinde, bina yapılırken ve kentsel politikalar oluşturulurken deprem olgusundan bu kadar uzak bir şekilde hareket edilmiş olması, acilen masaya yatırılması gereken yapısal sorunlara işaret ediyor. Dahası, rant temelli kentsel büyüme modeli, denetimsiz yapılaşma, imar aflarıyla yasallaşan çürük binalar, imara açılan sismik riski yüksek bölgeler, alınmayan önlemler ve ihmaller, afet risklerini azaltacak ve yapı güvenliğini sağlayacak politikaların hayata geçebilmesi için baştan sona bütün sistemin değişmesi gerektiğini gösteriyor. Peki, depremin felaketle sonuçlanmasına yol açan kırılganlık koşullarının değişmesi ve bu koşulları inşa eden karar vericilerin hesap vermesi nasıl sağlanabilir? Siyasi gücün merkezîleşmesinin afet yönetimi açısından doğurduğu sorunlar, bu süreçte öne çıkan sivil toplumun baskılardan sıyrılabilmesi için bir fırsat doğurabilir mi? Deprem sonrası örülen dayanışma ağları, radikal bir dönüşüm için nasıl kullanılabilir? Eşitsizlikleri görünür kılan deprem, toplumsal ilişkilerde bir kırılmaya yol açabilir mi? Afetle toplumsal değişim arasındaki ilişki üzerine düşünürken bize yol gösterebilecek önemli bir deneyim var. Meksika’da 1985 Mexico City Depremi’nin ardından ortaya çıkan dayanışma odaklı yatay örgütlenme, yıkıntıların arasından Rebecca Solnit’in ifadesiyle bir “felaket ütopyası” (disaster utopia) doğurdu. Yoksul depremzedeler, bir araya gelerek hem konut haklarını savundular hem de ülkedeki tek parti yönetiminin sona ermesi için aşağıdan yukarı bir demokratikleşme hareketi inşa ettiler. Bu etkin mücadele, toplumsal muhalefet aktörlerinin 1960’lardan bu yana geliştirdikleri örgütlenme kapasitesi sayesinde mümkün oldu. 1968 Tlatelolco Katliamı: Meksika tarihinde bir dönüm noktası Öğrenci hareketleri ile yükselen isyan dalgasının tüm dünyayı kasıp kavurduğu 1968 yılı, Meksika tarihi açısından da önemli bir kırılmaya işaret ediyor. Meksika’da, Kurumsal Devrimci Parti’nin (PRI) 1929’dan beri kesintisiz süren iktidarı altında, korporatist örgütler aracılığıyla işçi sınıfı kontrol altına alınmış, devrim partisi ile bütünleşik bir toplum inşa edilmişti. Korporatist devlet-toplum ilişkilerinin dışında kalmayı başarabilen en önemli toplumsal kesim ise öğrencilerdi. Korporatist kurumsallaşmanın derinleştiği 1950’liler, aynı zamanda yıllık ortalama %6’lık ekonomik büyüme oranlarının yakalandığı yıllardı. “Ekonomik mucize” olarak anılan bu süreçte pasta büyürken, sabit gelirlerinin payı küçülüyor, toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlik tırmanıyordu. Otoriter tek parti yönetimine karşı sokakları doldurmaya başlayan öğrenciler, 1968 yazında PRI iktidarına karşı ilk kitlesel hareketi şekillendirdiler. Meksika’nın ev sahipliğini yapacağı 1968 Yaz Olimpiyatları yaklaşırken, öğrenci hareketi üzerindeki baskılar da artmış, ülkenin en büyük üniversitesi olan Meksika Ulusal Özerk Üniversitesi (UNAM) ordu tarafından işgal edilmişti. 2 Ekim’de, Mexico City’nin Tlatelolco bölgesindeki Üç Kültür Meydanı’nda hükümeti protesto etmek için toplanan öğrenciler, silahlı kuvvetlerin tankları tarafından kuşatıldı. Etraftaki binaların çatılarına konuşlanan keskin nişancılar, kalabalığın üzerine ateş açtı. Paramiliter grupların da kullanıldığı katliamda, tahminlere göre 300’e yakın öğrenci hayatını kaybetti, en az 1500 öğrenci tutuklandı. 10 gün sonra, 12 Ekim’de Devlet Başkanı Gustavo Díaz Ordaz, olimpiyat oyunlarının açılışını yaptı. Tlatelolco Katliamı, Meksika’nın sınıf mücadelesi tarihi açısından dönüm noktası oldu. PRI iktidarı, kendi halkına karşı orduyu kullanmış ve meşruiyetini yitirmişti. Bundan sonraki süreçte öğrenci hareketinin yanı sıra gerilla hareketinden işçi ve köylü hareketlerine uzanan direniş giderek toplumun tüm kesimlerine yayılmaya başladı. Kitlesel eylemlerle birlikte korporatist rejimin kurumsal yapıları çözülmeye başladı, Meksika İşçi Federasyonu’nun (CTM) içinde kopmalar yaşandı, yerel sendikalar kuruldu. Siyasi kriz içindeki hükümet, bazı reformlar yapmak zorunda kaldı. Meksika’nın uzun demokratikleşme sürecinde Tlatelolco, toplumsal adalet talebinin sembolü haline geldi. Otoriter rejimi değiştirme isteği, toplumun farklı kesimlerini bir araya getiren ana unsurdu. 68 Hareketi’nin içinden gelen aktivistlerin 1970’ler boyunca izlediği kentsel siyaset, demokratikleşme sürecini adım adım inşa etmeye devam etti. Bu süreçte örgütlenen Kentsel Halk Hareketi (Movimiento Urbano Popular/MUP), 1980’lerde PRI iktidarının kent yoksulları üzerindeki baskısını kırmada kilit rol oynadı. MUP’un öz örgütlenme, halk katılımı ve doğrudan demokrasi üzerine kurduğu demokratik kültür yayıldıkça, PRI’nın kamu görevlileri ve öğretmenleri kontrol altında tutmak ve orta sınıfların korporatist temsilini sağlamak için 1943’te kurduğu Halk Örgütleri Ulusal Konfederasyonu (CNOP) giderek işlevini yitirmeye başladı. Carlos Fuentes’in “azgelişmişliğin başkenti” olarak tanımladığı Mexico City, 1970’lerin sonlarına gelindiğinde artık PRI’nın kentsel politikalarına karşı iyi örgütlenmiş ve organize olmuş bir kent halkı mücadelesine ev sahipliği yapıyordu. Borç krizinin patlak verdiği 1982’de şehirde kentsel toplumsal hareket içinde aktif olan 80 bin yerleşimci vardı. Bunların çoğu mahalle düzeyinde örgütlüydü ancak 1981’de kurulan Kentsel Halk Hareketinin Ulusal Koordinasyon Komitesi (CONAMUP) vasıtasıyla MUP’un ulusal düzeyde de etkinliği oldukça arttı. 1985 Mexico City Depremi 19 Eylül 1985’te, 8,1 şiddetindeki deprem, Mexico City’yi işte bu koşullarda vurdu. Hastaneler, okullar ve oteller dahil 3 bin bina yıkılmış, 100 bin bina ağır hasar görmüş, tarihî kent merkezi yerle bir olmuştu. Resmî rakamlara göre 5 bin, tahminlere göre ise 20 ila 30 bin arasında insanın hayatını kaybettiği depremde, yıkımın boyutları çürük binaların, rant temelli yapılaşmanın ve denetimsizliğin sonuçlarına işaret ediyordu. Merkezî hükümetin hazırlıksızlığı, afet sonrası müdahalede ve krizi yönetmedeki yetersizliği ortaydı. Dahası, Meksikalılar depremin ardından hükümetin ve ordunun yanlarında değil karşılarında olduğunu gördüler, tıpkı 2 Ekim’de, Tlatelolco’da olduğu gibi. 1968’te, halkı savunması gereken ordu, silahını halkın kendisine yöneltmişti. 1985’te ise enkaza anında müdahale etmesi ve arama kurtarma çalışmalarına katılması beklenirken, ordu sahaya geç sürüldü ve işlevsiz kaldı. Enkaz altında kalan yaklaşık 4 bin kişi günlerce kurtarılmayı beklemiş, gönüllülerin çabası yetersiz kaldığı ve devlet başkanı uluslararası yardımları reddettiği için çoğu ölüme terk edilmişti. Nothing, Nobody: The Voices Of the Mexico City Earthquake kitabında depremzedelerin tanıklıklarına yer veren Elena Poniatowska’nın aktardıklarına göre, askerler sahaya arama kurtarma çalışmalarında kullanılacak ekipman yerine taramalı tüfekle gelmişti. Çünkü ordunun sahadaki esas işlevi, insan kurtarmak değil gönüllülerin enkaza müdahale etmesini ve dükkânların yağmalanmasını önlemekti. Üstelik birçok depremzede, insanları enkaza yaklaştırmayan askerlerin yıkıntıların arasından değerli eşyaları çalışına bizzat tanıklık etmişti. 1985 Depremi, Tlatelolco Katliamı’nın ardından bir kez daha toplumsal mücadele açısından önemli bir kırılma noktası oldu. Üstelik bu kez, baskı altında olmasına rağmen örgütlü bir halk vardı. Solnit’in “felakette ortaya çıkan olağanüstü topluluk” dediği, aslında bundan başka bir şey değildi. Depremin ardından CONAMUP, dayanışma ağlarının kurulmasında ve depremzedelerin konut hakkını savunmada en etkin örgütlerden biri olarak öne çıktı. CONAMUP’un deneyimleri, bu süreçte kolektif bir dil oluşmasında, ortak bir kimlik inşa edilmesinde, büyük protesto gösteri düzenlenmesinde ve hükümetle müzakere edilirken birlikte hareket edilmesinde önemli rol oynadı. Deprem oldu diye insanlar bir günde değişmemiş, “depremde ortaya çıkan insanlık” sayesinde bir anda yeni bir sivil toplum doğmamıştı. Afetin ardından yükselen toplumsal mücadele, kökleri 1968’e dayanan, uzun soluklu, zorlu ve örgütlü bir direnişin ürünüydü. Depremde evlerini kaybeden insanların barınma hakkı talebiyle örgütlenmesi, Damnificados (Afetzedeler) Hareketi’ni ortaya çıkardı. Tabandan yerel grupların bir araya gelerek evsiz ve işsiz kalanların ihtiyaçlarını karşılamak için dayanışma ağları kurmasıyla bir ay içerisinde Afetzedelerin Birleşik Koordinasyon Komitesi (Coordinadora Única de Damnificados/CUD) oluşturuldu. Aynı yıl, 800’den fazla atölyenin yıkıldığı, 1600’den fazla kadın işçinin hayatını kaybettiği ve 40 bin ila 70 bin arası işçinin işsiz kaldığı bir tekstil bölgesi San Antonio Abad’da 19 Eylül Konfeksiyon İşçileri Sendikası kuruldu. Meksika’nın yakın tarihinde kadınların kurduğu ilk bağımsız sendika olan 19 Eylül Sendikası, aynı zamanda son on yıldır CTM’den özerk olarak kurulan ilk sendikaydı. Meksika’nın demokratikleşme sürecinde atılan önemli adımlardan biri de 1987’de, konut hakkı mücadelesi için kurulan Mahalle Meclisi (Asamblea de Barrios) adlı koalisyondu. Mexico City’li 50 bin depremzede ailenin örgütlendiği bu oluşumun temel amacı, hem hükümetin depremzedelere yeni konutlar yapması için baskı oluşturmak hem de ülkenin demokratikleşmesi için 1988 seçimlerinde kampanya yürütmekti. Gerek CONAMUP ve CUD gerekse de Asamblea’nın çabalarıyla hükümetin evleri yıkılan depremzedeler için prefabrik konutlar yapması ve 45 bin konutluk bir proje başlatması, 1500’den fazla haksız tahliyenin önüne geçilmesi ve 12 binden fazla depremzede ailenin konut ya da arsa alabilmek için düşük faizli kredi çekmesi mümkün oldu. Bu hareket sayesinde Meksika, bugün afete karşı dirençli toplum oluşturma sürecinde örnek ülkelerden biri olarak öne çıkıyor. İronik bir şekilde, Mexico City, başka 19 Eylül Depremleri de yaşadı. 19 Eylül 2017’deki 7,1’lik depremde 370 kişi hayatını kaybederken, 19 Eylül 2022’deki 7,6’lık depremde deprem kaynaklı can kaybı olmadı. Mexico City, örgütlü toplumun hayat kurtardığını gösteren en önemli örneklerden biriydi. 1999 Marmara Depremi ve Sivil Toplumun Tecridi Meksika deneyiminin ışığında Türkiye’ye baktığımız zaman, 1999 Marmara Depremi sonrasında binbir emekle kurulan dayanışma ve işbirliği topluluklarının devlet tarafından nasıl tecrit edildiğini hatırlamamak elde değil. 17 Ağustos, Türkiye’de sınıf mücadelesi açısından Mexico City Depremi’ndeki gibi bir milat oluşturabilseydi 6 Şubat’ı depreme daha hazırlıklı bir toplum, daha sağlam binalar ve daha az riskle karşılayabilirdik. 1999 Marmara Depremi’nin ardından kurulan depremzede dernekleri, aslında Meksika’dakine benzer bir öz örgütlenme sürecinin ürünüydü. Sivil toplum alanında çalışan ve 1999’daki süreçte önemli deneyimleri olan Cengiz Çiftçi, depremzede derneklerinin bu açıdan Türkiye’de çok özgün bir yere sahip olduğunu vurguluyor. Konuyla ilgili olarak görüşlerine başvurduğum Çiftçi, söz konusu derneklerin “bir yandan demokratik kitle hareketi sönümlenirken diğer yandan neoliberal politikaların getirdiği örgütsüzleşme döneminde sesini duyurmaya çalışan farklı politik ve kültürel kökenlerden insanları bir araya getirmeyi başardığını” belirtiyor. Öz örgütlenme açısından özel bir yere sahip olan Afete Karşı Sivil Koordinasyon (ASK), Çiftçi’nin dikkat çektiği örneklerden. Sivil toplum kuruluşları, kamu kurumları ve halkın ihtiyaçları arasında koordinasyon sağlamak için kurulan ASK, depremzedeler için bazı rehabilitasyon çalışmaları yapmaya çalışmışsa da bunlar çok sınırlı kalmış. Psikososyal süreçler açısından özellikle kadın kooperatiflerinin daha etkin olduğu görülüyor. Bunun yanı sıra, gönüllülere eğitim veren Mahalle Afet Gönüllüleri (MAG), özellikle mahalle düzeyinde örgütlenme açısından öne çıkıyor. Sosyal Kültürel Yaşamı Destekleme Derneği (SKYGD) ve Ulaşılabilir Yaşam Derneği (UYD) gibi yerel kalkınma odaklı örgütler de Çiftçi’nin işaret ettiği örnekler arasında. Depremde engelli hale gelen vatandaşların rehabilitasyonu için çalışmalar yapan UYD, daha sonra tüm engellilere yönelik konut ve rehabilitasyon merkezleri yapmak için projeler yürütmüş. Diğer yandan Çiftçi’ye göre, derneklerin taban örgütü olarak ortaya çıktığı ilk dönem ile politik olarak dönüştükleri dönemi birbirinden ayırmak gerek. Zaman içerisinde birlikte hareket etme yeteneklerini kaybeden derneklerden bir bölümü sadece yerelde toplu konut yapımı ile ilgilenir hale gelmiş, bazıları zamanla deprem ve depremzedelerle ilişkisini tamamen kaybetmiş durumda. Bu süreçte kurulan yüzlerce STK ile sivil toplumun canlanması, yeni bir tarihsel dönemin işareti olarak görülmüş, özellikle Arama ve Kurtarma Derneği (AKUT) gibi ilgi çeken örgütler basında “büyük bir toplumsal değişimin habercisi” olarak karşılanmıştı. Çağlar Akgüngör’ün belirttiği gibi, depremde “Marmara’nın değil sistemin çöktüğü” ve “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” en sık tekrarlanan söylemler arasındaydı. Sivil toplum örgütleri, demokratikleşmeyi sağlayacak en önemli toplumsal aktör olarak öne çıkıyordu. Bugünden geriye baktığımızda depreme karşı dirençli bir toplum oluşturma ve demokratikleşme süreçlerinde atılan her adımın büyük bir geri tepişle karşılaştığını görüyoruz. Gezi davasında 18 yıl hapse mahkûm edilen ve hâlâ cezaevinde bulunan mimar Mücella Yapıcı, “1999 depreminden hemen sonra bütün meslek ve bilim insanları tarafından önerilen ‘ucuz ve hızlı güçlendirme planları ve tekniklerin’ hızla rafa kaldırıldığını, TOKİ’nin çıkarılan yeni kanunlarla kamunun bütün arsa stoklarına sahip olduğunu ve bu alanları yeni müteahhitlerin ‘kâr projelerine’ açtığını” belirtiyor. Bu süreçte meslek odalarının tüm denetim yetkilerinin ellerinden alınmaya çalışıldığını vurgulayan Yapıcı, düşman ve vatan haini ilan edildiklerini, baroların parçalandığını ve hukukun bu yeni anlayışa uygun olarak dönüştürüldüğünü söylüyor. Buna rağmen TMMOB, TTB, sendikalar, barolar ve meslek örgütlerinin daha büyük bir inat ve çabayla mücadeleye devam ettiğini görüyoruz. 1999’dan bu yana her şeye rağmen sivil toplum örgütlerinden bazıları, depremzedelerin ihtiyaçlarının giderilmesi ve hayatlarına dönmeleri için dayanışmayı sürdürmenin yanı sıra, hasar tespit raporlarının takibinden konut hakkına kadar birçok alanda mücadele verdiler. Düzce Depremi’nde evleri yıkılan kiracı depremzedelerin yürüyerek gittikleri Ankara’da, Abdi İpekçi Parkı’nda 176 gün boyunca nöbet tutarak kazandıkları hukuk mücadelesi, sürecin önemli kazanımlarındandı. 6 Şubat depremlerinin ardından, Yapıcı’nın ifadesiyle “akla, bilime ve çevreye, insana uygun, sağlıklı bir yeniden yapılanma için” yürütülen bu mücadelenin ne kadar hayati olduğu bir kez daha anlaşıldı. Bülent Batuman’ın belirttiği gibi, bugün, 1999 Depremi ile karşılaştırıldığında, “meslek kuruluşlarının ve sivil toplum örgütlerinin hem acil müdahale becerilerini hem de halkla örgütlenme kapasitelerini ciddi biçimde artırdığını görmek mümkün.” Ancak Meksika’daki gibi, ülkeyi aşağıdan yukarıya demokratikleştirecek bir kentsel toplumsal hareketin inşa edilebilmesi için daha geniş ölçekli örgütlenme kapasiteleri geliştirmek gerekiyor. Böyle bir mücadelenin de dünden bugüne ülkeyi değiştirmeyeceği ve toplumsal dönüşüm süreçlerinin zaman alacağı, yine Meksika örneğinde açıkça görülüyor. Gabriel García Márquez, 1982’deki Nobel konuşmasında şöyle demişti: “Baskıya, yağmaya ve terk edilmişliğe karşı, yanıtımız yaşamdır. Ne tufanlar, ne salgınlar, ne açlıklar, ne felaketler, ne de yüzyıllar boyu birbirini izleyen sonu gelmez savaşlar, yaşamın ölüm karşısındaki dayanıklı üstünlüğünü kırmayı başarabildi.” Felaketlere karşı dayanıklı bir üstünlük kurabilmek ve yaşamdan yana durabilmek için örgütlü bir mücadele yürütmekten başka seçeneğimiz yok. Bugün bu ihtiyaç, belki de hiçbir zaman olmadığı kadar acil bir şekilde karşımızda duruyor. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Örgütlü Mücadele Yaşatır: Meksika’dan Türkiye’ye Deprem ve Sivil Toplum

Mart 18, 2023

·

Makale

Akbaba kredileri ve mekanın finansallaşması

Dr. Ahmet Suvar Aslan Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Başlığımız ‘akbaba kredileri’ olsa da oraya gelebilmek için konut üzerinden kısa bir konut politikası ve İpotekli Konut Kredileri (İKK) üzerinden konut ekonomisi literatürüne bakmak istiyorum. Böylece konut politikasına ve bunun yapılı çevremize etkisine ilişkin daha derin bir algılayışımız mümkün olabilecek. Konut, her yurttaş için temel bir hak ve ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın nasıl karşılandığı, bunun için hangi politikaların izlendiği, bizlerin depreme dirençli kentlerde yaşayıp yaşamadığımızdan, barınma krizinin hangi boyutta hissedildiğine kadar değişen boyutlarda sonuçları olmaktadır. Bizler için bir yuva anlamına gelen konutun nasıl, hangi koşullarda inşa edileceği ülkemizde kamunun her alanında dahil olduğu bir süreçtir. Bu katmanlı süreçte yasal çerçevenin oluşturulmasında (imar planlarının yapımından, mimari projenin çizimine, yapının inşa sürecindeki denetlenmesine ve sonunda iskan izni alınmasına) devletin rolü büyüktür ayrıca da devlet Toplu Konut İdaresi (TOKİ) aracılığıyla konut üretilebilmektedir. Yaşadığımız yapılı çevrenin belirlenmesinde hukuksal yapıyı tasarlayan, işleten devlet; konut üretiminde de yer alarak alanın en büyük oyuncusu olabilmektedir. Düzenleyen ve uygulayan olarak oyunun iki ayrı alanında da söz sahibi olan devletin rolü, kentlerimizde başattır. Devlet sadece yapılı çevrenin üretimi ile doğrudan ilişki olan yasal düzenlemeleri değil; aynı zamanda bu çevrenin oluşması için gereken finansmanın sağlanması için de gerekli yasal düzenlemeleri yapmaktadır. Bu yasal düzenlemelerden biri olan 2007 tarihli “Konut Finansmanı Sistemine İlişkin Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile halk arasında ‘mortgage’ olarak bilinen İKK kullanımına ilişkin yasal çerçeve oluşturuldu. Yasadan önce de konut alımlarında banka kredileri kullanılabiliyorken yasa ile bu kredilerin vadeleri artırıldı, ama en büyük değişiklik bu yapıların değerleme aşamasındaki sürecin bir standarda, uzmanlaşmaya oturtulması oldu. Böylece İKK kullanılacak konutlar için evlerin uzmanlar tarafından değerlemesi zorunluluğu, sistemdeki hatalı değerlemeleri ekarte edebilecekti. Ancak İKK sistemimiz örnek aldığımız küresel kuzey ülkelerindeki gibi 30 yıla varan vadelerle konut sahibi olmamızı yine de sağlayamadı. Bunun en temel nedeni ülkemizdeki enflasyon oranının tek haneli olduğu yıllarda dahi küresel kuzey ülkelerindekinden birkaç misli fazla olmasıydı. Dolayısıyla ülkemizde 30 yıl yerine 10 yıllık İKK’lar bir standart oldu. Bazı özel projelerde elbette 15 yıllık kullanımlar da yapıldı. İKK’ların yoğun olarak kullanılmasının kentsel mekan için birden fazla anlamı vardır. Bu metinde mortgage kullanımının mekanda sebep olduğu iki değişime özet olarak değinilecektir. İlk olarak kredileri kimlerin kullanabildiği, kimlerin alanın dışarıda bırakıldığı üzerinden mevcutta olan eşitsizliklere eklenen yeni katman kısaca tartışılacak. Daha sonra ise İKK’lar yolu ile oluşan mekanın finansallaşmasının yol açtığı mekan algısının değişimi üzerine konuşulacaktır. İKK’ları kimler kullanabiliyor? Her toplumsal tabakadan insan başvuru yaptığında bu krediyi alabiliyor mu? Ülkemizdeki konut fiyatlarının yaşadığı hızlı yükselişi düşündüğümüzde bu sorunun cevabı daha da önemli hale gelmektedir. Veri ile söyleyeceğimi baştan söylemek isterim: Her isteyen mortgage alamaz. Kredinin geri ödenebileceğine krediyi veren kuruluşun ikna olabilmesi gerekiyor. İlk başta oldukça rasyonel, akılcı gibi gelen bir politikadan bahsediyoruz. Lakin konut fiyatlarındaki aşırı değerlenmeyi hesaba kattığınızda bu politikanın dışarıda bıraktığı milyonların konut pazarından tamamen dışlandıklarını, dahil olanların da kentsel rant ile varlıklarının hızla değerlendiğini göreceğiz. Emlak portalı sahibinden.com verilerine göre İstanbul’da ortalama daire fiyatı 4 yıl önce 404 bin 553 lira iken bu bedel şu anda 3 milyon 154 bin 284 lira olmuştur. Bugün konut sahibi olabilmek sadece yoksullar için değil orta sınıf için de imkansıza yaklaşmaktadır. Peki bu konuya ilişkin yapılmış literatür kimlerin mortgage kullanabildiğini söylüyor? İstanbul’da İKK kullanabilen kişilerin ortalama geliri asgari 2015 itibariyle asgari ücretin yaklaşık 6,3 misliydi (Aslan, 2019). Bu durum İKK’lara erişimi olan toplumsal tabakaların alt ve alt-orta sınıfı büyük oranda kapsamadığını göstermektedir. Aynı zamanda İstanbul’da İKK kullananların %72’si 25-44 yaş aralığında ve %58’i özel sektörde çalışmaktadır (Aslan, 2019). Bu veriler İKK’ların hedef kitlesinin genç orta, orta-üst sınıf beyaz yakalılar olduğunu göstermektedir. Bu toplumsal tabaka İKK’ların toplumsallaşmasının bir adımı olmasının yanında, halkın büyük çoğunluğunun kent mekanında mülk sahibi olmakla elde edilen sözleşmenin dışında kaldığını da göstermektedir. İKK’lar konut edinmeyi kolaylaştıran ve böylece konut sahipliği arttırma iddiasında olan bir yapı olarak karşımıza çıktı. Lakin veriler bu durumun aksini söylemiştir. Aslan’ın (2021) gösterdiği üzere İKK ile konut edinme oranı (2007’de %1,7’ken 2019’da %8,4’e yükselmiş) yıllar içinde artarken aynı tarih aralığında ülkedeki konut sahipliği oranı (%60,8’ken 2019’da %58,8’e) düşmüştür. Mekanın finansallaşmasından bahsediyorsak mutlaka İKK’lardan bahsediyor olmamız gerekiyor. Gotham (2009) için ipoteğe dayalı menkul kıymetler (mortgage backed securities) mekanın finansallaşması için kilit roldedir. Türkiye’de bu menkul kıymetlerin pazarı küresel kuzey ülkelerinin yanında çok az kalıyor olsa bile, yine de böyle bir pazar vardır. Temelde konut, mekana sabit bir varlıktır, likit değildir. Mekanın finansallaşmasından bahsettiğimizde ise, aslında konutun likit bir varlık gibi işlem görmesinden bahsediyoruz. Bu likitleşmeyi sağlayan ise İKK’lardır. Bu krediler vasıtasıyla konuta olan yaklaşımımız bireysel ölçekte de değişmeye başladı. Evvela yukarıda söylediğim gibi bu kredileri herkesin alamadığını unutmamak gerekiyor. Ana odak grup, beyaz yakalı, genç veya orta yaşlı bir kullanıcı grubudur. Bu grubun finansal okur yazarlığının ise Türkiye ortalamasının üzerinde olduğunu iddia etmek hatalı olmaz. Artan finansal okuryazarlık ile konuta bakışın değişim değerine kayması arasında bir bağlantı olduğunu öne sürmek de gayet mümkün. Türkiye’de konutun kullanım değerinin önemini hızla yitirmesi ile İKK düzenlemesi arasında bir bağlantı bu noktada belirginleşiyor. Bu iki süreç illa birlikte işlemek zorunda değil, fakat birbirlerini besleyerek konutta değişim değerinin öne çıkmasına sebep olan ana unsurlar olarak göze çarpıyor. Bugünün Türkiye’sinde konut sahipliği oranları düşerken ev sahipleri, sahip oldukları mülkü her zaman olduğundan daha fazla bir borsa kağıdı gibi, fiyatı artan veya düşen meta olarak görmekteler. İşte bu noktada akbaba kredilerini tartışmaya başlayabiliriz. Çünkü krediler, kentsel mekanın değişiminde önemli role sahipken, elindeki mülkü borsa kağıdı gibi değerlendirmeye çalışan ev sahipleri için de iki ucu keskin bıçak gibi işlev görebilmektedirler. ‘Predatory lending’ Türkçeleştirilirken talancı krediler, yağmacı krediler veya akbaba kredileri olarak çevrilmektedir. Bu yazıda akbaba kredileri olarak kullanılması tercih edilmiştir. Akbaba kredisinden bahsedildiğinde ise genel olarak eşik altı konut kredisi (subprime mortgage) algılanmaktadır. Kredi puanı kötü, düşük olan hanelerin daha yüksek kredi faizi ile kullandıkları konut kredilerine, eşik altı konut kredisi denmektedir. Bu piyasanın oluşabilmesi ise kredi veren finansal kuruluşların kullanmaya başladığı puanlama sistemi ile oluşturulan kredi notu üzerinden mümkün olabilmektedir. Kredi notu, borç verenlerin (genellikle kredi kurumları aracılığıyla) hane halklarının sosyal özelliklerini haritalamasına olanak tanır ve bunları finansal özellikler ve geçmiş finansal davranışlarla ilişkilendirir. Böylelikle ipotek kredisi verenler, bir borçlunun temerrüde düşme riskini tahmin etmeye çalışır ve eşik altı konut kredisi piyasası en temelde alım gücü sınırlı olan hanelere yüksek faizle verilen ipotekli konut kredisi işlevini üstlenir. 2007’de başlayan küresel finansal krizin temelinde yatan da bu eşik altı konut kredilerinin yarattığı geri ödeme sorunu idi. Akbaba kredileri ve mekanın finansallaşmasını tartışmaya çalıştığım bu yazının ancak son bölümünde akbaba kredilerine gelebildik. Sıradaki yazıda, akbaba kredilerini 6 Şubat 2023’te yaşanan iki büyük depremin yol açtığı yıkımla birlikte değerlendireceğiz. Aslan, A.S. (2019) “Barınma Problemine Çözüm Olarak Sunulan İpotekli Konut Kredilerine Erişilebilirliğin Değerlendirilmesi”, Megaron, 14. Aslan, A.S. (2021) Financialization of Housing and Mortgage Debt Repayment Strategies of Households in Turkey, Journal of Faculty of Architecture, 38 (2) Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Akbaba kredileri ve mekanın finansallaşması

Mart 11, 2023

·

Makale

Bir Sene Daha

Dr. Mert Arslanalp Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde AKP’nin meclis çoğunluğunu alarak iktidara gelip, Acil Eylem Planı çerçevesinde konut seferberliğini açıklamasının ardından 20 yıldan fazla zaman geçti. Konut seferberliği ve planlı kentleşme hedefiyle 58. hükümet ve ardından gelen AKP hükümetleri kamunun konut üretiminde rolünü arttırmayı ve özel sektörü kamu destek ve regülasyonlarıyla teşvik etmek suretiyle depreme dayanıklı ve planlı kentler yaratmayı, dar gelirlilerin ucuz ve güvenli konuta erişimini arttırarak barınma sorununu ve bu sorunun tezahürü olan gecekondulaşmayı çözmeyi ve bu hedeflere ulaşırken ekonomik büyümeyi ve istihdamı arttırmayı vadediyordu. Peki 20 yılın ardından ülkenin dört bir yanı şantiye dönmüş, milyonlarca konut üretilip, ülke kaynaklarının ciddi bir kısmı inşaat sektörüne aktarılmışken bu vaatlerin neresindeyiz? Henüz resmiyete dökülmemiş olsa da yıkılan binlerce binanın enkazında can vermiş muhtemelen yüz bine yakın insan, daha fazla yaralı, neredeyse haritadan silinmiş mahalleler, kentler. Bir diğer deprem bölgesi olan İstanbul ve çevresinde riskli yüz binlerce bina, yıllar içerisinde imar hakkı verilerek yapılaşmış yüzlerce toplanma alanı, yine bir deprem anında son derece işlevsel olacak kent içindeki askeri arazileri üzerinde tek tek yükselen lüks konut siteleri; 2018 yılından beri defalarca uzatılan imar barışıyla yasallaştırılan riskli veya planları ihlal eden varsıl ve yoksul kesimlerin evleri, binaları. Depreme hazırlık es geçildi de vadedildiği gibi barınma sorunu çözüldü mü? Bunun da cevabı koca bir hayır. Dar gelirlileri kira öder gibi konut sahibi yapacağız diye çıkılan bu yolun sonunda orta sınıfın kirasını ödeyemediği, bir yılda ikiye katlanan kiralardan dolayı devletin mevcut kiracılar için kira artışını yüzde 25 ile sınırlandırmak zorunda kaldığı ama son kertede güvenli işi ve asgari ücretin birkaç katı maaşı olanların bile bugüne kadar yaşadıkları mahallelerde eve çıkamayıp taşınmak zorunda kaldığı bir emlak piyasası. Aynı dönemde ev sahiplik oranının yükselmek yerine düştüğü ama bir yandan tam anlamıyla finansallamış küresel bir yatırım aracına dönüşen yüz binlerce lüks konutun boş durduğu kentler. Mesele sayısal bir büyüme ise inşaatın ekonomik büyümede ve istihdam artışında oynadığı söze diyecek bir şey yok. Peki nasıl bir büyüme nasıl bir istihdam yapısı? Emeğin milli gelirden aldığı payın her yıl düştüğü, çevresel yıkıma yol açan bir büyüme modeli. Kim peki bu binlerce cana malolmuş başarısızlığın sorumlusu? Türkiye’yi başkanlık sistemi adı altında yöneten sorumsuzluk rejiminin açıklamalarına göre kentsel dönüşüme itiraz edenler: İktidarın yürüttüğü kentsel dönüşüm modelinin yoksulları yerinden ettiği/edeceği, borçlandıracağı, gündelik hayatlarında önem teşkil eden sosyal ağları ve ilişkileri parçalayacağı, mekansal ayrışmayı derinleştireceği için itiraz edenler; kentsel dönüşümün deprem riskinin fazla olduğu yerlerde değil rant imkanın fazla olduğu yerlerde uygulanmaya çalışıldığını, dönüşümün birincil amacının sermaye birikimi ve transferi olduğunu, mega projeler yerine depreme hazırlığın öncelik taşıması gerektiğini söyleyenler; kapsayıcı ve adil bir dönüşümün yerelin katılımıyla mümkün olduğunu vurgulayanlar; tamamen mülk sahibi müteahhit pazarlığına bırakılacak bina/ada bazlı dönüşümün yapı yoğunluğunu ve yüksekliğini arttıracağını, plansız, denetimsiz ve kaliteli olmayan bir konut stoğu üreteceğini ya da emlak değerinin çok yüksek olduğu yerlerde gerçekleşeceğini dolayısıyla depreme dayanıklı kentler yaratmayacağını söyleyenler; yapı denetiminde meslek odalarının rolünü savunanlar… Oysa cezai sorumluluk ancak adil yargılanma süreci sonucunda belirlenebilecek olsa da siyasi sorumluluğu saptamak için kerteriz alabileceğimiz basit bir ilke var. Yetki kimdeyse sorumluluk ondadır. Söz konusu kentsel dönüşüm olduğunda bu ilke sadece hükümetin ülkeyi kesintisiz 21 yıl meclis çoğunluğuna sahip olarak yönetmekten gelen genel sorumluluğunu değil kentsel dönüşümü hayata geçirmek için merkezde topladığı muazzam yetki ve kaynakların sonucu taşıdığı sorumluluğa işaret ediyor. Bu merkezileşme sürecinin ilk etabı Başbakanlığa doğrudan bağlı bir kamu idaresi olan Toplu Konut İdaresi'nin (TOKİ) bir dizi yasayla (bkz. 4966, 5162, 5273, 5582, 5609 sayılı kanunlar) yeniden yapılandırılmasıydı. AKP’nin ilk döneminde geçen bu yasalarla TOKİ’nin arazi stoğu on katına çıkmış, esas görevi dar gelirliler için erişilebilir konut sağlamak olan TOKİ özel sektörler birlikte üst sınıflara yönelik gelir paylaşımlı-kar amaçlı konut projesi üretme hakkına sahip olmuş, çeşitli alanlarda kentsel dönüşüm projesi yapma ve bu projeler içinn gerekli planlama yetkilerini elde etmiştir. Emlak piyasalarında hem arsa sahibi hem düzenleyici kurum hem de konut üreticisi olan TOKİ aynı zamanda mortgage piyasasında aktör haline gelmiş ve finansal kurumlara ortak olma imkanını kazanmıştır. TOKİ’nin açtığı kamu ihaleleri ise Sayıştay denetiminin dışına çıkarılmıştır. Kısacası, imar ve planlama mevzuatını birçok şehir plancısının vurguladığı üzerini delik deşik ederek istisnai bir planlama alanı yaratan, yerel yönetimleri isterse devre dışı bırakabilen merkeziyetçi, denetimsiz ve otoriter bir karar alma süreci başkanlık sistemine geçişten en az 10 yıl önce kentsel planlama alanında hayata geçmişti. Gerekçe on yıl sonra ülkenin tüm yönetim sistemini benzer yönde değiştirirken kullanılanla benzerdi. Depreme hazırlık gibi acil meseleler için hızlı ve efektif bir yapıya ihtiyaç vardı. TOKİ’de toplanan yetkiler iktidarın kentsel dönüşüm modelini hayat geçirmek için yeterli olmadı ki 2011’de ikinci bir merkezileşme hamlesi yapıldı. Üçüncü köprü, yeni havalimanı, Kanal İstanbul gibi İstanbul’un kuzeyinde ormanların olduğu bölgenin imara açmaya yönelik “çılgın” mega projelerin AKP’nin seçim kampanyasının merkezine oturduğu Haziran 2011 seçimlerinin ardından Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kuruldu, Bakanlığaı eski TOKİ başkanı ve Erdoğan’ın belediye yıllarından beri sağ kolu Erdoğan Bayraktar getirildi. Ekim 2011’de gerçekleşen Van Depremi’nin ardından 2012 yılında depreme karşı dayanıklı kentler yaratma gerekçesiyle meclisten geçen 6306 sayılı Afet Yasasıyla yeni olağanüstü yetkiler merkezde toplandı, mevcut planlama mevzuatının dışına alınacak istisnai bir yasal çerçeve oluşturuldu. Bakanlar Kuruluna riskli alan ilan etme yetkisi verildi, risk alan ve binaların dönüştürülmesi sürecinde Şehircilik Bakanlığı her türlü planlama ve uygulama yetkisine kavuştu. Bunun yanı sıra yasa, bir önceki dönemde TOKİ’nin başlattığı projelere gelen tepki karşısında, müteahhitlerle mülk sahiplerini doğrudan anlaşarak bina ve ada bazlı dönüşüm faaliyetlerini de teşvik etmekte olup, bu proje alanlarında projelere itiraz edebilecek azınlığın mahkemeler yoluyla itiraz etme kanallarını da sınırlandırmaya çalıştı. 2/3 çoğunluğun olduğu binalarda mülk sahiplerinin bile hakları kısıtlandı. 2013 yılında yasanın hemen ardından konuştuğum bir Bakanlık yetkilisine bu yasal çerçevenin hak ihlallerine yol açabileceğini sorduğumda kendilerini kalp doktoruna benzetmişti. Nasıl ki hasta, doktorun bypass kararına itiraz etmiyorsa, vatandaşlar da canlarını kurtarmak için müdahale eden devlete itiraz etmemeliydi. Kısacası imar ve inşaat faaliyetlerinin önündeki her türlü engeli merkezileşme yoluyla aşmanın yasal altyapısı yaratıldı. Kentsel dönüşümün kurumsal çerçevesine dair bu kısa değerlendirme dönüşüm yetkisinin nerede olduğuna, dolayısıyla siyasi sorumluluğun kimde olduğuna dair şüphe bırakmıyor. AKP iktidarı her türlü yetkiyi elinde toplamasına rağmen ve bu yetkileri kullanarak milli servetin büyük bir kısmını inşaata aktarmasına rağmen vadettiği dönüşümü gerçekleştirememiştir. Bugün bir sene daha isteyen AKP yönetimi bugüne kadar yaptıklarından başka bir şey vadetmiyor. Yurttaşın sürece katıldığı, özerk kamusal bir denetimin olduğu, bilimin yol gösterdiği adil ve eşitlikçi bir model yok. Yaşanılan felaketin hesabını sorabilecek kurumsal bir mekanizma da yok. Bunun yerine hemen başlatılan ihaleler, seçimler öncesi semirtilip kampanya finanse ettirilecek müteahhitler, canlandırılmaya çalışılan Kanal İstanbul projesi var. Bu dönüşüm modeline itiraz eden İstanbul Şehir Plancıları Odası eski başkanı Tayfun Kahraman’ın, İstanbul Mimarlar Odası eski başkanı Mücella Yapıcı’nın ve Mimarlar Odası avukatı Can Atalay’ın tüm hukuk normlarını yerle yeksan eden bir yargılama süreciyle hapse atıldığı bir düzen var. Bizler içinse yurttaşların yönetenleri sorumlu tutabileceği bir rejimi kurmaktan başka çare yok… Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Bir Sene Daha

Mart 4, 2023

·

Makale

İstifa nedir? Neden edilir?

Türkiye'de halkın büyük çoğunluğunun son bir aydır beklediği; ancak asla duyamadığı, tribünlerde, sokaklarda, tweet'lerde ısrarla çağırdığı karşılığındaysa "neden?" sorusunu aldığı bir kavram; İstifa. 15 Şubat 2023: İskoçya Bölgesel Hükümeti Başbakanı Nicola Sturgeon, "siyasette hizmet etmenin bir parçasının da başkasına yol verme zamanının geldiğini bilmek olduğunu" belirterek istifa ettiğini açıkladı. 19 Ocak 2023: Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern "Ülkenize barış zamanında liderlik etmek bir şey, kriz sırasında onlara liderlik etmek başka bir şey. Artık bu işin hakkını verecek kadar yeterli değilim" ifadeleriyle ülkeyi yönetmek için gücünün kalmadığını belirterek istifa etti. 16 Ocak 2023: Almanya Savunma Bakanı Christine Lambrecht, askerî modernizasyonda yeterli ilerleme sağlanamadığı, Rusya'nın işgali nedeniyle Ukrayna'ya destek vermek konusunda çekimser davrandığı için eleştirilmesinin ardından istifa ettiğini duyurdu. 09 Kasım 2022: ABD'nin Florida eyaletinde etkili olan Ian Kasırgası sel ve yıkıma neden oldu, yaklaşık 1,9 milyon hane elektriksiz kaldı. Northport Belediye Başkanı Bobby Herndon kasırgadan yaklaşık 10 gün sonra istifasını duyurdu. 04 Kasım 2022: Almanya'da Rheinland-Pfalz eyaletinde bir önceki yıl meydana gelen ve 180'den fazla kişinin yaşamını yitirmesine yol açan şiddetli sel sırasında tatilde olan Eyalet Başbakanı Anne Spiegel, 'siyasi baskılar nedeniyle' istifa ettiğini açıkladı. Spiegel, "Bunu, büyük siyasi zorluklarla karşı karşıya olan ofise zarar gelmesini önlemek için yapıyorum." dedi. 07 Temmuz 2022: Birleşik Krallık Başbakan Boris Johnson, Covid-19 kurallarını ihlal etmek ve parlamentoda yalan söylemek suçlamalarının ardından istifasını sundu. Johnson'ın istifasından önce 50'den fazla bakan ‘vicdanen’ görevi yürütemeyeceklerini ifade ederek istifa etmişti. 08 Şubat 2022: Yunanistan Tarım Bakanı Spilios Livanos, ülkede yoğun kar yağışı nedeniyle ürünleri zarar gören çiftçilere tazminat önerdiği gün çekilen bir videoda bu konuya ilişkin yapılan şakaya güldüğünün ve "seçimi kazanmak için bu tazminatın ödendiğine" ilişkin bir konuşmanın ortaya çıkmasının ardından istifa etti. 4 Nisan 2021: Tayvan Ulaştırma Bakanı Lin Chia-lung, ülkenin doğusundaki Hualien bölgesinde bir trenin raydan çıkması sonucu en az 51 kişinin öldüğü kazayla ilgili olarak sorumluluğu üstlendiğini ve istifa ettiğini bildirdi. Bakanın istifası kabul edilmedi. 19 Şubat 2021: ABD'nin Teksas eyaletinde olumsuz hava koşulları nedeniyle günlerce elektrik ve suya erişemeyen vatandaşlara "Güçlü olan hayatta kalacak, zayıflar yok olacak" diye seslenen Colorado Belediye Başkanı Tim Boyd, gelen tepkilerin ardından istifa etti. 31 Ağustos 2018: Bulgaristan’da 17 kişinin ölümüne yol açan trafik kazasının ardından Ulaştırma Bakanı İvaylo Moskovski, Bölgesel Geliştirme Bakanı Nikolay Nankov ve İçişleri Bakanı Valentin Radev istifa etti. 03 Ağustos 2018: Yunanistan’da Vatandaşı Koruma Bakanı Nikos Toskas, en az 91 kişinin hayatını kaybettiği orman yangınları nedeniyle istifa etti. Toskas "Yaşanan doğal afet ve çok sayıda vatandaşın hayatını kaybetmesi görevime devam etme isteğimi bitirmiştir" dedi. 27 Nisan 2014: Güney Kore Başbakanı Chung Hong-won, bir feribotun batması sonucu 185 kişinin hayatını yitirmesinin ardından istifasını duyurdu. Kimi büyük doğa olaylarının ardından kimi görevini yerine getirememekten kimi kuralları ihlalden dünyada birçok devlet yetkilisi, 'bulunduğu makamın sorumluluğunu öyle ya da böyle yerine getiremediğinde' istifasını sundu. Peki ya bugün? Çağrı var, istifa yok Türkiye'nin en büyük ikinci depreminin ardından, onbinlerce –belki de yüzbinlerce– kişi yaşamını yitirdi. 11 ilin etkilendiği depremde başta Hatay Antakya ve Gaziantep Nurdağı olmak üzere onlarca ilçe yok oldu. Bazı illerde neredeyse 3 gün arama kurtarma çalışmaları başlamadı. Ekipler yetersiz kaldı. Enkaz altında kalan vatandaşlar günlerce kurtarılmayı bekledi. Kimi enkaz altında açlık, susuzluktan yaşamını yitirdi, bölgede artçı sarsıntılar günbegün devam ederken yeterli sayıda çadırın gitmediği il ve ilçelerde vatandaşlar evlerine sığındı. Soğuk havadan kaçan vatandaşlar artçılara yakalandı, enkazın altında kaldı. On binlerce bina çöktü, onlarca yol ve köprü yıkıldı, havalimanı ve hastaneler kullanılamaz hâle geldi. Konteyner evler hâlâ yapılmadı, elektrik ve doğal gazın çalışmadığı onlarca ilçe vardı, haftalar geçmesine rağmen ihtiyaç sahiplerine hâlâ çadırlar ulaştırılamadı. Öğrendik ki Kızılay, çadırlarını ve gıda malzemelerini Ahbap'a sattı. Kızılay Başkanı bu satışı “Ahlaki, akılcı, yasal” olarak tanımladı. Yağmalar yaşandı, hırsızlık yapıldı, çeteleşmeler oluştu. Tuvaletler korkunç durumdaydı, insanlar sokaklara ve enkazlara tuvaletlerini yaptı, köylere yardımlar ulaşmadı, insanlar aç, susuz, ve soğukta kaldı. Asayiş yoktu, koordinasyon yoktu, güven yoktu, devlet yoktu. Devlet öyle yoktu ki; sosyal medyadan yapılan yardım çağrıları saatlerce kesildi. Hem de eleştirilerin engellenmesi için kesildi. Tüm bu sürecin ardından, yaşanan onca zorluk, yapılan yüzlerce yanlışa rağmen 22 günlük süreçte her türlü yüz kızartıcı açıklama yapıldı, kimi zaman tehditler savruldu, kimi zaman hakaretler edildi; ancak beklenen o duyuru hiç gelmedi. Çizdiğimiz tablo gerçeği yüze vursa da bazılarının yüzüne değmedi. Öyle ki onlara göre, tüm bu ihmaller insan eliyle değil, doğa eliyle gerçekleşti. Nasıl mı? Öyle bir afetti ki; "Dünyada hiçbir ülke bu depremlerin altından kalkabilecek kabiliyette değildi" denildi. Daha sonra da bildiğimiz başlık etrafımızı sardı: "Asrın Felaketi." Öyle ki günlerce hem vatandaşların hem de siyasilerin yaptığı istifa çağrılarına kulaklar tıkandı. Bu öyle bir felaketti ki, koordinasyonsuzluk "Bizim hazırlığımız İstanbul depremiydi. Fakat Kahramanmaraş hattı da bizim için önemli alanlardan bir tanesiydi." ifadeleriyle açıklanmaya çalışıldı. Öğrencilerin okulları askıya alınırken maçların seyircisiz oynanması görüşüldü. İstifa çağrılarına "Spor alanlarını siyaset meydanına çevirmek isteyenler devletin ortaya koyduğu çabaya kulak versinler" cevabı verildi. Günlerce hatta haftalarca beklenen o açıklama yine de gelmedi. Bakanlar Kurulu’ndan tek bir istifa duyulmadı. TDK'nın "Kendi isteğiyle işten veya bir hizmetten ayrılma" olarak tanımladığı istifa, yüksek mevkideki kişilerin görevlerini yerine getirememesi durumunda; bu görevi yerine getirecek kişilere alan açmak için yapılması gereken, yürütülen kötü süreçlerin sorumluluğunu almak adına verilen bir karar. Bu noktada sorulması gereken soru ise, kim hangi sorumluluğu alıyor? Ne Cumhurbaşkanı, ne İçişleri Bakanı, ne Millî Savunma Bakanı, ne AFAD Müdürü, ne de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı yaşanan "Asrın Felaketi"nde kendilerine bir sorumluluk görmüyor. Çünkü bu, yapılan açıklamalara göre "sorumluluk dışı bir doğa olayı". Belediyelere geldiğimizde ise bakanlardan farklı bir durum görmediğimizi söylemeliyiz; zira bir belediye başkanı istifa sorularına "Şehir o kadar zor durumda ki bırakıp kaçmak olmaz. Ben istifa edeceksem, 10 belediye başkanı da etmeli" yanıtını veriyor. Halbuki "bu sistemin değişmesi gerektiğini savunan" ana muhalefet partisi üyesi belediye başkanından beklenen, tüm sorumluluğu kabul etmesi. Öte yandan, bunca zaman yapılması gereken güçlendirme çalışmaları, imar planının olmaması gereken bölgelere konut izni verilmemesi gibi depremden önce yapılacak onca şey varken "gerekeni yapmak" şu an akla geliyor. Türkiye'de siyasetin yaşadığı 20 yıllık değişim, yalnızca yönetim sisteminde olmadı. Devlete atanan yetkililerin bakış açıları da aynı sistem gibi değişti. Halka hizmet için, daima halkın refahını sağlamak için göreve getirilen kamu görevlileri; kendilerini bulundukları her görevin altında "lider" olarak konumlandırdı. Öyle bir liderlik ki bulunan konumun her türlü nimetlerinden faydalanılır; ancak gün hesap vermeye geldiğinde sorumlu daima dışarıda aranır. Halkın oylarıyla yönetime gelmiş bir iktidar, yine halkın haykırışlarını duymak yerine kulaklarını tıkayarak isyanı öcüleştirir. Yeri geldiğinde özür dilenmeden helallik istenir, bu da yalnızca belirli iller için geçerlidir. Halbuki helallik bir hakka girildiğinin göstergesi değil midir? Öyleyse, bu hakkın olması gerektiği şekilde teslim edilmesi için sorumluluk alınması gerekmez mi? Bu haykırışa cevap vermek yönetimin görevidir. Alınan rütbeyle birlikte gelen sorumlulukları yerine getirmek; en az o makama gelmek kadar önemlidir. Sorumluluğu kaldıramamak da son derece olağan bir durum; öyleyse de çekilmeyi bilmek gerekir. Unutmamak gerek; hep söylenir: İstifa da bir hizmettir.

İstifa nedir? Neden edilir?

Şubat 28, 2023

·

Makale

Depremin Birleştiremediği Ülke

Hediye Levent Türkiye’de 11 kenti ve 13 milyondan fazla insanı etkileyen Kahramanmaraş depremi Suriye’de de büyük yıkıma sebep oldu. Türkiye sınırındaki İdlip’ten Suriye’nin içlerine kadar uzanan deprem Halep, Hama, Humus ve sahil kenti Lazkiye’yi etkiledi. Ölü sayısının 5 bine yaklaştığı belirtiliyor ancak kesin rakamlara ulaşmak mümkün değil çünkü Suriye’de depremin etkilediği bölgeler 4 farklı tarafın kontrolünde. İdlip’i kontrol eden cihatçı yapılar, Türkiye’nin desteklediği silahlı grupların kontrolündeki kuzey, yine kuzeyde yer alan Amerika destekli Suriye Demokratik Güçleri ve son olarak Halep kent merkezinden Lazkiye ve güney sınırına kadar uzanan kentlerde Şam Hükümeti bulunuyor. Ülke içindeki bu yapı sebebiyle depreme müdahale edebilecek tek bir arama kurtarma ve yardım koordinasyon mekanizması olmadığı gibi taraflar sadece kendi bölgelerindeki ölü-yaralı ve hasarlı bina sayısını öne çıkarıyor. Uluslararası yardım kuruluşları ise, tarafların beyan ettiği ölü ve yaralı sayılarını toplayarak yıkımın yol açtığı manzarayı anlamaya çalışıyor. Depremle gelen ‘fırsat’! Kahramanmaraş depremi gerçekleştikten hemen sonra uluslararası haber ajanslarına Suriye’nin İdlip kentindeki yıkımın korkunç boyutlarda olduğunu gösteren haberler ve görüntüler düşmeye başladı. Ancak Türkiye ile Şam yönetimi arasında sıkışmış olan İdlip kentine Türkiye’den ulaşan yollar depremde hasar görmüştü. Şam ile İdlip’teki cihatçı yapılar ise hala savaş halinde. Bu sebeple kente arama-kurtarma ekiplerinin ve insani yardımların ulaştırılabilmesi için Birleşmiş Milletler devreye girdi. Kenti kontrol eden silahlı gruplar Türkiye’den yardım gönderilmesini isterken BM Suriye Özel Temsilcisi Şam’ı İdlip’e yardım gönderilmesi konusunda ikna etti. Bu çerçevede yardım ekipleri hazırlandı ve Şam’ın kontrolündeki bölgelerden İdlip’e geçmek üzere belirlenen noktaya ulaştı ancak kente girişleri iki kez cihatçı yapılar tarafından engellendi. Nihayet, BM’nin çabaları ile Türkiye üzerinden yardımların ulaştırılması konusunda yürütülen girişimlerin ardından İdlip’e depremden günler sonra insani yardım ulaşabildi. Peki İdlip’i kontrol eden gruplar Şam’ın yardımını neden istemedi? Bir süredir Türkiye’nin Suriye politikasının değişmeye başladığı ve Ankara’nın Şam ile köprüleri yeniden kurma niyetinde olduğu biliniyor. Bu yeni süreç İdlip’i kontrol eden silahlı yapıları öfkelendirirken Türkiye de İdlip’ten Türkiye’ye açılan sınırda sıkı güvenlik tedbirleri almaya başladı. Depremle birlikte BM’nin devreye girmesi bir süredir kapalı olan Türkiye-İdlip hattının kısmen de olsa açılmasını sağlamak için bir ‘fırsat’ olarak görüldü. Diğer taraftan Suriye genelinde en büyük yıkım İdlip’te meydana geldi. En az 3 bin kişinin enkaz altında kaldığı kentte depremin yanı sıra hava ve kara bombardımanları sebebiyle binaların temellerinin hasarlı olması da ölü sayısını arttırdı. 1 milyondan fazla insanın yaşadığı kentte çadır, ilaç, yiyecek gibi temel ihtiyaçlar hala güçlükle temin edilebiliyor. Devlet yok, STK’lar var! Şam’ın kontrolündeki bölgelerde de deprem sebebiyle hayatını kaybedenlerin sayısı bin 500’e yaklaştı. Şam’ın kontrolündeki Halep kent merkezi ve Lazkiye’nin Ceble ilçesi depremde en fazla yıkımın gerçekleştiği yerler oldu. Bu bölgelerde enkaz kaldırma çalışmaları sürerken sadece Halep’te en az 13 bin kişinin evsiz kaldığı belirtiliyor. Çok sayıda ağır hasarlı bina olduğu da belirtiliyor. Hatay Samandağ merkezli son depremde bu hasarlı binaların bir kısmı yıkıldı. Suriye’de depremin vurduğu kentlerde insanların 2 haftadan fazladır evlerine giremediği, sokaklarda yatıp kalktığı biliniyor. Sosyal medyada hızla yayılan ‘deprem olacak’ ya da ‘büyük deprem bekleniyor’ gibi söylentiler durumu daha da kötüleştiriyor. Bu arada 10 yıldan fazla süren savaşın ardından yaşanan deprem farklı kentler arasındaki dayanışmayı ortaya çıkardı. Farklı kentlerde yaşayan etnik, dini ve mezheplerden grupların birbirlerinin arama-kurtarma çalışmalarına katılmaları ve yardımlar göndermeleri bugünlerde Suriye’deki sosyal medyanın başlıca konularından biri. Halep Sanayi Odası da depremde evini kaybedenlere 1 yıllık kira bedeli kadar yardım yapacağını duyurdu. Küçük STK’ların çabalarına ek olarak Suriye’nin komşuları olan Irak ve Ürdün’den yakıt, ilaç, yiyecek gibi yardımlar gönderiliyor. Ayrıca Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi bölgenin önde gelen ülkeleri de Şam’ın kontrolündeki bölgelere insani yardımlarla dolu uçaklar göndermeye devam ediyor. Deprem değil yolsuzluk öldürdü! Depremin ardından Şam yönetimine yönelik eleştiriler iyice arttı. Depremzedeler ‘devletten yardım görmediklerini’ söylerken yine Suriye’de etkili olan sosyal medyada hükümete yönelik sert eleştirilere dair çok sayıda mesaj ve tartışma bulunuyor. Gazetecilerin de katıldığı bu tartışmalarda hükümet, ABD tarafından uygulanan yaptırımların arkasına sığınmakla suçlanıyor. Mesela, ülkenin önde gelen ekonomi yazarlarından Ziad Ghusun tarafından kaleme alınan yazıda, “Deprem önceden tahmin edilemez ve yaptırımlar hükümeti doğrudan etkiliyor ama bu durum sivil savunma güçlerini eğitmemeyi, bütün ihtiyaçlarını temin etmemeyi ve hazırlıksız olmayı haklı çıkaramaz” ifadelerine yer veriliyor. Sosyal medyadaki eleştirilerde öne çıkan sorulardan biri de “Tamam Halep savaş bölgesiydi, binalar zayıftı ve depremde yıkıldılar. Peki savaş görmemiş olan Ceble’deki yıkımın sebebi ne?” sorusu. Sorularımızı yanıtlayan Gazeteci Sarkis Kassarjian hükümetin bütün eleştirilere karşılık ABD tarafından uygulanan yaptırımların gerekçe olarak gösterildiğini söyledi. Kassarjian, “Halep’te ve Lazkiye’de sivil savunma ekipleri sahaya indi. Köpekleri yok. Yaptırımlarla köpeğin ne alakası var. Toplum içindeki dayanışma olmasaydı insanların hali perişandı. Devlet, hükümet, belediyeler yok. Ceble’de yıkılan binalar yeni yapılar. 2013-2014’te yapılan bina yıkılırken 1990’larda yapılanlar olduğu gibi duruyor. Düşünün artık yolsuzluğun nerelere ulaştığını. Devletin yaptığı binalar da yıkılmadı ama devlete yakın müteahhitlerin yaptığı binalar yıkıldı. Denetimsizlik, kimseden hesap sorulmaması öfkeye sebep oluyor” dedi. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Depremin Birleştiremediği Ülke

Şubat 25, 2023

·

Makale

Ukrayna için birlik olmak, barış ve adalet için birlik olmaktır

Ban Ki-moon & Juan Manuel Santos Rusya'nın Ukrayna'yı yasadışı işgali –tanınmış sınırlar içinde barış içinde yaşayan bağımsız, egemen bir devleti yok etmeye yönelik bariz bir girişim– içinde yaşamak istediğimiz dünya ve gelecekte uluslararası ilişkilerin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair derin soruları gündeme getirdi. Aradan geçen bir yılın ardından bu cevap arayışı daha acil bir hâle gelmiş durumda ve savaşa ister yakında ister uzakta olsun tüm ülkeleri içermekte. Egemenlik ve bağımsızlık gibi temel ilkelerin herhangi bir yerde savunulmaması, her yerde otokratik ve saldırgan rejimlere kapı açma riski taşımakta. Devletler arasındaki anlaşmazlıkların güç yerine müzakere yoluyla çözüldüğü bir dünyada yaşamak için, savaşın 1945 sonrası uluslararası düzene meydan okumasının, siyasi sistemi veya ittifakı ne olursa olsun her ülkeyi etkilediğini kabul etmeliyiz. Aslında, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi dünyanın rakip bloklara bölünmesi halinde bundan en çok zarar görecek olanlar daha küçük ve daha az güçlü ülkeler olacaktır. Birleşmiş Milletler'in eski bir genel sekreteri ve Kolombiya'nın eski bir devlet başkanı olarak Ukrayna'daki savaşa Avrupa ya da Batı perspektifinden bakmıyoruz. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski'nin daveti üzerine Ağustos 2022'de Kiev'i ziyaret ettiğimizde, bunu Nelson Mandela'nın bu gezegende barış, adalet, insan hakları ve sürdürülebilir bir geleceği savunmak üzere kurduğu bağımsız liderler grubu olan The Elders'ın üyeleri olarak yaptık. Elders olarak savaşları kazanmakla değil, sona erdirmekle ilgileniyoruz ve BM Şartı doğrultusunda adil ve sürdürülebilir bir barışa ulaşmak için gelecekteki diyaloglara hazırlanmaya başlamak için hiçbir zaman çok erken olmadığına inanıyoruz. Bu korkunç savaşa ve sonuçlarına küresel bir mercekten bakıyoruz. Tahıl arzının çökmesi ve enerji fiyatlarının yükselmesi nedeniyle enflasyon ve yoksulluk yaşayan ülkeler için uluslararası normları savunmanın ve Rusya'yı sorumlu tutmanın, milyonlarca savunmasız insanı tehdit eden gıda güvenliği krizinden daha az acil konular olduğunu anlıyoruz. Benzer şekilde, jeopolitik güç dinamiklerinin daha az öngörülebilir hale geldiği bir dönemde, bazı ülkelerin neden siyasi ve ekonomik çıkarlarını gelecekteki güvenlik ve refahlarını korumaya yardımcı olacağına inandıkları şekillerde dengelemeye çalıştıklarını anlıyoruz. Afrika, Asya ve Latin Amerika'daki pek çok ülke için, zengin ülkelerin COVID-19 salgını sırasında aşıları adil bir şekilde dağıtmadaki başarısızlığı ya da iklim kriziyle mücadele için uzun süredir vaat edilen fonları sağlamadaki başarısızlığı göz önüne alındığında, Batı'nın "uluslararası toplumun" değerlerini korumaktan bahsetmesi boş geliyor. Yine de Asya, Latin Amerika ve dünyanın Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki diğer bölgelerinden gelecek tepki, uluslararası hukuk ve evrensel haklardan geri adım atmak ya da Ukrayna'da yaşananlara karşı tarafsız kalmak olmamalıdır. Bazılarının iddia ettiğinin aksine, tarafsızlık barış umutlarını artırmaz; sadece Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i Ukrayna'yı yok etme hedefinde ısrar etmesi için cesaretlendirir ve başka yerlerde de benzer saldırganlık ve toprak genişletme eylemlerini teşvik edebilir. Savaş zamanı, Müttefiklerin "barışsever tüm devletlerin egemen eşitliği ilkesine dayalı genel bir uluslararası örgütlenme" taahhüdünde bulundukları Moskova Deklarasyonu'nun üzerinden 80 yıl geçti. Bugün, BM üyesi tüm devletlerin, en az güçlü olanlar da dahil olmak üzere herkesi koruyan ve herkes için işleyen adil kurallara dayalı bir düzenin yeniden canlandırılmasında üzerlerine düşen rolü oynamaları için yenilenmiş bir taahhüde ihtiyacımız var. Yeniden canlandırılmış bir uluslararası düzenin sağlanması ve sürdürülebilmesi için daha adil küresel yönetişim sistemleri ve kuralların uygulanmasında daha fazla tutarlılık gerekmekte. Yükselen bölgesel güçlerin bu konuda oynayacakları hayati bir rol ve yapacakları önemli seçimler var. Geçen yıl Bali'de düzenlenen G20 zirvesi Endonezya gibi bölgesel güçlerin bölünmeler arasında köprü kurmaya nasıl yardımcı olabileceğini gösterdi. Siyasi liderler BM Antlaşması'nın merkeziliğini yeniden teyit etmiş ve Güney Yarımküre ülkelerinin çıkarlarının gıda ve enerji güvenliği gibi tartışmalara ve nihai taahhütlere yansıtılmasını sağlamış durumda. Şimdi Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika'nın G20 dönem başkanlıkları, önümüzdeki üç yıl boyunca Endonezya'nın başarılarının üzerine bir şeyler inşa etme fırsatı sunuyor. Mevcut fay hatlarının hepimizin paylaştığı temel hedefi gölgelemesine izin verilmemeli: anlaşmazlıkların barışçıl bir şekilde ve uluslararası hukuk ve insan hakları yükümlülüklerine uygun olarak çözüldüğü bir dünya. Çok taraflı sistemin güvenilirliğini yeniden tesis etmek, etik liderlik ve ahlaki tutarlılıktan daha fazlasını gerektirmekte. Bu aynı zamanda küresel barış ve güvenlik mimarisinde iddialı reformlar yapılmasını da gerektirmekte ki bu görev, BM Güvenlik Konseyi'nin reforme edilmesi gibi çetrefilli bir konuyu da içermekte. Daha adil, temsilin daha güçlü olduğu ve BM Antlaşması'na yönelik ağır ihlaller karşısında daha kararlı adımlar atabilecek bir sisteme ihtiyacımız var. BM Genel Sekreteri António Guterres'in önümüzdeki yıl için planladığı Geleceğin Zirvesi'ne doğru ilerlerken, saldırganlığı reddetmek ve saldırganların cezasız kalmasına son vermek sadece Ukrayna halkına değil tüm insanlığa borcumuzdur. BM Antlaşması'nın savaş belasından arınmış bir dünya vaadini ancak bu şekilde yerine getirebiliriz. The Elders Başkan Yardımcısı Ban Ki-moon, eski Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ve eski Güney Kore Dışişleri Bakanıdır. Nobel Barış Ödülü sahibi Juan Manuel Santos, Kolombiya'nın eski devlet başkanı (2010-18) ve The Elders üyesidir. © Project Syndicate , 2022.

Ukrayna için birlik olmak, barış ve adalet için birlik olmaktır

Şubat 25, 2023

·

Makale

Başıboş Millet

Umur Talu Aşağıdaki "Başıboş Millet" başlıklı yazım, 24 yıl önce. 1999 Büyük Depreminden hemen sonra Birikim dergisi Eylül özel sayısında çıkmıştı. O anda görünen, acıya gömülmüş. ama kendi gücünü, bir diğerini ve enternasyonal dayanışmayı keşfeden halkın, hiyerarşi, otoriteler ve ezberlerden, itaatten, resmi kurumlardan özerkleştiğiydi. Enkazdan çıkan siyasal, hatta sol bir ufuktu bu. İki sene sonraki ekonomik krizle o ufuktan AKP çıktı, bir "isyan" hareketi gibi! Deprem daha şiddetli, kayıp ve ayıp, körlük ve kötülük daha büyük 24 sene sonra. Bu kez felaket geçim enkazı üstüne yıkıldı. O zaman doğmamış gençler başta, dayanışmanın keşfi ve otoriteye öfke, özerkleşme yine var. Kuşatma ve uyutma da devrede. İşte bu tamı tamına siyasi bir durum. Hayatın ve ölümün cilvesi... Enkaz altında toplumsal bir umut arıyoruz. Binlerce, evet tastamam yuvarlak ifadeyle, “binlerce” (çünkü kaç bin olduğu belirsiz) ceset arasında toplumsal uyanış iniltilerine kulak kabartıyoruz. Çok da boş değil... Çünkü bir sarsıntıyla birlikte bir millet “başıboş” kalıverdi. Başının boşluğunu keşfederken, “bir an için” zincirlerinden de boşanıverdi. Sadakat tarumar oldu, tabular virane, sünepelik enkaz. Şimdi moda olan; manşet ağzıyla, “İşte o an”. “Devlet nerede” sorusu gelenekseldi de, devletin tüm kurumlarıyla bu soruya muhatap oluşunda yeni bir şeyler vardı sanki. “Devlet nerede” haykırışı tipik refleksti de, devletin sorgulanışında yeni bir şeyler vardı sanki. İlk kez, “İşte o an” ve “bir an için”, malûm “güvenilir kurumlar” listesinin altüst oluşlarından belliydi depremin şiddeti. Birbirine güvenmeyenlerin rastgele yan yana gelişi içinden, birbirine güvenen, yaslanan, dayanışma örgütlemeye, çare örgütlemeye çalışan insanların toplum olma gayreti filiz veriverdi. Güvenilmez gavur, güvenilmez komşular ve bunlar üstünden yürütülen, her şiddette depreme pek dayanıklı sanılan siyaset binaları çatırdayıverdi. Yurttaşlık bilgileri silsilesinin nadide parçaları; milliyet, milliyetçilik, devlet, güçlü devlet ve bilumum şişinme, yurttaşlık arayışının kaotik isyanı arasında zangır zangır titredi. Hükümet, bürokrasi, iş dünyası, medya ve “sessiz çoğunluk”tan oluşan iktidar blokunun ortasından fay hatları geçiverdi. İktidar bağları gevşedi... İş dünyası da, sessiz çoğunluk da, medya da iktidar network’ünden savruluverdi. Hiyerarşiler sallandı. Misal, medya; geniş anlamdaki iktidar hattından halka kayıverdi. Medya hiyerarşisi, kendi halkına, kendi tabanına, yani muhabirine hiç bu kadar bağımlı, saygılı ve itaatkâr olmamıştı. Manipülasyon hiç bu kadar çaresiz kalmamıştı. Olması gereken zincir oluştu: Medya “enformasyon”u sundu, “enformasyon” halkı bilgilendirip öfkelendirdi, halkın öfkesi medyayı yönlendirdi. Altımız çürük diyen, isyan ettirdi. Takdiri ilahi diyen, isyan ettirdi. Yaralar sarılacak diyen, isyan ettirdi. Devletimiz büyük diyen, isyan ettirdi. Acı ve korku gölgesinde, kendi vurdumduymazlıklarının, kendi yağma ortaklıklarının, kendi cehaletinin, kendi sorumsuzluklarının da aynasında, halk kendini gördü, iradesizliğini “halkın iradesi” ambalajında gasp etmiş olanların çirkin yüzünü ayırt etti. “İşte o an”... Sadece böyle görmek istediğimiz için değil, “böyle bir şey olduğu için”, farklıydı; her şeyin farklı olabileceğine dair veriler sunup durdu. Ama o, aynı “bir an”da olup biten deprem gibi anlık, fakat aynı deprem gibi de sarsıcı, ürkütücü, dehşet vericiydi. Mesaj alındı. (Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in) iki komşu halk arasındaki sevgi patlamasının kontrolden çıktığını belirtişindeki gibi, “kontrolden çıkmış” bir millet, o başı dertli, başıboş halk, örgüt arayan, örgütlenme arayan o çığlık, sırtı da sıvazlanarak, AKUT (şimdi AFAD) baretleri kafalara geçirilerek, esas patron sayılarak, ağustos halkı değil, şubat halkı (o zaman bu Şubata değil, 28 Şubat'a atıftı) olması telkin edilerek, af zaferiyle yetinmesi temenni edilerek, fazla şımarmaması ihsas edilerek, mesafe al, hazır ol, geriye marşlarla deprem öncesi mevzilerine iteklenerek... Kimilerinin kâbusunun başrolünü oynayacağına, kimilerinin ham hayalinin figüranlığına indirgenerek, “işte o an” nihayetinde “bir an”dan ibaret kılınacaktı elbet. Depremin en uzunu dahi “bir an”da olup bitiyor ama… Artık biliyoruz ki “artçı şoklar” sürüyor, sürecek. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Başıboş Millet

Şubat 19, 2023

·

Makale

Depremin Karanlığında Yön Bulmaya Çalışırken: Devlet Nedir?

6 Şubat Pazartesi sabahı yakın geçmişimizin en karanlık günlerinden birine uyandık; sevdiklerimizden bir mesaj düşer diye elimiz yüreğimizde telefon başında nöbet tutarken korkumuz dakika dakika yasa döndü; yasımız öfkeye, öfkemiz tepkiye… Tüm kamusal tartışma alanları tükenmiş, tepki gösterebileceği tüm sivil alanlar tutulmuş, tepki gösterdiği her ortamda “trollerin” bağırış ve hakaretleriyle yalıtılan kalabalıklar yine Twitter’ın yolunu tuttu, sesi en çok çıkıp da otoriteyi en ağır eleştirenler de yine nasibini aldı. Devletin varlığını, yetkinliğini, sahadaki gücünü ve yetkisini ne şekilde kullandığını sorgulamak vatandaşın işi değildi; çünkü devletleşmiş bir hükümetin işini nasıl yapacağını kimse daha iyi bilemezdi, ne de olsa 16 Nisan 2017’de %51,41 “tek söz sizde” demişti. Şimdi 73 sene sonra “Yeter, söz milletindir!” diyebilmek için “Twitter’a ne olur, Youtube kapanır mı, Tiktok’tan haber alabilir miyiz, e-postalara da erişim engeli gelir mi, birbirimizden nasıl haber alacağız?” diye sonu gelmez korku dolu sorgulamalar içindeyiz. Sahi, nedir bu “devlet” diye anlatılan devasa güç? Yurttaşların iradelerini 5 senede bir teslim ettikleri bir grup insanın yönettiği bu devlet, sandık vakti gelmeden eleştirilemez mi hiç? Yoksa en çok eleştiren devletin “beka”sını en çok isteyen, devletini en çok seven midir? Sesi çıkanın başında bitip hainlikle suçlayan, parmak sallayan, hakaretler savuran ve ekmeğini bundan çıkaranlar (!) kim hakikaten; bizimle dertleri ne? Devletin ne olduğu tartışması en az devletin kendisi kadar eski; bu otoritenin ne için kullanıldığı ve kullanılabileceği ise binlerce yıllık mücadeleler silsilesi… Galiplerin borusunun öttüğü ve “yenilenlerin” otoritenin insafına kaldığı otoriter ya da yarı-otoriter tüm rejimlerde memleketin derdiyle dertlenmek de büyük suç, hep öyleydi. Yaşadıklarımızı tahlil etmek de oldukça güç, afet bölgesinde geçirdiğim 6 günün ardından gördüklerimi anlatmak da… Fakat düşününce biraz, gözün görüp aklın unutamadıklarıyla sormak istedim: Devlet nedir? Devlet var mıydı? Varsa, ne kadardı? Ya da var olan o devlet, nasıl bir devlet? Platon’un “Devlet”i var mesela, yetkinlikler, erdemler ve bilgelik üzerine kurulu; bugüne yansıtılınca sadakat yerine liyakati önceleyen, eğitimli, nitelikli, vizyoner kadroların idaredeki makamları tuttuğu bir devlet modeli... Yönetimiyle iktidara sadakat göstermeyen ve muhalif başkanı Nasuh Mahruki nedeniyle topa tutulan, 2016’da yöneticilerinin şirketleri dahi tehdit edildiği için başkanlığı devredilen, giderek içi boşaltılan AKUT’un yok olmayacağı; dürüstlüğün esas olduğu bir sivil toplum kuruluşunda yönetimin akrabalara teslim edilemeyeceği, denetçilerin genel kurullar dışına itilemeyeceği bir devlet. AFAD’ın Ahbap’a rakip edilmeyeceği, siyasetçilerin bağışların peşine düşüp afet bölgesi yerine sivil toplum figürlerini odağa almayacakları bir devlet. Afet yönetimine dair hiçbir bilgi ve eğitimi olmayan, ilahiyat fakültesi mezunu AFAD Afetlere Müdahale Genel Müdürü İsmail Palakoğlu’nun makamını bir gün dahi işgal edemeyeceği bir liyakat rejimi… Devlet varsa ortada belli ki o devlet, Platon’unki değil. Hobbes’un devleti, bireylerin iradeyi devlete güvenlik ve korunma karşılığında teslim ettiği bir devlet. Hal böyle olunca, “savaşta düşmanla, barışta afetle savaşır” denilen TSK’nin 390 bin 960 silah altındaki personelinin afetin ilk anında sahaya çıkmasını, emir komuta zinciri içinde arama kurtarma faaliyetlerini yönlendirip yürütmesini, GATA hekimlerinin sahra hastanelerinde can kurtarmasını talep etmek Hobbes’un devletinde pek sıradışı değil. Hele ki sınırları kevgire dönmüş bir ülkede, şehirler adresi ve sayısı tespit edilemez kalabalıklarla dolmuşsa enkaz altındaki yakınlarının kurtarılmasını 100 saattir bekleyenleri asayişi gözetmeden çadırkentlere ikna etmek yerine yeterli güvenlik önlemlerini almak, günlerce enkaz başında kalıp hayatlar kurtarmış sığınmacının “yağmacı” sanılıp linç edilmesini engellemek devletin işi, yıkılmamış evleri, dükkanları, fabrikaları korumak da… Devlet varsa ortada belli ki o devlet, Hobbes’unki değil. Toplumsal sözleşmenin, yani kalabalıkların iradesini ortaya çıkan “devlet”e teslim ettiği yazısız anlaşmanın üç taahhüdü var Locke’un devletinde: Yaşam, Hürriyet ve Mülkiyet. Bunlar korundukça devlet meşru… Yapı denetimleri doğru düzgün yapılmamış, ahbap-çavuş ilişkileriyle el altından verilen rüşvetlerle denetim belgelerine imza atılıp geçilmiş, zaman aşımından görmezden gelinmiş, müteahhidi ve denetçisi aynı olan bu binaların milyonlarca liraya satıldığı ve koskoca mezarlıklara döndüğü 10 şehirde bu taahhütlerin gerçekleşmediği aşikar. TOKİ binalarını hâlâ Yapı Denetim Yönetmeliği dışında tutan; hastane, vali konağı, havalimanı, belediye binaları gibi kamu binalarını dahi usulüne uygun denetlemeyen, denetlediğindeyse riskli binaları tekrar kullanıma açan devlet Locke’un devleti değil. Yüz binlerce insan enkaz altındayken “yaşam”a odaklanmak yerine, sakıncalı mecra (!) Twitter’ı ifade özgürlüğünü hiçe sayarak kanunsuzca sınırlayan ve gördüğünü aktaran gazetecileri gözaltına alan aynı devlet değil. Egemen olduğu topraklar üzerinde güç kullanma tekeline sahip Weber devleti; sokak ortasında bombaların patlamadığı, silahlı çatışmaların yaşanmadığı, tırların önünün kesilmediği, kimsenin bir diğerini bir işi yapmaya zorlayamadığı, linçlerin, yağmanın, talanın olmadığı bir devlet. Depremzedelerin evlerinin başında nöbet tuttuğu, sokakta kalanın Allah’a emanet olduğu, afet şehirlerinde katliam naralarının atıldığı, yağmacı sanılan kurtarmacıların linç edildiği, sığınmacıların topyekun hedefe oturtulduğu bir soyut düzen değil. Eğer Antakya’da, İskenderun’da, Nurdağı’nda, Islahiye’de bir devlet vardıysa afet anında, o devlet bu devlet değil. Fakat öyle bir devlet var ki Hapishane Defterleri’nde Gramsci’nin; bugün varlığını en derinden hissettiriyor bize, çünkü her yerde, her mecrada, durmaksızın vatandaşın ensesinde… Gördüğümüz en büyük afette dahi neyin nasıl, nerede, kim tarafından, ne kadar yüksek sesle konuşulduğunun peşinde… Öyle bir devlet ki sadece yürütme ve yasamayla ilgili değil, iktidarı elinde tutan o zümrenin çıkarlarını korumak için nasıl düşündüğümüzü ve neye inandığımızı her şeyden önemli görüyor. Aklımızda depremden etkilenen yüz binlerce yurttaşın dertleriyle yardım kolileri sırtlanırken dahi ekranlardan bize parmak sallıyor, acı ve üzüntüyle klavyenin başına geçmiş gençten, gazeteciden hesap soruyor, “burada kimse yok” diyenin tepesinde dikiliyor, Twitter’da, şans eseri (!), afet günü açılmış binlerce hesapla sesimizi kısıyor. Gözümle gördüğüm lincin, yıkımın, ihmalin, noksanlığın; kulaklarımla duyduğum “Biz Hatay’ı terk edeceğiz artık, kimse gelmedi bize, 3 gün aç susuz yattık yağmur altında”, “Allah milletimizden razı olsun, onlar dışında kimse gelmedi buraya, ne haldeyiz soran yok” diyenlerin yalan olduğunu söylüyor. Yetmez gibi afetin 6. gününde bölgeye gönderdikleriyle medyaya “ilk günden bu yana her şey oldukça organizeymiş gibi” içerik pompalıyor, talimatla haber yazdırıyor, hakikati sahadan paylaşanlara “tasmalı hainler” diyenlere sahip çıkıyor. İşte en kötü zamanda dahi işi gücü bırakıp enformasyonla ilgilenen, dezenformatif prodüksiyonlar yapan, troll ordularını sahaya süren, her şeyden çok kirli bilgiyi ulaşılır hale getiren, hakikati sorgulatan o, Gramsci’nin devleti… Hegemonun kim olduğu akıllara kazınsın diye “Ben buradayım, sakın ha!” diye gerçekliğe set çekiyor. Siz de hissettiyseniz varlığını, “devlet yoktu” diyenlere aldırmayın. Vardı, burada, bizlerleydi. Derdi farklıydı. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Depremin Karanlığında Yön Bulmaya Çalışırken: Devlet Nedir?

Şubat 18, 2023

·

Makale

Her alanda bütüncül bir anlayış

Kahramanmaraş’tan Hatay’a uzanan coğrafyadaki 10 ilimizi vuran iki depremin ardından insanımız afet bölgesindeki herkesin yardımına koştu. En azından koşmayı denedi. Ancak yardımların iletileceği yolların bir kısmı yoğun kar yağışı nedeniyle, bir kısmı da gördükleri hasar nedeniyle kapanmışken, Atatürk Havalimanı işlemez hâle getirildiği için bir başına kalan İstanbul Havalimanı’ndan ise fırtına nedeniyle kalkış yapılamıyordu. Depremin en şiddetli vurduğu Hatay’da ise havalimanının pisti çökmüş, İskenderun limanında yangın çıkmıştı. Bütün bu sorunlar giderildikten sonra ayni yardımları içeren TIR konvoyları yollara düştü. Ayni yardımlar “param nereye gidecek” endişesini taşımadan destek olmak isteyenlerin ilk tercihi oldu. Ancak bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var: yardım kuruluşları, organizasyonel bir cehennem yarattığı için ayni yardımları tercih etmez. Çünkü ayni yardım olarak iletilen giyim, hijyen, ısınma, gıda vb. birçok farklı kalemin hem kolileme aşamasında hem de varış noktasında tasnif edilmesi aynı zamanda korkunç bir iş yükü doğurur. Bunun içindir ki yardım kuruluşları, yardımseverleri ayni değil nakdi yardım yapmaları için yönlendirmeye çalışıyor. Böylece hem temininin süreklilik arz etmesi gereken hijyen ürünleri ve gıda maddeleri gibi öğelerin uzun vadede temini devam ediyor hem de toplu alımlarda pazarlık gücü artarken yardımın sahada ihtiyacı olan kişilere ulaştırırken sırtına binen organizasyonel külfet hafifliyor. Nakdi yardım kabul eden sivil toplum örgütleri (STK) arasında en popüleriyse malumunuz, Haluk Levent’in kurucusu olduğu Ahbap . Levent’in Twitter üzerinden paylaştığı rakamlar itibariyle yüz milyonlarca lira bağış topladığı görülebiliyor. Kimi kaynaklara göre toplanan bağışın 1 milyar liraya yaklaştığı düşünülüyor. Ahbap ve benzer yapılar, aynı zamanda AFAD gibi kamusal mekanizmalar haricinde de afetten etkilenen vatandaşa yardım ulaştırılabilmesini sağlayan, gönüllülük esasıya çalışan, otonom ve çevik yapılar. Bu da STK'ların kuruluş amaçları çerçevesinde daha odaklı yardımlar ulaştırabilmesini ya da vatandaşların kendi dünya görüşlerine uygun hedefleri desteklemesine imkan sağlıyor. Bu elbette yardım kuruluşlarının keyfî iş yapması anlamına gelmiyor. Böyle büyük bir afette, Ahbap da dahil olmak üzere, gerçekten faydalı olmaya çalışan bütün STK’lar afet bölgesindeki büyük resme daha iyi hâkim olan AFAD ile koordinasyon hâlinde çalışıyor. Ancak, bütçesi 2023 yılında %56,6 artış ile 35 milyar 910 milyon 653 bin liraya çıkarılan Diyanet'in aksine; %33,6 kesintiye uğrayarak 8 milyar liraya düşürülen AFAD da yeterince yardım ulaştırabilmek için nakdi bağış toplamaya ihtiyaç duyuyor. AFAD’ın belki de bu noktadaki dezavantajı ise bir kamu kurumu olması ve bir devlet mekanizması olarak -tıpkı Diyanet gibi- her inanç ve görüşten vatandaşın vergileriyle finanse edilebileceği (ya da edilmesi gerektiği) algısı olarak öne çıkıyor. Haluk Levent her ne kadar her fırsatta “Beni siyasetin içine çekmeye çalışmayın,” ve “AFAD da bizim Ahbap da!” dese de; bu kendisini belirli ortak noktalara sahip bazı “gazetecilerin” radarına girmekten alıkoyamıyor. Örneğin Albayrak Grubu’na ait Yeni Şafak’ta çalışan Taha Hüseyin Karagöz , kendi kısıtlı ve kişisel deneyiminden yola çıkarak Ahbap’ın etkisini tartışmaya açıyor : “Başıma bir şey gelmeyecekse izlenimimi paylaşmak istiyorum; deprem sahasında 2 il 3 bölge dolaştım. Büyükşehirinden ilçe belediyesine, tüm partilerin neredeyse gençlik kollarına, büyük küçük STK’lara, hatta baro, müşavir odaları vs varıncaya dek ekipler gördüm; AHBAP görmedim.” Karagöz’ün bu çıkışına Haluk Levent, “Sevgili Taha. 5 saat önce paylaştım. Sahada bizlerden daha fazla çalışan STK'lar var diye. İlk günden itibaren 27 kişilik arama kurtarma Hatay’daydı. Bölgedeki tüm gönüllü ahbaplar orda. Biz AFAD ile akrediteyiz zaten. Ama asıl görevimiz gelen yardımları doğru harcamak.” paylaşımı ile açıklama getiriyor. Geçtiğimiz Kasım ayında 2003’ten beri çalıştığı Yeni Akit’ten ayrılarak tv100’e geçen Hacı Yakışıklı ise “Yarın sabah toplanan para miktarının detaylı bilgisi ve harcamaların faturası yayınlanırsa şu ana dek neler yapıldığı görülmüş olur. Ben de bizzat yayınlarım. Eğer bu güne dek yardımlar öylece bekliyorsa tamamı AFAD'a devredilebilir.” buyuruyor. Peki Ahbap’ın toplanan bağışları değerlendirmesinde bir keyfiyet olduğunu söylemek mümkün mü? Haluk Levent’in açıklamalarına göre Ahbap çok sayıda konteyner ev ve jeneratör almak için fiyat teklifi topluyor. Bu tip yardımlar depremzedelerin orta vadede hayatlarını idame ettirebilmeleri için yaşamsal öneme haiz büyük yatırımlar ve Ahbap’ın “sahada görülmemesini” ya da kendisine emanet edilen bağışları büyük bir hızla harcayıp bitirmemesini açıklayabilecek hedefler. Milat Gazetesi “köşe yazarı” Eyüp Kılıç ise OHAL’i fırsat bilerek Ahbap -ve benzeri hizmetler yürüten diğer yardım kuruluşlarının- dernek hesaplarına el konulmasını salık veriyor. NotHaber adı altında yayın yapan bir başka “gazeteci” olan Erem Şentürk ise Ahbap’ın halkın güvenini kazanmasına olan tepkisini “Bu Haluk Levent’in 'Ahbap Çavuş' kurnazlığı giderek haddi aşmaya başladı. Sahada çalışan onbinlerce insanın emeğine, fedakarlığına çökülmüş durumda. Günlerdir hiçbir yerde hiçbir şeye katıldıklarını kimse görmedi. Sürekli başkalarının yaptıklarını kendi yapmış gibi anlatıyor.” şeklinde dile getiriyor. Haluk Levent’in, kargo ve taşımacılık şirketi DFDS'nin devreye girmesi için aracı olarak İskenderun limanına afet yardım malzemeleri iletildiğini haber verdiği tweet’ine tepki olarak "Çok tipik bir şov hikayesi yazılıyor. Para pul değil mesele veren versin bana ne kaptırmasılardı. Ama duygusal dolandırıcılık gerçekten sinir bozucu. Şimdi yine kendisiyle ilgisi olmayan bir işi kendisininmiş gibi anlatıyor. 2 gün önce İstanbul Valisi Ali Yerlikaya’nın duyurduğu bir organizasyon aslında. Haluk Levent’le ne ilgisi varmış? Ödeme mi yapmış? Organize mi etmiş? Ne yapmış? Bu işin neresindeymiş? Yazık. Bu kadar emeğe, onbinlerce insanın uykusuzluğuna yorgunluğuna yazık.” diyor. Buradaki tepkisinden yola çıkarak Şentürk’ün Ahbap’ın görünürlüğünden rahatsız olduğunu söylemek mümkün. Ancak kendisinin geçtiğimiz gün benzer şekilde İzmir Valiliğinin koordinasyonunda; ama bağımsız olarak organize edilen yardım TIR'ına kendi pankartını asarak fotoğraf çektiren AK Parti Menemen ilçe teşkilatına yönelik bir yorumu bulunmuyor. Ahbap’ın repütasyonundan rahatsız olan diğer bir isimse Ülke TV’de katıldığı programda “Haluk Levent’e 1 milyar lira teslim edemezsin, çünkü yönetemez.” sözleriyle halkın bağışlarını yönetebileceğine güvenerek yardımlarını emanet ettiği Levent’i hedef alan Akşam Gazetesi yazarı Turgay Güler oldu. Öte yandan eski MHP İstanbul İl Başkanı Birol Gür , tepkisinin merkezine YouTube yayıncısı Oğuzhan Uğur’u da dahil ederek şu anda silinmiş olan aşağıdaki tweet’i atıyor: Ve en nihayetinde Cumhurbaşkanı Erdoğan da kendi görüşünü ortaya koyuyor: Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu , Cumhurbaşkanı Erdoğan konuştuğu sırada kürsünün çevresinde bulunan çocuklardan birinin soğuktan üşümesine aldırış etmeden kapüşonunu açarken ne kadar tereddüt ettiyse; -eğer iddia edildiği gibi 1 milyar lira bağış toplamayı başardıysa- halkın ve yardımseverlerin de Ahbap'a bağış yaparken o kadar tereddüt ettiğini söylemek mümkün olacaktır. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Her alanda bütüncül bir anlayış

Şubat 11, 2023

·

Makale

İnsana insan olanlara saygıyla…

Umur Talu Böyle oluyor… Daha önce de olmuştu. İnanılmaz bir "iyilik" çıkıyor içimizden. Dayanışma oluyor, kardeşlik oluyor, yardım oluyor, el oluyor, gözyaşı oluyor, "inşallah" oluyor, acı oluyor, umut oluyor, hesapsız ve sorgusuz anne baba evlat oluyor, tabii öfke de oluyor ama iyilikten yana bir isyanla... Fedakârlık oluyor, enkazı kazıyan tırnak oluyor, kurtarılan bir çocukla sevinçten yumak oluyor, beton arasına uzatılan parmak oluyor, bir ses bir nefes duymaya adanmış kulak oluyor. Bir koliye doluyor, bir TIR’a yükleniyor, bir koşuşturma, bir koşturmaca, elden ele, yürekten yüreğe zincir oluyor. 'Kimdir' diye sormuyor, 'kimlerdendi' diye meraklanmıyor, 'neye inanır neye inanmazdı' diye önyargı oluşturmuyor, ne soyunu ne oyunu deşiyor, ne açık başının ne başındaki örtünün derdinde, ne ırkının ne kökeninin ne renginin peşinde, İnsana insan oluyor… Acıyla acı duyuyor… Çocuğa yürek oluyor… Her nefeste yeniden doğuyor. Elbette hep öyle olanları tenzih ederim. Elbette hiçbir zaman iyilik kuşanamayanları zaten hariç tutarım. Ama belki kendimizden de biliyoruzdur ki, böylesi bir felaketle birlikte, ondan hemen önce olamadığımız bir insan olabiliyoruz. "İki büyük deprem arası" nefret, hiddet, şiddet kuşananlar, çocukları ayıranlar, bazen aşağılayanlar bazen dışlayanlar, kimilerini ötekileştirenlerin de içindeki o ayırmayan, kayırmayan, dışlamayan insan, insanlık enkazımın altından dışarı çıkıyor, derin bir nefes alıyor, sımsıcak bir ses veriyor. Enkazdan çıkarken gözleri kalbimizin derinliklerine kadar uzanmış küçüğün Türk mü Kürt mü, Sünni mi Alevi mi, Müslüman mı Hıristiyan mı, ailesinin inançlı mı inançsız mı olduğunun bir önemi var mı? Sadece bugün değil, dün de yarın da? Yunanistan'ın devlet televizyonu açılışını depremin enkazına Türkçe türküyle eşlik ederek yapıyor; İsrailliler bir enkaz başında, Almanlar, Fransızlar, Ruslar da Ukraynalılar da, Avustralyalılar, Hollandalılar, Hintliler, Pakistanlılar, Meksikalılar, Koreliler, Çinliler, İngilizler, Araplar, İspanyollar, Macarlar, Polonyalılar… ve unuttuğum nice ekip canla başla, bir can fazla kurtarmak için çabalıyor, kurtardıklarını elden ele ortak hayatımıza teslim ediyorlar. Hor görülen köpekler, dünyanın her yanından bir kokuya, bir ısıya, bir cana ulaşabilmek için enkazdan enkaza koşuyor. Bunlar "milliyetçi" bir şey mi, "enternasyonal, enternasyonalist" mi? Binlerce insanın üzerine yıkılan duvarları kaldırabilmek için, sınırların, düşmanlıkların, nefretlerin duvarlarını yıkabilenlerin bize anlattığı böyle bir şey işte. Özgürlükleri, hakları, kardeşlikleri, barışı enkaz hâline getirenlerin, arsızlık, düşmanlık nefret saçanların dünyasında; hayata tutunabilmek, umut edebilmek için esas hangi değerlere ihtiyacımız olduğuna dair bir insanlık destanı daha yazılıyor; acının, trajedinin, yıkımın orta yerinde!

İnsana insan olanlara saygıyla…

Şubat 9, 2023

·

Makale

Kafkasya ve Ortadoğu’da sular ısınıyor

Gülru Gezer 20. yüzyılın en önemli gelişmelerinden biri olarak kabul edilen Sovyetler Birliği’nin dağılması Avrupa’dan Balkanlar’a, Kafkaslar’dan Asya’ya uzanan bir coğrafyada çeşitli sınamaları da beraberinde getirdi, ayrıca donmuş bazı ihtilafların da su yüzüne çıkmasına neden oldu. Azerbaycan’ın bağımsızlığa kavuşması İran’da endişeyle karşılandı. Azerbaycan’ın seküler yapısı ve İran’da yaşayan ve nüfusun %40’ını teşkil ettiği düşünülen Azerbaycan Türkleri hem Molla rejiminin geleceğine hem de ülkenin bütünlüğüne tehdit teşkil edebilirdi. Güçlü bir Azerbaycan istemeyen İran, Ermenistan’la ilişkilerini geliştirme yoluna gitti. Ermenistan İran için bir nefes borusu oldu. Denize açılımı olmayan, Türkiye’yle sınırları kapalı olan, Azerbaycan’la ihtilafı süren Ermenistan için de İran tercih edilebilir bir ortak olarak ortaya çıktı. Ermenistan, İran açısından Karadeniz’den Basra Körfezi’ne yeni bir kuzey-güney transit koridorunun oluşturulması açısından da önemli hale geldi. 2020 Karabağ Zaferi’yle birlikte sahadaki gerçeklik değişti. Bu durumu ne İran ne de Ermenistan kabullenebildi. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan her ne kadar Azerbaycan’la barış müzakereleri için adım atsa ve Türkiye’yle ilişkilerin normalleştirilmesi için cesur davranmış olsa da içerideki muhalefet ve Ermeni diasporası her iki süreci de akamete uğratmak için elinden geleni yapmaya devam ediyor. Karabağ Zaferi’nin ardından Ermenistan-İran ilişkileri daha da derinleşti. Son dönemde, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki gerginlik tırmanıp barış müzakereleri akamete uğrayınca, İranlı yetkililer Kafkaslar’da sınırların değiştirilmesine müsaade etmeyecekleri yönünde çeşitli vesilelerle açıklamalarda bulundu. Azerbaycan’ı Nahçivan’a bağlayacak olan Zengezur koridoruna Ermenistan’dan sonra en fazla muhalefet eden ülke İran oldu. İran koridora çok yakın olan Kafan şehrinde 21 Ekim 2022’de bir Başkonsolosluk açarak bir kez daha Ermenistan’dan yana net bir tutum benimsedi. Dahası İran geçtiğimiz aylarda bölgede askerî tatbikatlarının sayısının ve kapsamını da artırdı. İran’ı rahatsız eden bir diğer gelişme ise, Ukrayna savaşıyla birlikte kuzey koridorunun riskli hale gelerek, orta koridorun öneminin artması oldu. Enerji krizi yaşayan Avrupa, Azerbaycan’ın kapısını aşındırmaya başladı. Buna ilaveten Türkiye, Azerbaycan ve Türkmenistan cumhurbaşkanları 14 Aralık 2022’de Hazar kıyısındaki Avaz şehrinde bir araya gelerek Türkmen gazının Azerbaycan ve Türkiye üzerinden Avrupa pazarlarına ulaştırılması konusunu ele aldılar. Türkmen gazını kendilerine rakip olarak kabul eden Rusya ve İran bu gelişmeyi kaygıyla izledi. Azerbaycan, İran’ın iyi komşuluk ilişkileriyle bağdaşmayan bu kışkırtıcı tutumuna tabiatıyla kayıtsız kalmadı. Türkiye ile Azerbaycan 6 Aralık 2022 tarihinde Kardeş Yumruğu tatbikatını gerçekleştirdi. 15 Haziran 2021 tarihli Şuşa Beyannamesi’yle Azerbaycan’la ilişkilerini en üst seviyeye çıkartan Türkiye bu vesileyle İran’a net bir mesaj da vermiş oldu. Azerbaycan ayrıca, İran’ın Kafan’da açtığı Başkonsolosluğa misilleme olarak Tel Aviv’de Büyükelçilik açacağını duyurdu. Esasında Azerbaycan’ın İsrail’le ilişkileri son yıllarda zaten gelişerek derinleşti, iki ülke arasındaki askerî işbirliği de kayda değer oranda arttı. Türkiye ve Azerbaycan’ın İsrail’le yakınlaşması, ayrıca 2020 tarihli İbrahim Anlaşmaları sonrasında İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin düzelme sürecine girmesi de bölgesinde giderek yalnızlaşan İran’ı tedirgin eden bir başka gelişme. Bunlara ilaveten, Eylül 2022’de 22 yaşındaki Mahsa Amini’nin ölümü sonrasında patlak veren ve İran’ın geneline ve tüm kesimlerine yayılan protesto gösterileri 1979 İslam Devrimi’nden bu yana gerçekleştirilen en uzun ve kapsamlı protesto gösterileri oldu. Halk molla rejiminin reform yapmasını değil, rejimin yıkılmasını istiyor. Bu iç tehdit, bölgede devrimden bu yana istikrarsızlaştırıcı bir rol izleyen İran’ın dış politikada daha da agresif bir tutum benimsemesine neden oluyor. Tüm bu gelişmeler arka planı üzerinde, 27 Ocak 2023 tarihinde yaşanan elim bir olay ise Azerbaycan ile İran arasındaki diplomatik ilişkileri kopma noktasında getirdi. Azerbaycan’ın Tahran Büyükelçliği’ne düzenlenen saldırıda güvenlik şefi şehit olurken iki kişi de yaralandı. İran, ilk etapta saldırının ailevi nedenlerden dolayı yapıldığını açıklasa da ortaya çıkan bilgilerden ve görüntülerden saldırının münferit bir eylem olmadığı ve İran makamlarının bilgisi ve açık ihmalinin olduğu görüldü. Azerbaycan güvenli olmadığı gerekçesiyle Tahran Büyükelçiliği’ni tahliye etti, ayrıca kendi vatandaşlarına yönelik seyahat uyarısında bulunarak, acil olmadıkça İran’a gitmemelerini tavsiye etti. Saldırganın yakalandıktan sonra çeşitli televizyon kanallarına mülakat vermesi ve sorgusunun kameralar önünde yapılması saldırıya ilişkin soru işaretlerinin artmasına neden oldu. Gelinen noktada İran şeffaf bir soruşturma gerçekleştirip Azerbaycan’ı tatmin edecek açıklamalarda bulunamazsa Kafkaslar’daki gerilimin artması kaçınılmaz görünüyor. Diğer yandan, yine 27 Ocak tarihinde Kudüs’teki bir sinagoga terör saldırısı düzenlendi. Söz konusu saldırıdan bir gün sonra İran'ın İsfahan şehrinde Savunma Bakanlığı'na ait bir mühimmat üretim tesisinde patlama meydana geldi. Günler sonra İran’dan, yürütülen ön soruşturmadan saldırının İsrail tarafından yapıldığının tespit edildiği ve İran’ın gerekli görülen yerde ve zamanda karşılık verme hakkını saklı tuttuğu yönünde açıklama geldi. Öte yandan, altıncı kez başbakanlık koltuğuna oturan Binyamin Netanyahu İsrail tarihinin en sağcı koalisyonunu oluşturdu. Geçmişten bu yana İran’a karşı şahin tavırlarıyla bilinen Netanyahu İran’a yönelik sert çizgisini sürdüreceğini iktidara geldiği ilk günden itibaren belli etti. Aşırı sağcı İtamar ben-Gvir’in Ulusal Güvenlik Bakanı olarak atanması ve göreve geldikten hemen sonra Filistinlilere yönelik baskıcı politikalar izlemesi, kutsal mekanların statüsünü hiçe sayması, ayrıca Netanyahu hükümetinin “yargı reformu” adı altında yargı erkinin yetkilerini sınırlandırmaya yönelik attığı adımlar toplumda büyük tepkiye neden oldu. Geçtiğimiz haftalarda Tel Aviv başta olmak üzere birçok şehirde onbinlerce Netanyahu karşıtı sokaklara döküldü. İran, dikkatin dışa yöneltilmesi ve ABD’den gelen desteğin sürekliliğinin sağlanabilmesi amacıyla Netanyahu için önemli bir koz olarak ortaya çıkıyor. Aynı husus iç karışıklığa teslim olan İran için geçerli. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde Kafkasya’ya ek olarak Ortadoğu’da da suların ısınması yüksek ihtimal. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Kafkasya ve Ortadoğu’da sular ısınıyor

Şubat 4, 2023

·

Makale

Muhalefete bir mektup: Dayatmayın, dinleyin

Bu yazı bu mecrada bugüne kadar okuduklarınızdan epey farklı bir yazı olacak, çünkü duygularımdan bahsedeceğim. Bugün geldiğimiz kırılma noktasında hiç olmazsa kendi üstüme düşeni yapmıştım, “ ses çıkarmıştım ” diyebilmek tek derdim. Hayatımızın geri kalanının gidişatını belirleyecek seçime sadece 104 gün kaldı. Biraz olsun zenginleşecek miyiz, yoksullaşmaya devam mı edeceğiz? İfade ve gösteri hürriyetimizin sınırları genişleyecek mi, giderek daralacak mı? Devletimizin kurumlarına güvenimiz daha da sarsılacak mı, yoksa onarılacak mı? Hukukun üstünlüğü sağlanacak mı, üstünlerin hukukuyla yönetilmeye devam mı edeceğiz? Yaşam tarzımızı güvence altında mı, tehdit altında mı hissedeceğiz? Tek kişinin tüm yetkiyi üstlendiği kuvvetler birliğine dayalı bir sistemle mi, parlamenter demokrasiyle mi yönetileceğiz? Tüm bu soruların yanıtı, önümüze konacak sandığın içinden çıkacak sonuca bağlı. Bu seçimin önemini muhalefet partilerinden çok daha iyi kavramış milyonlarca insan , hayatlarındaki bir sonraki aşama için uzun süredir sonucu bekliyor. İktidarın kazandığı bir senaryoda hayatın nasıl şekilleneceğini bilmedikleri için kişisel hayatlarına dair kritik kararları alırken beklemeleri gerektiğini düşünüyorlar. Aşık olduğu kadına evlenme teklifi etmek için bekliyor örneğin bir arkadaşım. Bir başkası çoktan evlenmiş, çok istese de çocuk yapma kararını bir türlü veremiyor. İş değiştirmek için bekleyen de var, sonuca göre yurtdışına taşınmayı düşünen de. Evini kapatıp ailesinin evine dönmeyi planlayan insanlar, kuracağı iş fikrini bekletenler, batmış işini bir umut borç parayla devam ettirenler tanıyorum. Bu insanlar, zaten yıllardır siyasi muhalefetin çok ilerisindeki toplumsal muhalefeti oluşturuyor. İktidarın yıllardır her fırsatta daraltmaya gayret ettiği çemberi geniş tutmaya çalışanlar, tüm baskıları göğüsleyenler, tüm hakaretleri sineye çekenler, tüm tehditlere maruz kalanlar. “ Çürükler ve sürtükler ” diyeyim, siz anlarsınız kim olduklarını. Kadınlar öldürülmesin, üniversiteleri kayyumlar yönetmesin, yeryüzü aşkın rengi olsun diye, iş cinayetleri son bulsun, çocuklar yatağa aç girmesin, Gezi’de, Çorlu’da, Soma’da ve daha nicelerinde öldürülenlerin hesabı sorulsun diye, yolsuzluklar bitsin, devlet tarikatlardan arınsın, kurumlar liyakat esasıyla yönetilsin diye dayak yiyen insanlar bunlar. Ellerinden kayıp giden memleketleri için uykuları kaçanlar, her haber bülteninde gözleri dolanlar, her gün öfkesini umuda dönüştürmek için çabalayan, tüm sabırlarını tüketen insanlar bunlar. Artık oy verdikleri partilere güvenmek ve en önemlisi kazanmak isteyenler—kazanmak ve yönetmek. Türkiye’yi ayağa kaldırmayı, yeni baştan adil, özgür, refah içinde bir sistem kurmayı düşleyenler. Bu insanların oy vereceği cumhurbaşkanı adayı, hâlâ açıklanmadı. Birkaç hafta içinde topluma duyurulması bekleniyor. Adayın nasıl bir yöntemle belirlendiğini kimse anlamadı. Mitinglerine “ Milletin Sesi ” adını veren CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu , milletin sesini bastırıp kendi adını Altılı Masa’ya dayatmakta bir sorun görmedi. Demokratik bir sistem kurma vaadinde bulunanlar bir ön seçim yapabilirdi, geniş kapsamlı kamuoyu araştırmalarını esas alabilirdi, sivil toplumu aday belirleme sürecine dahil edebilirdi. Hiçbiri yapılmadı. Zaman tüketildi. CHP kimseye sormadan tüm yetkililerinin ağzından dönüşümü sağlayan liderin Kılıçdaroğlu olacağını, parti kararının bu olduğunu beyan etti. Ana muhalefet, hem başta İYİ Parti olmak üzere ittifak ortaklarını, hem de tüm umudunu bu seçime bağlamış milyonlarca vatandaşı bu dayatmayla köşeye sıkıştırdı. Geçtiğimiz günlerde Arayüz Kampanyası’nın düzenlediği, CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökçe Gökçen’in katıldığı bir paneldeydim. Gökçen, otoriter popülist iktidarların insanlarda biriken öfkeyi belirledikleri nefret objesine yönlendirerek siyaset yaptıklarını, demokrasiden yana olanların bu öfkeyi değişim umuduna, heyecana dönüştürmesinin zafer getireceği tespitinde bulundu. Tespit doğruydu. 2019’da insanlara “ her şey çok güzel olacak ” dedirten, İstanbul’da iptal edilen seçimin ardından İmamoğlu’na tarihi bir seçim galibiyeti getiren de tam olarak buydu. Gökçen’e “ Öfkeyi umuda dönüştürecek kişi bunu 2010’dan beri yapamayan Kılıçdaroğlu mu? ” diye sordum, buna gerçekten mecbur olup olmadığımızı… Yanıtı, Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’nden bu yana yazdığı hikâyenin umudu büyüttüğü, CHP’nin adayının Kılıçdaroğlu olduğuydu. Muhalefetin seçimi çoktan kazanmış gibi hareket ettiği, seçim ittifakı yerine koalisyon kurup bakanlık pazarlığı yaptığı dönemde Kılıçdaroğlu’nun adaylığına tüm samimiyetiyle itiraz edenler susturuldu. Altılı Masa, umudu büyütemedi. Son bir senede enflasyon alım gücümüzü yok eder, hepimiz yoksullukta eşitlenir, hayatımızın her noktasında iktidar baskısı kalıcılaşırken; muhalefet önde olduğu anketlerde de geriye düşmeyi başardı. Kılıçdaroğlu’nun kaybetme ihtimalinden, adaylığı halinde Cumhur İttifakı seçmenini konsolide edip çözülmeyi engelleyeceğinden, daha önceki seçim yenilgilerinden bahsedenler “ mezhepçilikle ” suçlandı. İktidarın açık açık Kılıçdaroğlu’nu aday olarak görmeyi tercih ettiği açıklamalarının üstünde kimse durmadı. Kimse, Trabzon’dan Diyarbakır’a kadar her gittiği kentte vatandaşların bağrına bastığı Ekrem İmamoğlu’nun tepesinde neden bir yargı sopası sallandırıldığını sorgulamadı. Belirleyici seçmen olacak kararsızların ve gençlerin tercihine kimse dikkat etmedi. İktidarın yargıyı siyasi bir araç olarak kullanmasına teslim olundu. “ Kazanacak aday ”, İYİ Parti lideri Meral Akşener Saraçhane’deki otobüsün tepesine çıkmasa iktidar yargısının karşısında yapayalnız kalacaktı. İmamoğlu mükemmel bir aday olmayabilir ama seçenekler arasında en yüksek oyu alacak kişinin o olduğunu kim inkar edebilir? Bunu anlamak için anketlere bakmak bile gerekmiyor. Siyasetçiler sokakta yürürken vatandaşların kime sarıldığını eminim herkes görüyor. Yaşı ilerlemiş, birikimini yapmış, kariyerinde yükselmiş insanlar için bu kadar kişisel olmayabilir mesele. Onlar, seçim nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın hayatlarının fazla etkilenmeyeceği rahatlığıyla davranıyor. Kendi küçük siyasi hedefleri için liderini öne çıkaranlar, demokrasi vaatlerinde samimiyet testini geçemiyor. Yankı fanuslarında yaşayanlar, toplumsal dinamikleri anlamaya çabalamayanlar diretiyor. Oynadıkları kumarda masaya sürdükleri bizim hayatımızken bize söz hakkı vermiyor, üstelik suçlayıcı bir dille umut kırıyor, Kılıçdaroğlu’nun henüz resmen başlamayan kampanyasına da en büyük zararı veriyorlar. İş öyle bir noktada ki, Kılıçdaroğlu aday olduğunda “ tıpış tıpış ” vereceğiz oyumuzu. Yoksulluğa, yolsuzluğa ve yasaklara tahammülümüz kalmadı. Belli ki milletin sesini bastıranların güvendiği nokta da bu. Şunu söylemek bana kalıyor: Kılıçdaroğlu tüm itirazlara rağmen aday olur da kaybederse milyonlarca insan bir daha ne adını duymak, ne yüzünü görmek, ne de sesini işitmek isteyecek. Kılıçdaroğlu tarihe büyük bir kaybeden, Türkiye otoriterliğe teslim olurken kişisel hırsına yenik düşerek bunu engelleyemeyen bir figür olarak geçecek. Bugün merkez partilerinin ittifakının değişim getireceğini uman milyonların içinden radikal sağa ve sola kayanlar olacak, apolitikleşenler olacak, en üzücüsü memleketi terk edenler olacak. Biraz daha yalnız, çok daha umutsuz kalacağız, çoraklaşacağız. Hislerin en kötülerinden olan “ başarabilecekken başaramama ” hissine kapılacağız. Yeni bir balkon konuşması dinlerken kendimizi yetersiz, güvensiz ve ortada bırakılmış hissedeceğiz. Umarım bu olmaz. Umarım işin ciddiyetine varılır, kişisel hırslar bir kenara bırakılır ve millet ne istiyor, kimi destekliyor kulak verilir. Ve umarım bu yazdıklarım evhamlı bir politika editörünün sayıklamaları olarak kalır. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Muhalefete bir mektup: Dayatmayın, dinleyin

Ocak 28, 2023

·

Makale

Hatalara bir nilüfer: Ortak politikalar metni

Barış Ertürk Lotus, ya da Türkçedeki adıyla (beyaz) nilüfer , bulanık sularda ve bataklık şartlarında yaşayabilmesiyle ünlenmiş bir bitkidir. Üstelik, basit bir var olma halinin ötesinde bir yaşamları vardır; çiçekleri daima parlaktır ve temiz kalır . Bataklık ortamı çeşitli durumlarda yaprakları pisletse de yapraklar kendini temizleyebilme özelliğine sahiptir. Ayrıca, tahmin edebileceğiniz üzere, suyun üstüne görünen çiçeğinin yanı sıra suyun altında derin bir kökü bulunur. Bir başka ifadeyle, bataklığın hem görünen yüzünde hem de görülmeyen derinliklerinde her türlü “pisliğe”, üzerinde konumlandığı suyun bulanıklığına rağmen tüm zarafetiyle var olmaya devam ederler. Adaylık tartışmaları, altılı masa içindeki kavgalar, partilerin oy oranları, vekillik hesapları, bildiriler ve Twitter kavgaları… The Washington Post’un “2023 yılında dünyadaki en önemli seçim olacak” dediği genel seçimler öncesi muhalif kamuoyunun ideal bir düzlemde olduğu söylenemez. Belki de en umutlu ve motive olmamız gereken günlerde, suyu bulanıklaşan ve toksikleşen muhalefet, bataklığın içinde bu metni temiz tutmak zorunda. Çok kısa bir süre sonra açıklanacak Ortak Politikalar Metni (OPM) aday kim olursa olsun bağımsız 2023 kampanyasının temel direğini oluşturacak. Bir başka ifadeyle bu metin, adaylık tartışmaları ve partiler arası kavganın içinde bir lotus mu olacak, yoksa suyun bulanıklığı bu metnin yapraklarına da mı nüfuz edecek? Zira, amaçların ve araçların birbirine girdiği, AKP’nin para musluklarını iyice açmaya başladığı bugünlerde uygulanacak politikaların seçmenler tarafından benimsenmesi, öğrenilmesi ve sokakta anlatılabilir hâle getirilmesi çok büyük önem taşıyor. Medyaya, yargıya, bürokrasiye bu denli hâkim bir Leviathan’a ( e.n. otokratik yapılanma) karşı, muhalefetin enerjisi, bir arada kalma hali ve sokakta değişimin ayak seslerini topluma hissettirebilmesi kilit bir rol üstlenecek. Bütün bunların olması için önce bizlerin iktidara inanmamız gerekiyor. Kılıçdaroğlu’nun altılı masanın ortak adayı olmak istediği ve partisinin kurumsal desteğini önemli ölçüde arkasına aldığı bir gerçek. Kılıçdaroğlu’nun adaylık kampanyası ise 2021’in sonlarından itibaren hız kazandı. Sosyal medyada değişen dili, 128 milyar dolar kampanyası, yaşanan krizlerde kurumlara yaptığı baskınlarla büyük bir ivme yakaladı. Bilhassa Meral Akşener’in aday olmayacağını açıklaması ile gözler tamamen onun üzerine çevrildi. Anket sonuçları da bu sürecin sonunda 2022’nin yaz aylarında Kılıçdaroğlu’nun destek oranının zirve yaptığını doğruluyor. Bu yükseliş yalnızca Kılıçdaroğlu’na mahsus da değildi; AKP kendi iktidarının en düşük seviyesine geriledi ve anket ortalamalarında %25’lere yaklaştı. Lakin sürecin devamında muhalefet bir iç çatışmaya girdi, ivmeyi kaybetti. Bilhassa toplumdaki adaylık ve altılı masadaki güç dengesi tartışması muhalif ivmeyi adeta bir girdap gibi içine çekti. İşte bu girdap, Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşadığımız bir ortamda, belki de güle oynaya kazanacağımız seçimi farklı bir noktaya getirdi. İşte bu girdap, toplumun birbiriyle kavgalı kesimlerini birleştiren Erdoğan karşıtlığını, AKP’nin hayatlarımızda ve hayallerimize el uzatmasına duyduğumuz ortak öfkeyi hafifletti. Bütün “pozisyonlamalar”, her şey ve herkes, adaylık tartışmasına yapacağı etkiler hesaplanarak desteklendi ya da desteklenmedi. Hatalara “tekmeler” adaylık tartışmasındaki pozisyonlara göre vuruldu. Çelişkili biçimde, bütün bu sorunları çözmesi için kurulan Altılı Masa toplantıları sakin geçti. Görünen o ki toplumu bütün eğrileriyle ve doğrularıyla temsil etmesi gereken liderler bu gerginliği, telaşı ve kavgayı temsil edemedi. Altılı Masalar birlik ve umut kokan bildirilerle son bulurken, liderler masa dışında polemiklere ve “göndermelere” devam etti. Acaba tam tersi olması gerekmez miydi? Bu kapsamda, bir siyaset bilimci olarak yakından takip ettiğim pek çok somut politika ve söylem bu girdabın içinde kayboldu. CHP’nin vizyon toplantısı ve devamında yayınladığı Vizyon Belgesi partiye yenilenmiş yaklaşım, ülkeye mevcut yüzyıla uygun bir reform sunuyordu. İyi Parti’nin Ekonomide Kuruluş Programı son derece donanımlı ve uluslararası bir ekonomi kadrosuyla hazırlandı. Deva Partisi birçok alanda detaylı eylem planları açıkladı. HDP’nin aylar önce açıkladığı 11 maddelik Demokrasi Tutum Belgesi kamuoyunda hiç konuşulmadı. Bu görmezden gelme hâli HDP’yi aday çıkaracağını beyan etmeye itti. Zira belki de artık onlar da farkındaydı ki aktüel siyaset oyunu belgelerle, raporlarla, planlarla değil; adaylık tartışmaları ve bu sürecin gelişimi üzerinden oynanıyordu. Çok kısa bir süre sonra bir paket açıklanacak. Bu paket hem duyduğum hem de tahmin ettiğim kadarıyla, hayatımıza direkt dokunacak sayısız politika ve reform öneriyor. Seçime kısa bir süre kaldığını da göz önünde bulundurursak, aday kim olursa olsun bu metnin tamamı -hiç yoktan önemli bir kısmı- yeni yönetimin yol haritası olacak. Bu metin, adayın isminden bağımsız, sokaklarda, stantlarda, akraba buluşmalarında anlatacağımız reformları anlatacak. Adayın kim olduğundan bağımsız olarak , muhalefet partilerinin altına imza attığı bu metin bize AKP’den daha iyi ve sürdürülebilir bir hayat sunacak. Peki ya bizler ve hatta liderler, adayın kim olacağından bağımsız, bu metni heyecan ve coşkuyla karşılayabilecek miyiz? Bu metni, uğruna bir araya geleceğimiz, hayata geçmesi için sandıklara kendimizi siper edeceğimiz bir lotus gibi temiz tutabilecek miyiz? Altılı masanın ortak programı, muhalefetin seçim sürecindeki son büyük hamlesi olacak. Dolayısıyla bütün bu girdabın, bulanıklığın, hataların içinde, hem suyun yüzünde hem de suyun altında çamura bulaşmadan var olmaya devam etmesi hayati önem taşıyor. Bunu sağlama görevi de tam da bu gibi dikenli yollarda gemiyi yürütmeleri için orada bulunan liderlerde olacak. Şayet bunu başaramazlarsa onları ne seçmen ne de tarih affedecek. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Hatalara bir nilüfer: Ortak politikalar metni

Ocak 21, 2023

·

Makale

Yargılanmayan otokratlar ne yapar?

Susan Stokes Başkanlık seçimini kaybeden Trump destekçileri tarafından 6 Ocak 2021'de düzenlenen ABD Kongre Binası işgalinin bir benzeri de Brezilya'da yaşandı. ABD'de iki yıl önce gerçekleşen baskının ardından bu sefer de Brezilya'nın Eski Başkanı Jair Bolsonaro'nun destekçileri Ulusal Kongre, Yüksek Mahkeme ve başkanlık sarayını basarak Bolsonaro'nun “ Tropik kuşağın Trump’ı ” olarak anılmasını sağladılar. Brezilya'daki başarısız ayaklanma ile ABD Kongre Binası'na düzenlenen saldırı arasındaki esrarengiz benzerlik, Bolsonaro ile Trump arasındaki pek çok paralelliği de ortaya koymakta. Her ikisi de aşırı sağcı, antidemokratik, tek dönemlik başkanlar olup Covid-19 salgını sırasında sadece dezenformasyon ve kabadayılık yaparak yüz binlerce insanın hayatına mal oldular. Her ikisi de basını taciz etti ve yargının bağımsızlığına meydan okudu. Her ikisi de sadece büyük çaplı sahtekarlıkların ve hileli oy makinelerinin yeniden seçilmelerini engelleyebileceğini iddia etti. İkisinin de mirası, ülkelerindeki seçimlerin dürüstlüğünden şüphe eden milyonlarca vatandaş ile demokrasiyi yıkmak için beyhude bir çabayla kendi başkentlerini yağmalayan ve polis memurlarına şiddet uygulayan binlerce kişi oldu. Ancak Bolsonaro ve Trump'ın başkanlık sonrası dönemleri arasındaki ince farklar, antidemokratik eski liderlerin yargılanmasının öneminin altını çiziyor. Pek çok Amerikalı, Trump'ın ayaklanmayı kışkırtmakla suçlanmasının, sonraki her yönetimin mahkemeleri siyasi hesaplaşmalar için kullandığı bir kısasa kısas dinamiği yaratacağından endişe ediyor. Ancak 1989'da Brezilya'da demokrasinin yeniden tesis edilmesinden bu yana yaşananlar bunun aksini gösteriyor. Askerî rejimin sona ermesinin ardından Brezilya'da demokratik yollarla seçilen ilk başkan Fernando Collor, "nüfuz ticareti" yapmakla suçlanmasının ardından 1992 yılında istifa etti. Yine de görevden alındı ve böylece bir daha seçimle göreve gelmekten de men edilmiş oldu. Daha sonra cezai suçlamalardan beraat eden Collor'un siyasi hakları iade edilerek daha alt makamlara aday olmasına (ve kazanmasına) izin verildi. Daha sonraki Brezilya başkanları da suçlandı ve bazıları adli ihlallerle karşı karşıya kaldı, ancak Brezilya sonsuz bir misilleme kovuşturması döngüsüne girmedi. Collor'un yerine geçen Fernando Henrique Cardoso, kendi halefi (ve şimdiki başkan) Luiz Inácio Lula da Silva'yı sık sık eleştiriyordu. Ancak Lula'nın yönetimi yargı sistemini hesaplaşmak için kullanmadı. Lula'nın kendisi de yolsuzluktan suçlu bulundu ve mahkumiyeti iptal edilmeden önce 12 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve iki yıldan az bir süre hapis yattıktan sonra 2019 yılında serbest bırakıldı. Lula'nın siyasi hakları nihayetinde iade edildi ve Bolsonaro'yu yenerek yeniden başkan oldu, ancak iddianamesinin gerekçeleri tamamen siyasi ya da temelsiz değildi. Bolsonaro'nun kendisi de sahte haberler yayan bir trol ordusu kurmak ve elektronik oylama hakkında yanlış bilgi yaymak gibi suçlamalarla karşı karşıya kalabilir. Bolsonaro'nun siyasi partisi seçim mahkemesinden milyonlarca oyun iptalini talep ettiğinde, mahkeme ülkenin elektronik oylama sistemini baltalamaya çalıştığı gerekçesiyle partiyi para cezasına çarptırmış ve mal varlıklarını dondurmuştu. Brezilya medyası Bolsonaro'nun dokunulmazlık karşılığında demokrasiye saldırmayı bırakmayı teklif ederek kendisi ve aile üyelerini hapse girmekten kurtarmaya çalıştığını yazdı. Bazıları Bolsonaro'nun şu anda Florida'da bulunmasının, ülkesindeki olası suçlamalardan kaçma çabası olduğunu öne sürdü. Bolsonaro'nun yasal risk altında olması, yıllarca idolünün izinden gittikten sonra neden aniden Trump'ın taktiklerinden saptığını açıklayabilir. Bolsonaro'nun seçim sonuçlarını kabul etmeyi reddetmesine rağmen, Başkan Yardımcısı kasım ayında iktidarın barışçıl bir şekilde el değiştirmesini kabul etti. Trump hâlâ büyük bir seçim sahtekarlığının kurbanı olduğunu iddia ederken, Bolsonaro sessizliğe gömüldü. Trump 6 Ocak'ta isyancıları bir araya getirip eylemlerini savunmaya devam ederken, Bolsonaro bu hafta Brezilya'da yaşanan şiddet olaylarını kınamak üzere Disney World yakınlarındaki sığınağından çıktı. Brezilya'nın kuzey komşusu Venezuela da isyancıların yaptıklarının yanlarına kâr kalmasına izin vermenin tehlikelerini gözler önüne seriyor. Ülkenin deneyimlerinin de gösterdiği gibi, diktatörlük heveslileri yeniden ortaya çıktıklarında, daha da pervasız olma eğilimindedirler. 1992 yılında Hugo Chávez adında bir yarbay, seçilmiş Venezuela hükümetine karşı iki başarısız darbeye liderlik etti. Chávez 1998'de başkan seçilmeden önce dönemin başkanı Rafael Caldera tarafından hapisten erken salıverildi. Daha sonra Venezuela demokrasisinin yıkımına başkanlık etti ve ekonomisini çökertti. Ekvador ise bir başka ibretlik öykü sunuyor. 2000 yılında ciddi bir ekonomik kriz ülkenin seçilmiş başkanı Jamil Mahuad'a karşı kitlesel protestolara yol açtı. Olay yerinde bulunan Albay Lucio Gutiérrez, göstericiler Ulusal Kongre'ye akın ederken seyirci kaldı. Protestolar daha sonra Gutiérrez ve kurmayları tarafından yönetilen bir darbe girişimine dönüştü. Gutiérrez ne askerî ne de sivil mahkemelerde darbe girişimi nedeniyle hiçbir zaman cezai kovuşturmaya uğramadı. 2002 yılında Gutiérrez başkanlığa adaylığını koydu ve kazandı. Daha önce demokratik kurumlara karşı sergilediği küçümseme, Yüksek Mahkeme'yi askıya aldığı ve daha sonra olağanüstü hâl ilan ettiği başkanlığının belirleyici özelliği haline geldi. Görev süresi, Brezilya'nın kendisine siyasi sığınma teklif etmesinin ardından helikopterle Ekvador'dan kaçmasıyla sona erdi. Bolsonaro'nun hikayesinin son bölümü henüz yazılmadı. Ancak iddianame korkusunun onu terbiye ettiğine dair ipuçlarını şimdiden görüyoruz. Bu dersi iyi almalı: eski başkanları yargılamak riskler taşısa da, ayaklanmacıların ve otokratların hesap vermekten kaçmasına izin vermenin bedeli çok daha ağır olabilir. Chicago Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi Profesörü olan Susan Stokes, aynı zamanda Chicago Center on Democracy'nin de fakülte direktörüdür. © Project Syndicate , 2022.

Yargılanmayan otokratlar ne yapar?

Ocak 14, 2023

·

Makale

Yeni dünya, yeni toplum ve yeni siyaset

Ali Gül İnsanın dünyasını fiziki çevresi, bu fiziksel çevreye dair oluşturduğu imgeleri ya da diğer bir ifadeyle hayatı anlamlandırdığı dil mekanizması ve kurduğu ilişkiler oluşturur. Bunların her birinin son 30 yılda geçirdiği dönüşüm, artık yeni bir dünyada yaşadığımızı kabul etmeyi gerektiriyor. Bu yeni dünyayı eski dünyanın kavramlarıyla düşünmek, eski dünyanın kurallarıyla idare etmeye çalışmak beyhude bir çaba ve bugün yaşadığımız sıkıntıların esas kaynağı. Yeni dünyayı birkaç temel etmen meydana getiriyor, bunlardan ilki kentleşme. 1980'lere başlarken Türkiye'nin %50'sinin köy gibi kırsal yerleşim alanlarında yaşadığı tahmin ediliyor. Bu oran Konda anketine göre 2008'de %34, 2018'de ise %16. Oysaki bundan 100 yıl öncesine gittiğimizde, Türkiye'nin neredeyse tümü kırsal alanlarda yaşıyordu. Fakat artık ezici bir çoğunluk kentlerde yaşıyor. Bu değişim türümüzün 10 bin yılı aşan yerleşik hayat deneyimi düşünüldüğünde oldukça kısa bir sürede gerçekleşti. Bu yaşanan değişimin beraberinde neleri getirdiği üzerine daha çok düşünülmesi gereken bir konu. "İki ayrı dünya" Köy ve kent, fiziki koşulları ve bu koşulların yarattığı yaşam pratiğiyle iki ayrı dünya demek. Köyde büyüyen, ilk gençliğini köyde geçiren bir insanın dünyayı anlamlandırmasıyla kentte büyüyen, ilk gençliğini kentte geçiren bir insanın dünyayı anlamlandırması arasında uçurumlar var. Köylü bir ailenin kentte büyüyen çocuğu olarak uzun yıllar bu farklılığı düşündüğümü hatırlıyorum. Buna basit bir örnek vermeliyim. Küçüklüğümden itibaren annem beni sıklıkla arkadaşlarımı "bizim köylülerden" seçmem konusunda uyarırdı. "Elin oğlunu boş ver, bizim köylülerle arkadaşlık et!" derdi. Ben bunu pek umursamaz, okulda tanıştığım başka memleketli insanlarla arkadaşlık ederdim. Yıllar sonra anladım ki annemin bu tavrı, siyasette de sıklıkla gördüğümüz memleketçiliğin de çıkış noktası. Köyde büyümüş, ilk gençliğini köyde geçirmiş bir insan oldukça kaotik bir yer olan kente geldiğinde, huyunu suyunu bildiği ya da aşağı yukarı aynı çevreyi paylaştığı kendi köylülerini güvenli bir liman olarak görüyor. Fakat kentte büyümüş benim gibi insanlar için bir kişinin nereli olduğunun pek de bir önemi yok. Bunun yerine bu kişinin yaşam pratikleri ve yaşama dair fikirleri, bize ne kadar benzeyip benzemediğini gösteriyor ve buna göre ilişkiler kuruyoruz. Bir diğer etmen Yeni dünyayı meydana getiren diğer temel etmen elbette ki internet ve 2008’den itibaren akıllı telefonlar. Kentleşmenin getirdiği fiziki değişimin çok daha ötesine geçerek, insanları sanal bir alemde birleştiren internet ve akıllı telefonlar, hayatımızı bir daha dönülemeyecek seviyede değişikliğe uğrattı. Tarihin hiçbir döneminde insanlar bu kadar çok insanı, onların fikirlerini ve onların yaşamlarını anlık olarak görmedi. Tarihin hiçbir döneminde insanlar bu kadar çok insan ile iletişim kurmadı. Bunun getirmiş olduğu çeşitlilik ve bireyselleşme, Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar seküler ve rasyonel bir yaşam pratiğini görmemize neden oluyor. Bu yeni dünya, beraberinde yeni bir toplum da getirdi. Kentte büyüyen, internet kültürüne doğan insanlarla köyde büyüyen ve internete daha sonra aşina olan insanlar arasında hayata bakış ve hayatı anlamlandırma konularında kökten farklılıklar bulunuyor. Bu durum bugünlerde yaşanan kuşaklar arasındaki çatışmanın, önceki kuşak çatışmalarından çok daha şiddetli ve yapısal olmasına da neden oluyor. Yeni dünyanın insanı devlete, otoriteye, farklı insan gruplarıyla birlikte yaşamaya, eski dünya insanına göre oldukça farklı bakıyor. Bunu çevrenizde de gözlemlemeniz mümkündür. Türkiye’de artık yeni bir toplum var. Bu toplumun önemli bir bölümü dünyaya rasyonel ve seküler bir çerçeveden bakıyor. Devletle olan ilişkilerini de bu çerçevede kuruyorlar. Onlar için devlet masaya elini vuran, bin yıllık geleneği olan efsanevi ve sisler ardında gizli bir yapı değil. Tam tersine devlet bizim vergilerimizle bize hizmet eden bir kamu tüzel kişiliği. Bu insanlar için ne devlet kutsal, ne de siyasetçiler. Dolayısıyla devletin ve siyasetçilerin yaptıkları işleri şeffaf bir şekilde açıklamaları, gerekçelendirmeleri ve hesabını vermeleri bekleniyor. Ancak bu beklentiler uzun süredir karşılanmıyor, bir gün karşılanacağına dair bir umut da verilmiyor. Siyaset bu değişime ayak uyduramıyor. Değişimin görünüşü Toplumdaki bu dönüşümün çok hızlı bir şekilde kendini gösterebildiği alanlar var, bir de bu dönüşümün daha yavaş yaşandığı alanlar var. Müzik, bu farklılaşmanın çok hızlı bir şekilde görülebildiği alanların başında geliyor. 5 yıl önce oldukça az dinlenen trap müzik, 5 yıl içinde Türkiye’de en çok dinlenenler listesine ipotek koyabiliyor. Piyasa koşullarına göre şekillenen, Spotify ve Youtube gibi kanallar aracılığıyla piyasaya giriş maliyetlerinin artık oldukça düştüğü bu alanda değişimin bu kadar hızlı olması şaşırtıcı değil. Fakat siyaset ve siyasi partiler gibi alanlarda bu değişimi görmek pek mümkün olmuyor. Bunun temel nedeni, siyasetin oldukça yerleşik ve hantal yapılar olan siyasi partiler eliyle yürütülmesi ve yeni partilerin kurulmasının da oldukça maliyetli olması. Görülüyor ki Türkiye’de toplumun son 30 yılda yaşadığı değişime en uzak kalan alan siyasi partiler ve siyaset kurumu. Değişime direnen bu yapılar hem uzun süredir aynı veya benzer gruplarca yönetiliyor, hem de yeni dahil olan kişileri de sarıp sarmalayan katı kültürlere sahipler. Bu yüzden gençlerin mevcut siyasi partilere girmesi, aslında bu partilerden ziyade o partilere giren gençleri değiştiriyor . Zira bu partiler oldukça yerleşik bir siyaset kültürüne sahip, oldukça da kalabalık yapılar. Bu kadar büyük yapıların değişmesi de zaman alıyor. Fakat hiçbir şey tarihin akışının önünde duramaz. Türkiye’de geçtiğimiz yüzyılın kalıplarıyla düşünmeyen, hiç kimseye karışmadan insan gibi çalışıp insan gibi kendi hayatını yaşamak gibi oldukça mütevazı bir isteğe sahip olan milyonlarca vatandaş var. Bu vatandaşlar Türkiye’de siyasetin yeniden rasyonel bir zemine oturmasını sağlayabilecek güç ve cesarete sahiptir. Anlattıklarıma bir örnek… Bu anlattıklarıma dair çok yakın tarihli bir örnek geçtiğimiz haftalarda Saraçhane’de yaşandı ve bugünlerde yaşanmaya devam ediyor. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında 14 Aralık'ta bir siyasi yasak kararı verildi. Karar kesinleşirse İmamoğlu görevinden alınacak. Bu hareketin ne kadar cüretkar ve akıl almaz bir hareket olduğunu, o gün sosyal medyada verilen tepkilerde görmek mümkündü. Milyonlarca insanın oyuyla seçilmiş olan, Türkiye’nin kalbi İstanbul’un belediye başkanını, kendisine hakaret eden bir bakana yanıt verdiği için böyle hukuksuz bir kararla hiç kimse görevinden edemez. Bu hareket aşılamayacak bazı çizgilerin aşılması anlamına gelir ve buna uygun olarak yanıt vermek gerekir. Birçok vatandaş bu durumun farkında olarak yaşanan hukuksuzluğa inanılmaz bir tepki gösterdi, aynı gün Ekrem İmamoğlu tarafından yapılan çağrı üzerine on binlerce insan Saraçhane’de toplandı. Fakat kurumsal siyaset ve çoğunluğunu yaşlıların oluşturduğu Altılı Masa, o gün bir şeyler yapmak yerine bir sonraki güne bir miting ayarladı, ardından da bu heyecan ve öfkeyi sönümlendirmek için elinden geleni yaptı. Liderler yaptıkları konuşmalarda yapılan hukuksuzluğu kınarken sürekli olarak daha önce yapılmış hukuksuzlukları örnek gösterdiler, benzer bir hukuksuzluk olduğunu ifade ettiler. “Karşısındayız, sandıkta hesap soracağız” gibi genel ifadelerle mitingi sonlandırdılar ve milyonlarca insana bir nevi “Tamam hadi artık işimize bakalım” dediler. Oysaki milyonlarca insanın vermiş olduğu oylar hepimizin gözü önünde adım adım gasp edilirken, buna 6 ay sonraki sandığı işaret ederek yanıt vermek içinde yaşadığımız dünyanın gerçekleriyle bağdaşmayan bir tavırdı. Buna rağmen liderler bu tavrı almakta bir beis görmediler, partilerinden ve seçmenlerinden bu tavrı değiştirecek ciddi bir baskı da hissetmediler. Vatandaşlar bu yaşananlara karşı siyasi partilerin süreklilik arz eden bir tepki örgütlemesini, konuyu gündemden düşürmemelerini ve normalleştirmemelerini beklediler. Zira adım adım gerçekleşen bu yargı darbesi, eğer ciddi bir tepki verilmezse devam edecekti – ki bunun devam ettiğini yeni açılan terör soruşturması ve kayyım atanması tartışması açık bir şekilde gösteriyor. Geleneksel siyaset bu konuda ciddi bir çaba ortaya koymadığı için bir grup sivil vatandaş 26 Aralık tarihinde Saraçhane’de 30 gün sürecek Demokrasi Nöbeti’ni başlattı. İlk günlerde pek az kişinin ilgisini çeken bu eylem, devamındaki günlerde gittikçe kalabalıklaştı ve siyasi partilerin de bu tepkiyi sahiplenmesini getirdi. Sivil vatandaşların başlattığı bu eyleme akademisyenler, sanatçılar, siyasetçiler katılım sağlıyor ve yapılan yargı darbesine karşı birlik ve dayanışma mesajları veriyorlar. Ali Gül/Twitter Bu basit örnek ülkemizde siyasetin de değiştirilebileceğine dair büyük bir umut veriyor. Yeni siyaset, Türkiye’deki genç ve eğitimli insanlar eliyle kurulacak. Bunun için, içinde bulunduğumuz vaziyetin imkan ve şeraitine bakmadan harekete geçmek ve bunda inat etmek gerekecek. Tıpkı bundan 100 yıl önce olduğu gibi.

Yeni dünya, yeni toplum ve yeni siyaset

Ocak 7, 2023

·

Makale

Aktör ama aday değil

Vahap Coşkun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nu siyasi yasaklı hâle getiren cezanın, hukuki değil, baştan aşağı siyasi bir karar olduğu izahtan vareste olsa gerektir. Kararın hukukla uzaktan yakından bir alakası yok; dolayısıyla hukuki değerlendirmelerde bulunmanın, AİHM ve AİHS'nin ifade özgürlüğü içtihatlarından ya da Yargıtay'ın benzer davalarda verdiği kararlardan dem vurmanın da hâlihazırda kimseye bir faydası yok. Zira kararı verenler de en az karara muhalif olanlar kadar, bu bilgilere vakıf. O nedenle projektörleri siyasi alana tutmak, kararın siyasi arka planını konuşmak daha bir elzem. Bana göre, bu meşum kararın altında, biri geçmişe ve diğeri de geleceğe dönük iki siyasi sebep yatıyor. Kararın geçmişe bakan yönü 2019 İstanbul seçimleriyle ilgili; AK Parti, İstanbul'un kaybedilmesini hazmedemedi, hazmedemiyor. İmamoğlu'nun, yenilmez olduğu düşünülen Erdoğan'ı -Binali Yıldırım'ı değil- hem de bir değil iki kez geçmesi, bir türlü kabullenilmedi, kabullenilmiyor. AK Parti iktidarının İmamoğlu'na karşı başvurduğu hukuki, siyasi ve fiili her tedbirde bunu görmek mümkün. Mamafih, İmamoğlu'nu başkanlıktan düşürülmesi, iktidar için, sadece altından kalkılamayan siyasi mağlubiyetin rövanşını almak manasına da gelmiyor. Bu, aynı zamanda iktidara, gelecek yıl yapılacak olan seçimlere İstanbul belediyesini elinde tutarak girme olanağı da sağlıyor. Mühim bir husus bu; çünkü iktidar, muhalefetin büyükşehir belediyelerinin sosyal yardım hizmetleriyle dar gelirli kesimlere ulaşmasını kendisi için ciddi bir tehlike addediyor. Göz ardı edilemeyecek bu tehlikenin kısmen de olsa bertaraf edilmesi için İmamoğlu'nun taca çıkarılması gerekiyor. Hülasa iktidar bir taşla -en az- iki kuşu gözüne kestiriyor: İstanbul'a hukuk zoruyla el koyarak, bir yandan siyasi hezimetin yarattığı psikolojik tahribatın asgariye çekmeyi düşünüyor, diğer yandan da belediyenin devasa kaynakları sayesinde seçimlerde çokça ihtiyaç duyulacak olan ekonomik gücü azamiye çıkartmayı planlıyor. "Doğal aday" Kararın geleceğe bakan yönünde ise 2023 cumhurbaşkanı seçimleri var. Ortak adaylık bahsinde muhalefet cenahında üç adayın ismi zikrediliyor: Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş . İktidar bu üç potansiyel adaydan birine yönelik hukuki kılıf giydirilmiş ciddi bir siyasi hamlede bulundu ve böylelikle kartların yeniden dağıtılmasına neden oldu. Adaylık hesapları güncellendi. Tartışmaların merkezinde, bittabi, İmamoğlu bulunuyor. Kararın çıktığı andan itibaren onun hakkında birbirine zıt yorumlar yapıldı. Öne çıkan iki yorum var: Biri, mağdur edildiği için İmamoğlu’nun artık doğal bir aday hâline geldiğini ve Altılı Masa'nın onu aday göstermekten başka bir çıkış yolunun olmadığını söylüyor. Diğeri ise, bu dönem için artık İmamoğlu'nun adaylık şansının kalmadığını belirtiyor. Zannımca bu karar, İmamoğlu'nun siyasi kariyerini biri menfi biri de müspet olmak üzere iki yönlü etkide bulundu: Menfide kastım, İmamoğlu'nun adaylık ihtimalinin çok zayıflamasıdır. Doğrusu, bu karardan önce de, siyasetin doğasının İmamoğlu'na geçit vermeyeceği kanısındaydım. Fakat toplumdan gördüğü teveccüh yine de İmamoğlu'na bir kapı açıyordu. Ancak iktidar, İmamoğlu'nun hukuki durumunu bütünüyle belirsiz kılan bu kararla, o kapıyı tamamen kapattı. Bu karar, İmamoğlu'nun adaylığı hâlinde, seçime girip girmeyeceğine ve kazandığında mazbatayı alıp almayacağına iktidarın karar vereceği bir vasat oluşturdu. Altılı Masa'nın İmamoğlu'nun adaylığı konusunda mutabık kaldığını düşünün. Adayların kesinleştiği ve seçime az bir zamanın kaldığı bir vakitte İmamoğlu'nun mahkûmiyeti onanırsa ne olacak? Cevap basit: Muhalefet, adaysız kalacak. Peki, "Hayır, bu kadar kısa bir sürede karar onanmaz, o nedenle bu endişeler yersiz" diyebilecek kimse var mıdır? Herhâlde yoktur ya da olmamalıdır. Yargının ne derece siyasi bir aparat olarak kullanılmaya müsait olduğunu görmek için, tek başına bu son karar yeter de artar bile. Hülasa İmamoğlu'nun adaylığı büyük bir risk ve mevcut şartlar altında Altılı Masa'nın böyle bir riski alacağını düşünmüyorum. Muhalefet, hukuki durumu sallantıda olan bir adayı gösterdiğinde, seçim sürecinin inisiyatifini iktidara vermiş olur. Siyasi yasak tehdidi altındaki bir İmamoğlu ile yarışa girmek, seçimlerin kaderini iktidarın eline teslim etmekle eş anlam taşır. Hiçbir muhalefet lideri bu denli tehlikeli bir adımın sorumluluğunu almak istemez. "Muhtar bile olamaz" Kararın İmamoğlu için müspet yönü, onu bir siyasi aktör olarak daha güçlü kılmış olmasıdır. Muktedirlerin herhangi bir nedenle bir muhalif siyasetçinin yolunu hukuk aracılığıyla kesilmesi, bu toprakların insanların aşina olduğu bir durumdur. En meşhur misal, Erdoğan'ın olsa gerektir. İmamoğlu gibi o da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken siyasi yasağa maruz kalmış, hakkında "artık muhtar bile olamaz" diye manşetler atılmıştı. Ancak siyasi alanı hukuk vasıtasıyla tanzim etmeye çalışmak, her daim istenen neticeleri doğurmaz. Siyasetin akışı, hukuki hesapları boşa çıkarabilir. Mesela "siyasi hayatı bitti" denilen Erdoğan, Cumhuriyet tarihinde hiçbir siyasiye nasip olmayan bir kudrete erişebilir. Hukuk sopası bir dönem için iş görebilir; ancak bir siyasetçi eğer halk desteğini arkasına alırsa, bu sopa zaman içinde işlevini kaybeder ve hatta onu kullananların arzusu hilafına sonuçlara yol açar. İmamoğlu da, genç bir siyasetçi; önünde uzun yıllar var. AK Parti'yi çeyrek asır sonra İstanbul'da iki defa yenmek gibi, parlak bir sicili bulunuyor. Başkanlığı döneminde toplumun farklı kesimleriyle ilişki kurdu ve onlardan teveccüh de gördü. Cumhurbaşkanlığı seçimi konuşulmaya başlandığından beri isminin hep üst sıralarda yer alması da bu teveccühün bir göstergesi. O da bunun farkında, kendini -Mansur Yavaş'ın aksine yerel siyasetin değil- hep ülke siyasetinin içinde konumlandırıyor. Her hâliyle de İstanbul'un son durağı olmadığını ve daha büyük hedeflerinin olduğunu hissettiriyor. Dolayısıyla bu kararla İmamoğlu köşesine çekilecek ya da siyasetten emekli olacak değil. Aksine bu karar onun siyasi iddiasını güçlendirecek. Aday olmasa da onun hikayesi seçim sürecinin temel anlatılarından biri olacak. "Galip" sıfatının yanına eklenen "mağdur" sıfatı, siyasi kimliğini tahkim edecek. İktidarın ondan çekindiği için onu türlü ayak oyunlarıyla devre dışına çıkarmaya çalıştığı duygusu, İmamoğlu'nun siyasi yürüyüşünü hızlandıracak. Hülasa iktidar; bir taraftan kısa vadede yarışmak istemediği İmamoğlu'nun muhtemel adaylığının yolunu kapattı, ama diğer yandan da onun kuvvetli bir siyasi aktör olmasını sağlayacak kapıları da kendi elleriyle açtı. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Aktör ama aday değil

Aralık 24, 2022

·

Makale

İmamoğlu, Akşener, Kılıçdaroğlu: Siyasette ‘winner’lık

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, yerel seçimlerde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun kendisi hakkında kullandığı 'ahmak' ifadesine, "31 Mart'ta seçimi iptal edenler ahmaktır" yanıtını vermesi sonrasında YSK üyelerine hakaret ettiği iddiasıyla yargılandığı davada 2 yıl 7 ay 15 gün hapis cezası aldı. İmamoğlu, cezanın onanması halinde siyasi yasaklı hale gelecek, belediye başkanlığı düşecek ve Cumhurbaşkanı adayı olma ihtimali ortadan kalkacak. Davaya ilişkin detaylara, “ Tarih tekerrürden mi ibaret: Sıradaki aday İmamoğlu mu?” başlıklı yazıdan ulaşabilirsiniz . AK Parti: “ Biz siyasi rekabeti önemseyen bir ekibiz ” Hâkim ve savcılarının AK Parti yöneticileriyle fotoğraflarının ortaya çıktığı davadaki karar, demokratik siyasetin yargı eliyle dizayn edildiği gerekçesiyle çok geniş bir kesim tarafından eleştirildi. “Millî iradenin” yok sayıldığı, hukukun siyasi bir silah olarak kullanıldığı ifade edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin başındayken okuduğu bir şiir sebebiyle hapse atılması ve siyasi yasak almasıyla benzerlik kuruldu. Öyle ki, AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan da karara açık destek vermek yerine kararın henüz kesinleşmediğinin altını çizdi. “ Biz siyasi rekabeti önemseyen bir ekibiz. Biz meydanlarda siyasi polemik yapmayı seven bir ekibiz .” cümleleriyle siyasi yasak kararının AK Parti’de de memnuniyetsizlik yarattığını düşündürdü. AK Parti’ye yakınlığıyla tanınan yorumcu Rasim Ozan Kütahyalı da kararın hükümet çevrelerinde ve bürokraside rahatsızlık yarattığını öne sürdü ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “ kararı yanlış bulduğunu ifade etmeye ” çağırdı. Kararın “ kendisine mağduriyet yaratmak isteyen İmamoğlu’nun ve onu aday yapmak isteyen Akşener’in komplosu olduğunu ” öne süren hükümet destekçilerine bile rastlandı. İlk Saraçhane buluşması: İmamoğlu'nun yanındaki tek lider Akşener Çarşamba günü karar açıklanmadan önce vatandaşları Saraçhane’deki belediye binasına davet eden İmamoğlu’nun çağrısı karşılık buldu. Binlerce vatandaş, siyasi yasak kararını orada öğrendi. Bu andan itibaren yaşananlar ise, Altılı Masa’daki dengeleri altüst etti. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, İmamoğlu’nun duruşmasının olduğu günün sabahında ya müthiş bir öngörüsüzlük ya da bir siyasi hesap neticesinde dört günlük bir program için Almanya’ya gitmişti. Kılıçdaroğlu, “ böyle bir kararı beklemediği ” için Almanya’ya gittiğini söylese de kulislerde siyasi yasak kararı bekleyenler çoğunluktaydı. İYİ Parti lideri Meral Akşener ise İmamoğlu’nun çağrısının hemen ardından başarılı bir siyasi refleksle Ankara’dan İstanbul’a doğru yola çıktı. İBB Başkanı siyasi yasak kararını öğrendiğinde yanında ona ve eşi Dilek İmamoğlu’na sarılarak moral veren ve "Daha yeni başlıyoruz" diyen kişi Akşener’di. İki lider, binanın dışında aralarında Kılıçdaroğlu’nun yurtdışında olmasına tepki gösteren insanların da bulunduğu kalabalığın karşısına birlikte çıktı. Üstelik otobüsün tepesinde, Akşener’in Altılı Masa’ya davet ettiği ancak diğer partilerin veto ettiği BTP’nin lideri Hüseyin Baş da vardı. Akşener, o gün " Yıllar önce burada şiir okuduğu için 'muhtar olamaz' denilen bir büyükşehir belediye başkanı vardı. O cumhurbaşkanı oldu. O büyükşehir belediye başkanı, buradan sizlere seslenip demişti ki 'Bu şarkı burada bitmez'. Doğrudur, o şarkı orada bitmedi, bugün Meral Akşener olarak söz veriyorum, bu şarkı da burada bitmeyecek .” diyerek İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığına açık bir yeşil ışık yaktı. İmamoğlu ise "B u sabahki umudum bir ise şu anki umudum bin! Bizim 2023 ideallerimiz var. Hep birlikte, omuz omuza, gece gündüz çalışacağız. Milletimizi aydınlık günlere taşımak adına, 2023 yılında seçimlerde bu ülkenin üstüne çökmeye çalışan zihniyeti hep birlikte göndereceğiz." cümlelerinin ardından "2023’te her şeyin çok güzel olacağını" söyledi. İmamoğlu o akşam da tıpkı 2019’da kazandığı seçimin iptal edilmesinden sonra yaptığı gibi, umutsuzluktan umut doğurmayı başarmış, arkasına güçlü bir rüzgar almıştı. Kalabalık “ Cumhurbaşkanı İmamoğlu ” sloganı atar olmuştu. Kılıçdaroğlu'nun çıkardığı engel Tüm bunlar yaşanırken Almanya’dan dönme kararı alan Kılıçdaroğlu ise ertesi sabah soluğu İsmail Küçükkaya’nın Halk TV’deki programında aldı. Bir süredir kendi adaylığını ön plana çıkaran CHP lideri "kararın adaylık sürecini etkilemeyeceğini, hiç kimsenin İmamoğlu’nun İstanbullulara hizmet etmekten alıkoyamayacağını" söyleyerek İBB Başkanı’nın adaylığının önüne bir kere daha taş koydu. Perşembe akşamı Saraçhane’de Altılı Masa liderlerinin ve CHP’li belediye başkanlarının katıldığı bir miting düzenlendi. Kalabalık Saraçhane Meydanı’nın dışına taşmıştı. Liderlerin ve İmamoğlu’nun binadan sahneye yürüdüğü esnada, İmamoğlu’nun “yüzünün gülmediği” yorumları yapıldı. Liderlerin mesajları Altılı Masa’nın birlikte yaptığı ilk mitingdeki konuşmalarda Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu’nun "İki genel seçime başlarında girdiğim AK Parti seçmenine sesleniyorum. Sizler vesayete karşı millî irade dediniz her zaman. Sakın ha asla tahriklere kapılmayın, millî iradeyi esir alanlara karşı sesinizi yükseltin." sözleriyle AK Parti seçmenine; " Demirtaş’a yapılan hukuksuzluğu reddediyorum," cümlesiyle dikkat çeken ve alkış alan DEVA Partisi lideri Ali Babacan’ın ise Kürt seçmene hitap ettiği görülüyordu. Demokrat Parti lider Gültekin Uysal’ın “ Adaletleri batalı çok oldu. Onların adaleti Deniz Feneri davalarında zaten batmıştı .” diyerek merkez sağda AK Parti’den kopanları samimi bulmayanların adresi olmaya çalışması dikkat çekti. 2019’da İmamoğlu’na rakip aday çıkaran Saadet Partisi’nin mitinge Genel Başkan düzeyinde katılmaması da partinin İmamoğlu’nun adaylığını desteklemediği yönünde yorumlandı. Akşener İmamoğlu'nun önünü bir kere daha açtı Ancak konuşmalarda en dikkat çeken nüans farkı, Kılıçdaroğlu ve Akşener arasındaydı. İmamoğlu’nu öne çıkarmadan adalet temalı bir konuşma yapan Kılıçdaroğlu, “ Açık ve net ifade edeyim: Hiç kimse, hiçbir güç Ekrem İmamoğlu’nu İstanbul’a hizmet etmekten alıkoyamaz. Görevini onuruyla ve şerefiyle yapacaktır. ” diyerek sabahki sözlerini tekrar etti. Konuşması boyunca İmamoğlu’nu sahnede tam yanında tutan, ona “ Senin için buradayız ” diyen ve konuşmasının merkezine İmamoğlu’nun yargılandığı davayı koyan tek lider Akşener’di. İYİ Parti lideri, “Artık 16 milyon İstanbullunun dışında 85 milyon Türkiye’nin de senin yanında olduğunu burada Saraçhane’den görüyoruz .” diyerek İmamoğlu’nun sadece bir belediye başkanı değil, ülke çapında bir politikacı olduğunun altını çizdi. İmamoğlu da konuşmasındaki "Altılı Masa'nın en çalışkan neferi olacağım. Altı genel başkana hepinizin huzurunda söz veriyorum." sözleriyle adaylıktan vazgeçmediğini düşündürdü. İki farklı slogan Mitingi parti teşkilatlarının olduğu ön kısımdan değil, örgütsüz vatandaşların yoğun bulunduğu arkalardan izledim. Kılıçdaroğlu’nun sabahki sözlerini dinledikten sonra, İmamoğlu’nun mitingde muhalefetin ortak adayı olarak duyurulması yönündeki beklentim tamamen bitmişti. Ancak bulunduğum noktadaki vatandaşların beklentisi sürüyordu. Önlerdeki CHP teşkilatları “ Halkın umudu Kılıçdaroğlu ” diye bağırsa da eşlik eden çıkmıyor, arka taraf “ Cumhurbaşkanı İmamoğlu ” sloganı atıyordu. Farklı parti tabanlarının mitingde buluşması bir birliktelik duygusu yaratsa da bu beklentinin karşılanmaması, son bölümlere doğru hayal kırıklığına uğrayan vatandaşların yağmurun da etkisiyle alanı terk etmesine yol açtı. En dikkat çekici olansa, çoğunluğunun CHP seçmeni olduğunu düşündüğüm, birinci önceliği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı yenmek olan kalabalıkta CHP lideri Kılıçdaroğlu’na yönelik tahammülün oldukça azaldığıydı. İki gün boyunca İmamoğlu’na sahip çıkan ve onun adaylık yolunu açma çabası görülen Akşener, en çok alkışlanan lider oldu. Sahneye çıktığı esnada " Kurtar bizi, Ekrem’i açıkla" sesleri duyduğum İYİ Parti lideri, Kılıçdaroğlu kendi adaylığında direttikçe muhalefet seçmeninin favori genel başkanı oluyordu. ‘Winner ’ olmak Özellikle günlük hayatta siyasetle fazla ilgilenmeyen vatandaşların seçim günü kazanacağını düşündüğü lidere ya da partiye oy vermesi, kazanan tarafta yer almak istemesi seçmen davranışı çalışanların sıklıkla rastladığı bir tercih yöntemi. Yani, kazanma beceresine sahip görülmek ( winner olmak) kazanmanın da bir önkoşulu. Kılıçdaroğlu’nun defalarca seçim kaybeden bir lider olması, toplumda “ winner ” olarak görülmesini engelliyor. Oysa İmamoğlu yaşı, hitabeti ve 2019’daki seçim iptaline rağmen iki kere üst üste galip gelmesi gibi sebeplerle Akşener’in sıklıkla yaptığı “kazanacak aday” tanımına Kılıçdaroğlu’ndan daha fazla uyuyor. Üstelik geçmişten gelen yükünün olmaması ve toplumun daha geniş kesimleriyle iletişim kurabilmesi, onu parti liderlerinden daha yüksek bir oy potansiyeline sahip kılıyor. Kılıçdaroğlu, kendisini öne çıkardığı adaylık sürecinin çok daha diplomatik bir karar mekanizmasıyla sonuçlanmasını istiyor. “ Halkın sesi, Hakk’ın sesidir ” dese de, hesaplarını kağıt üzerinde yapıyor. Muhalefetin adayının hızlıca belirlenmemesinin Cumhur İttifakı’nı stratejisiz bıraktığı doğru olsa da siyasetin doğal akışını görmezden gelen bu anlayış, İmamoğlu’na yaşatılan mağduriyetin siyasi bir rüzgara dönüşmesini ve “ tarihin tekerrür etmesini ” engelledikçe başarısız olma ihtimali taşıyor. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

İmamoğlu, Akşener, Kılıçdaroğlu: Siyasette ‘winner’lık

Aralık 17, 2022

·

Makale

Pekin Deklarasyonu'nun hikâyesi: Kadınların mücadelesi

Zeliha Ünaldı 1995 yılıydı. Sibirya'nın uçsuz bucaksız bozkırlarından geçen bir trende Çin'in başkenti Pekin'e gidiyordum. 29 farklı ülkeden, sivil toplum kuruluşlarını temsil eden 200'den fazla kadınla ortak bir amaca doğru seyahat ediyorduk. Dünyayı değiştirmeye kararlı bu kadınların arzusu ve amacı aynıydı: Dünyadaki tüm kadınlar ve kız çocukları için kadın haklarını sağlamak. Hükümet temsilcilerinin katıldığı konferansın ve kadın hakları savunucularını bir araya getiren en geniş katılımlı sivil toplum forumunun sonunda Pekin'de toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadınların güçlenmesi için dünyanın en vizyoner yol haritasını yarattık: Pekin Deklarasyonu ve Eylem Platformu . 12 kritik alanda stratejik hedefi olan bu Deklarasyonu uygulama taahhüdü veren 189 hükümetle değişimin aktörleri olarak gücümüzü birleştirdik ve yıllarca sürecek bir dayanışma zemininin temelini attık. Pekin Deklarasyonu bugün yazılmış olsaydı, yine aynı stratejik hedeflerin konulacağını söylemek yanlış olmaz. Çünkü 27 yıl geçse de kadınlar ve kız çocuklarının hak mücadelesinin temel alanları aynı kaldı. Ayrıca, bütün bunlara dünyanın mücadele ettiği pandemi, iklim krizi, dijital uçurum gibi büyük ve kompleks sorunlar eklendi. 1995 yılından bu yana geçen 27 yılda kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda eğitimden sağlığa birçok alanda çok önemli gelişmeler oldu. Ancak tüm bu kazanım ve gelişmeler beklendiği kadar hızlı olamadı ve istenen düzeye ulaşamadı. 2019 yılında toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için 100 yıl geçmesi gerektiğinden bahsederken, pandemi sonrasında ancak 300 yıl sonra tam eşitliği sağlayabileceğimizi konuşur olduk. Kadınlar erkeklerle kıyaslandığında daha çok çalışıp daha az kazanıyor; sosyal, siyasal, toplumsal ve ekonomik hayata tam anlamıyla ve eşit olarak katılamıyor. Daha az çalışma saatleri, daha düşük ücretler ve ücretsiz bakım yükü, kadınların işgücü piyasasındaki varlığını engelliyor. Bu yıl dünyada 380 milyon kadın ve kız çocuğu aşırı yoksulluk içinde yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Aynı rapor, iş yerinde kadınların liderlik pozisyonlarında eşit bir şekilde temsil edilmelerine 140 yıl, meclislerde eşit katılıma ise 40 yıl olduğunu öne sürüyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama konusundaki en önemli engellerden biri ise şiddet. Kadınlar evde, kamusal ve dijital alanlarda şiddete maruz bırakılıyor. Dünya çapında her 3 kadından 1’i, çoğunlukla yakın ilişkide olduğu partner tarafından fiziksel veya cinsel şiddete maruz bırakılıyor. Cinsel tacizi hesaba kattığımızda bu rakam daha da yükseliyor. Birleşmiş Milletler Kadın Birimi (UN Women) ve Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi (UNODC) tarafından yayımlanan yeni rapora göre, her saat başı ortalama olarak beşten fazla kadın veya kız çocuğu yakın partneri veya diğer aile üyeleri tarafından öldürülüyor. Kadınlara yönelik şiddet ise sürdürülebilir kalkınmanın önünde duran en büyük engellerden biri. Şiddet son bulmazsa, eşitlikten söz edemeyiz. Eşitlikten söz edemediğimiz bir dünyada ise yoksulluğun son bulmasından, okyanusların temizliğinden, kalkınmış bir kırsaldan ya da barıştan söz etmek mümkün değil. Bu nedenle kadınlara yönelik şiddetle mücadelemiz devam ediyor. Her yıl 25 Kasım – 10 Aralık tarihleri arasında düzenlediğimiz 16 Günlük Aktivizm - Kadınlara Yönelik Şiddete Son Kampanyası bu sene #SheSaidNo etiketiyle başladı. Kampanya ile yakın partner şiddetine dikkat çektik ve kamuoyunu şiddete “Hayır” demeye davet ettik. 16 gün boyunca süren kampanyayla yakın partner şiddetinin belirtileri ve sonuçlarıyla ilgili farkındalık yaratmayı, şiddetin tespiti ve bununla ilgili nasıl harekete geçileceği konusunda kamuoyunu bilinçlendirmeyi hedefledik. Instagram hesabımızda 16 gün boyunca yayında kalan bir yakın partner şiddeti testi vardı. Testle hedefimiz kullanıcıların farkındalıklarını test edebilmekti. 5 Aralık tarihine kadar yaklaşık 47 bin kişi testimizi çözdü. Gelen ilk verilere bakacak olursak, bir ilişkideki şiddet biçimlerinin neler olabileceği ve şiddete maruz bırakılan birini tanıyorsak ona nasıl destek olmamız gerektiğine dair farkındalığımızı artırmamız gerekiyor. Bunun için herkesi shesaidno.info sitesine, yakın partner şiddeti hakkında bilgi sahibi olmaya çağırıyoruz. Bugün Dünya İnsan Hakları Günü . Bugün, kadın haklarının insan hakları olduğunu, kadınlara yönelik şiddetin bir insan hakları ihlali olduğunu tekrar hatırlamalıyız. Kadınlara yönelik şiddet suçtur ve kadınların yaşama hakkını ellerinden alacak sonuçları vardır. Pekin treninde ve Pekin'de, benimle aynı yolculuğu paylaşan birçok kadınla hâlâ aynı amaç için çalışıyoruz: Kadınların ve kız çocuklarının şiddetten uzak bir hayat yaşamaları, hayatlarını daha iyiye ve ileriye doğru değiştirebilmeleri. Kadın haklarının tam anlamıyla sağlanmış olduğu bir dünya isteği ve bu isteğin gerçekleşmesi için herkesin dayanışmaya katılması dileğiyle.

Pekin Deklarasyonu'nun hikâyesi: Kadınların mücadelesi

Aralık 10, 2022

·

Makale

Yeni bir uluslararası düzenin doğuşu

Joschka Fischer Dünya, eşi benzeri görülmemiş sayıda irili ufaklı krizlerin pençesinde kıvranıyor. Covid-19 pandemisi, artan enerji fiyatları, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ekonomilerde enflasyonun geri dönüşü, tedarik zincirindeki aksaklıklar, Rusya'nın Ukrayna'daki haksız işgali ve iklim değişikliğine kadar; bu krizlerin çoğu sadece yozlaşmanın değil, yeni bir dünya düzeninin de doğmakta olduğunun emareleri. Geçtiğimiz yüzyılın iki kutuplu düzenine dair son kalıntıların izleri de nihayet silinirken yeni bir küresel beşli ön plana çıkıyor: Bu yüzyılın iki askerî, teknolojik ve ekonomik süper gücü ABD ile Çin elbette baskın oyuncular; ancak AB, Japonya ve Hindistan da dünya üzerinde büyük çapta etkiye sahip olacaklar. Rusya'nın üzerindeyse büyük bir soru işareti salınıyor; çünkü gelecekteki statüsü, kudreti ve stratejik duruşu, pervasızca yürüttüğü taarruz harbinin sonucuna bağlı olacak. Vladimir Putin liderliğindeki Rusya , 20. -ve hatta 19. yüzyılın sonlarını- yeniden yaratmaya çalışarak umarsızca maziye sarıldı. Ancak Ukrayna'yı yok etmeye yönelik son derece yanlış yönlendirilmiş bir çabayla, en nihayetinde kendisini yok ediyor. Rusya'nın Ukrayna'da uğrayacağı askerî yenilgi artık kesinleşerek bir "eğer" meselesi olmaktan çıkıp "ne zaman" meselesine dönüştü; ancak olası sonuçları öngörmek için de henüz erken. Putin rejimi ayakta kalabilecek mi, yoksa Rusya'nın yenilgisi yeni bir bozulma ve çözülme evresinini fitilini mi ateşleyecek? Rusya'nın Doğu Avrupa ve Avrasya'nın büyük bölümündeki eski hegemonya iddiasını sürdürmeye çalışıp çalışmayacağını bu sorular cevaplanana kadar kestirmek güç. Kremlin bu iddiasından vazgeçmek zorunda kalırsa, bir dünya gücü olarak rolü de muhtemelen sona erecektir. Ancak Rusya zayıflasa ve küçük düşse bile jeopolitik bir kış uykusuna yatmasını beklemek abes olacaktır; böyle bir durumda dahi yeni dünya düzeninde -ve özellikle de Avrupa kıtası için- önemli bir istikrarsızlık kaynağı olmaya devam edecektir. Ancak 21. yüzyılda Rusya'nın devasa nükleer cephaneliğinin de jeopolitik konumunu güvence altına almak için artık yeterli olmadığı açıktır. Dünyanın geri kalanı, ekonomisinin bel kemiği olan fosil yakıtları aşamalı olarak terk etmeye başladıkça Rusya'nın ekonomik yönden de kararlı bir biçimde zayıfladığını görmekteyiz. Rusya, kırılganlığı ve içinde bulunduğu çöküş nedeniyle yeni riskler oluştururken, Çin ise bunu artan zenginliği ve gücü sayesinde yapacak. 2000'lerin başındaki büyük küreselleşme dalgası sayesinde kendisini yoksulluktan kurtarmayı ve yüksek gelir statüsüne ulaşacak şekilde pozisyon almayı başaran Çin; 2008 mali krizinin Batı'nın itibarını kısmen sarsmasıyla, küresel liderlik rolünü genişleterek kendisini ABD'nin yanında yeni bir küresel süper güç olarak konumlandırdı. Ancak Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetler Birliği'nin aksine Çin, yalnızca askerî gücüne odaklanma hatasına düşmedi. Aksine; Çin'in küresel yükselişi , teknoloji ve bilim alanında Batı ile rekabet etmek için büyük yatırımlar yaparken; ABD ve Batı egemenliğindeki dünya pazarlarına entegre olabilmek için kendisini dünyanın üretim bandının bir uzantısına dönüştürmesinden kaynaklanmakta. Çinliler elbette askerî yatırımlar yapmaktan geri durmadılar, ancak savunma ve güvenlik harcamalarının diğer her şeyin önüne geçmesine de izin vermediler. Bugün Çin ve Rusya arasındaki belirleyici fark, Putin'in aksine Çin liderliğinin uzunca bir süredir 21. yüzyılda yaşıyor olmasıdır. Geçtiğimiz günlerde Bali'de düzenlenen G20 zirvesi , iki ülkenin bakış açısı ve amaçlarındaki bu temel farklılıkları da gözler önüne serdi. Rusya kendisini diplomatik olarak izole edilmiş bulurken, Çin tüm tartışmaların ve nihai bildirinin şekillendirilmesinin merkezinde yer aldı. Ukrayna krizi konusunda Batı'nın çizgisini benimsememiş olsalar da Çin ve Hindistan gibi büyük ülkeler bu vesileyle Kremlin'le aralarına belirgin bir mesafe koyarak savaş politikasını ve nükleer tehditlerini kınadılar. ABD Başkanı Joe Biden ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping arasındaki yüz yüze görüşmeler Çin-Amerikan gerginliğini azaltmada etkili olursa, Bali zirvesi 21. yüzyılda uluslararası ilişkileri yeniden şekillendirmenin de kapısını açmış olacak. ABD ara seçimlerinde Cumhuriyetçilerin Senato'yu alamaması ve Temsilciler Meclisi'nde de çoğunluğu zar zor elde etmesi sonucunda öngörülen " kırmızı dalga " senaryosunun gerçekleşmeyişi, bizlere umutlanmak için bir başka neden daha sunmakta. Amerikalıların çoğunluğunun Eski Başkan Donald Trump'ın ABD'yi dünyadan soyutlayan politikalarına artık destek vermiyor oluşu; 2018 ve 2020'de olduğu gibi yine Cumhuriyetçilerin atılım yapmasını engelledi. ABD ara seçim sonuçları ve Bali zirvesi bir araya geldiğinde aslında bu endişe verici olması gereken dönemde bizlere umut aşılıyor. Ancak küresel işbirliği yönünde atmamız gereken daha çok adım var . Şu anda elimizdeki en büyük iki kriz olan iklim değişikliği ve Rusya'nın Ukrayna'yı işgali ancak dünyanın kilit güçleri birlikte çalışmanın bir yolunu bulursa aşılabilir. © Project Syndicate , 2022. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Yeni bir uluslararası düzenin doğuşu

Aralık 3, 2022

·

Makale

İktidarın polisi, polisin iktidarı

Murat Sabuncu Modern polis teşkilatının ortaya çıkışı Britanya'da olmuştur, geçmişi 1829'lara uzanır. Bu teşkilata daha kuruluş sürecinde; " güvenlik ihtiyaçlarının iktidara bağlı bir örgüt tarafından karşılanmasının sakıncalı olacağı" itirazları yükselmişti. Yeni kurulacak örgüt iktidara bağlı olacaksa tüm halkın değil, iktidarın yaslandığı sınıfın çıkarlarını koruyacaktı. O günden bugüne polis dünyada ve Türkiye'de çoğunlukla iktidardan yana oldu. Polis teşkilatları üzerine araştırmalar ve yayınlar yapan David Bayley'in polisin aldığı tutuma göre gelişen olaylardan şu iki farklı örneğini not edelim: Fransız Devrimi'nde polis, şehirdeki ayaklanmalara direniş göstermeyerek devrimi kolaylaştırmıştır. İtalya'da Mussolini'nin milisleri Squadrista (Kara Gömlekliler) karşısında direnmemiş, iktidarını kolaylaştırmıştır. Ayrıca Şili diktatörü Pinoche'in bir yandan insan hakları savunucularını polis teşkilatına toplatıp işkence yaptırırken öte yandan aynı kişilere kendi polis teşkilatı hakkında istihbarat çalışması yaptırdığı kayıtlara geçmiştir. Dünyada polis şiddetinin döneme ve iktidara göre hedef aldığı sadece muhalifler değil; kitleler, kimlikler de olmuştur. ABD'de 2020 yılında beyaz bir polis memurunun 8 dakika boyunca boynuna bastırarak öldürdüğü siyah George Floyd'u hatırlamak mümkün. Bunu sadece bir polisin hâli ile değil, ülke iktidarının yarattığı ortamla da okumak gerekir. Nitekim ABD'de bu olaydan sonra " Black Lives Matter" (siyahların hayatı değerlidir) gösterileri yapıldı. (Bu gösterilerin başlangıcı daha evvel yaşanan olaylarla 2013'e kadar uzanır.) Ya Türkiye'de? Gelelim Türkiye'ye… İyi bir sicil yok önümüzde… İktidarlara göre şekillenen, kendi içinde güç kavgaları veren bir yapı. Özellikle son 15 senesine tarikatların damga vurduğu bir süreç. Önce AKP'nin ortağı olarak Fethullahçıların , son dönemdeyse Menzilcilerin. Üstelik gizli saklı da değil. Resmî rakamlara yansıyan verilere göre, 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası Emniyet teşkilatından 30 bin 615 kişi ihraç edildi. İhraç edilenler arasında 116'sının emniyet müdürü statüsünde olduğunu da not etmek gerekiyor. T24'ün kıdemli güvenlik bürokrasisi yazarı Tolga Şardan'a göre şimdi Emniyet'te yoğun şekilde Menzilci yapılanması var. Biraz geriye gidelim. Türkiye'de polis teşkilatının kurulduğu yıllara. O dönem dünya üzerinde iki ekol öne çıkıyordu. Biri Fransa'nın devlet merkezli modeli, diğer Britanya'nın toplum merkezli modeli . Türkiye ilk baştan itibaren Fransız modelini benimsedi. "Devlet" tanımını genel anlamda o gün hakim, güçlü olan unsurlar olarak okumak gerekli. 28 Şubat sürecinde eğitim haklarını almak için mücadele eden başörtülülere şiddet uygulayan polis, AKP ile ittifak döneminde Fetullahçı polislerin, iktidara ya da kendilerine tehdit gördüklerine hukuk dışı dinlemeden kumpasa farklı yollara sapan polis, 15 Temmuz sonrası parti devlete dönüşen iktidarın kendine "rakip-düşman gördükleriyle" aynı ruh hâli ve tavra bürünerek hareket eden polis… Konuyu sadece İçişleri Bakanı Süleyman Soylu üzerinden de okumak mümkün. Adı suça karışmış pek çok isimle fotoğrafı, muhalefeti hatta kendi iktidar mensuplarını ‘"izlettiğine dair imaları", "mahkeme kararlarının beklenmemesinden", "suçlunun ayaklarının kırılması" çağrılarına, mafyadan para alan siyasetçiyi bilen ama söylemeyen, muhalefetin eline geçen belediyelerdeki yolsuzluk dosyalarını alan bunları sümen altı eden ama öte yandan o belediyelere sürekli "terörist çalıştırıyorlar" diye itham da bulunup kanıt göstermeyen… Liste uzatılabilir. Ancak olayı sadece Soylu üzerinden okumak yanıltıcı olur. Burada teorik tarif açısından referansım akademisyen Zafer Yılmaz'ın İletişim Yayınları'ndan çıkan yeni kitabı "Erdoğan'ın Başkanlık Rejimi" olacak. Yılmaz şöyle tarif ediyor yeni dönemi: "Yargının siyasallaşmasına eşlik eden siyasetin yargısallaşmasının ve polis operasyonlarının, temelde yargı ve polisin takdir yetkisinin artışına dayanarak, otoriter güvenlik tehdidini zırhlandırmak amacıyla hayata geçirildiğini ileri sürüyorum. Güvenlik devletinin bu yeni biçimi, yurttaş haklarına herhangi bir başvuruyu marjinalleştirmek, siyasal protestoları kriminalleştirmek ve dolayısıyla bitmek bilmeyen güvenlik politikalarını kurumsallaştırmak için organize olmuştur." Bu çarpıcı tespitlerin bir diğer önemli bölümü ise şöyle: "(İktidar) Yeni oluşacak polis devletinin yasal ve kurumsal çerçevesini hem doğabilecek meydan okumaları karşılamak hem de geçiş sürecini organize edebilmek için geliştirmiştir. Artan güvenlik politikaları işte bu bağlamda gündelik polis operasyonları ve siyasetin yargısallaşmasıyla desteklenmiştir." Aposto'daki meslektaşlarım benden " Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma'nın tarihlerinde ilk kez net cümlelerle bir siyasi partiye, liderine, CHP'ye ve Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na kurumsal olarak yanıt vermesini analiz etmemi istediğinde" biraz daha derinlemesine bir yazı yazmak istedim. Olayın İçişleri Bakanı'nın kimliğinden, muhalefete verilen yanıttan ya da polis bandosunun AKP'nin Türkiye Yüzyılı şarkısını çalmasından daha derin bir sebebi olduğunu düşünüyorum. İnşa edilen-edilmeye çalışılan yeni rejim. "Beyaz Toroslardan" Gezi'de öldürülenlere işkenceden barışçıl demokratik eylemlerde uygulanan şiddete, sadece bu iktidar döneminde değil, her dönemde pek iyi bir sicile sahip olmayan polis teşkilatının yapısı günlük ya da sloganik değil, daha derinden incelenmelidir. Son tahlilde karşımızda Max Weber'in deyimiyle " meşru şiddet tekeline sahip" bir kurum var. Ve önümüzdeki seçimlere kadar geçecek süreçte, seçim günü ve sonuçlar belli oluncaya kadar yaşanacak her an bu teşkilatın "b ir partinin-iktidarın değil tüm milletin polisi olması gerekliliği" sık sık hatırlanmalı-hatırlatılmalı. Bu arada sayıları 300 binin üzerinde olan bu teşkilattaki herkesi aynı kalıba sokmak yanlış olur. Polis içinde de halkın ve haklının yanında durarak görevini yapan hatta bunun bedelini ödeyen pek çok polis vardır. Bunu da bilmek toptancı yorumlardan kaçınmak gerekir. Kaynak Bu yazının teorik alt yapısının oluşumunda; Dr. Öğretim Üyesi Ayfer Genç Yılmaz'ın Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Dergisi'nde yayınlanan yazısından yararlanılmıştır. Ayrıca Prof. Dr. Ferdan Ergut'un "Modern Polis ve Devlet" kitabı, Zafer Yılmaz'ın "Erdoğan'ın Başkanlık Rejimi" kitabı, David Bayley'in "Gelecek için polis" çalışmasından içeriğin oluşmasında faydalanılmıştır. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

İktidarın polisi, polisin iktidarı

Kasım 26, 2022

·

Makale

Kapitalizmin Derinleşen Krizleri ve Türkiye

A Erinç Yeldan Kadir Has Üniversitesi, Ekonomi Bölümü Bu yazımda sizlere Telgrafhane yayınlarından yeni çıkan kitabım “ Kapitalizmin Derinleşen Krizleri ve Türkiye ”den alıntılarla ulusal ekonominin küreselleşen dünyaya eklemlenme biçimlerine ilişkin değerlendirmelerimi paylaşmak arzusundayım. Söz konusu kitap bir derleme niteliğinde ve Cumhuriyet gazetesinin yazı kadrosuna katıldığım 2005’ten bu yana kaleme almış olduğum yazılara dayanıyor. Yazıların kapsadığı dönem, küresel kapitalizmin içinde bulunduğu –neoliberal– küreselleşme dalgasının önce zirveye çıktığı (2006-2008); 2009-küresel finans kriziyle birlikte cilalarının döküldüğü; ve 2010 sonrasında da önce büyük durgunluk (2010–), ardından Covid pandemisi (2020–) ve güncel olarak da Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle tetiklenen savaş ve enerji kriziyle birlikte sistemik krize dönüştüğü bir ortamı yansıtıyor. Bu dönemin ayırt edici özelliklerinin başında gerek ülkemizde, gerekse küresel boyutta derinleşen gelir eşitsizliği ile birlikte sosyal dışlanma ve cinsiyet, ırk, etnik köken ve sınıfsal eşitsizliklerin getirdiği toplumsal ayırımcılık ve şiddetin yaratmakta olduğu sosyal sorunlar; bir yandan da iklim değişikliği tehdidinin bir çevre felaketine dönüşmesi olasılığı ve bunun yol açacağı iktisadi, politik ve sosyal sorunlar geliyor. Küresel ekonominin 21. yüzyılı, bir endişeler çağı olarak yaşanıyor. Anımsayalım; 1980’lerden başlayarak “başka alternatif yok” koşullandırmalarıyla sürdürülen yeni-küreselleşme efsanesi , finansal sermayenin ve ulus-ötesi şirketlerin hiper-akışkanlığına ve devlet aygıtının sermaye lehine yeniden biçimlendirilmesine dayanmaktaydı. Emek, ulus devletlerin coğrafi sınırları içerisinde hapsolmuş durumda iken, sermaye (özellikle şişirilmiş sanal değerlere dayalı finansal sermaye) ulusal sınırları aşan ve yerçekimi yasalarını hiçe sayan bir akışkanlık içerisinde bir coğrafyadan diğerine kâr peşinde koşturabiliyordu. Sermayenin bu serbest akışkanlığı önündeki her türlü yasal düzenleme ise “köhnemiş çağdışı devlet bürokrasisi” olarak nitelendiriliyor ve uluslararası finans kapital tarafından anında cezalandırılıyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidar serüveninin ilk yılları da küresel ekonomide konjonktürel olarak yaşanmakta olan bu yeni uluslararası iş bölümü çerçevesinde yaşanan büyüme evresine denk geldi (ya da başka bir söylemle, AKP küreselleşen kapitalizmin Türkiye coğrafyasını kendi yasalarına tabi kılma tasarımının yürütücüsü görevini üstlendi). AKP, başından beri yerli ve uluslararası sermayenin –ama özellikle finans sermayesinin– en gözde partisi konumundaydı. Özü itibariyle de, dış görünümü “tek parti iktidarı” olarak nitelendirilmesine karşın, bir cemaatler ve şirketler koalisyonuna dayanmaktaydı. AKP’nin bu niteliği, politika tasarımında lider kadrosunu sürekli olarak rant yaratma ve dağıtma becerisi göstermeye koşullandırdı. Türkiye, 2009 öncesinde, sıcak para akımları ve özelleştirme rantlarına dayalı ucuz döviz ve ucuz borçlanma olanakları sayesinde Lale Devri'ni andıran bir sanal genişleme yaşadı. 2009 krizi sonrası dünya ise bambaşka koşullar içermekteydi. Her ne pahasına olursa olsun büyüme kaygısı, AKP ekonomi idaresini önce kredi garanti fonuna dayalı parasal genişleme, sonrasında yap-işlet-devret modeline dayalı imar rantları ve giderek otoriterleşen ve İslami faşizm baskısıyla sürdürülen iktidar modellerine sürükledi. Büyüme, Kim İçin? Şimdi ulusal ekonominin büyüme özelliklerini irdeleyelim. Bilindiği üzere, Türkiye ekonomisi 2021’de %11,4 oranında büyüdükten sonra, 2022’nin 1'inci çeyreğini %7,5, 2'nci çeyreğini de %7,6’lık büyüme ile geçti. Ancak bu büyüme eşitsiz ve yoksullaştıran bir büyümedir ve emek gelirlerinin gerilemesi, emeğin daha yoğun sömürülmesi ile mümkün olmuştur. Kaynakları ve kalitesi açısından sürdürülemez ve ileriki nesillere borç yaratan ve doğal kaynaklarımızı acımasızca tahrip eden bir nitelikte olduğu görülmektedir. Örneğin, söz konusu dönemde yüksek büyüme temposuna karşın, emek gelirlerinin büyümenin nimetlerinden faydalanmadığı çok net görülmektedir. TÜİK’in resmi verilerine göre, işgücü ödemelerinin 2020 sonunda %31.9 olan payı, 2022’nin ikinci çeyreğine gelindiğinde %25.4’e gerilemiş durumdadır. Bu hesaplamayı, 2019’dan yani Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak adlandırılan “yeni Türkiye” rejimi bağlamında yaparsak ve 2019’dan bu yana geçen dönem içerisinde işgücü ödemelerinin ve sermaye gelirlerinin milli gelirden aldıkları paylardaki değişimleri izlersek karşımıza şu çarpıcı grafik çıkmaktadır: Grafikte TÜİK verilerinden hareketle hesaplamış olduğumuz üzere, ücretli emek ve sermaye gelirlerinin paylarındaki değişimler 2019’dan bu yana sergilenmekte. Gelir paylarındaki değişimler biraz tahayyül gücüyle, sanki ağzı açılmış bir timsahı andırıyor. Yani grafik bize Timsah Kapitalizmi olarak anılan bir betimlemeyi andırıyor. Burada kısa bir not düşelim: Timsah kapitalizmi betimlemesi ilk olarak UNCTAD’ın 2019 tarihli Trade and Development raporunda geçmişti. UNCTAD çalışanları, neoliberal küreselleşme dalgası altında küresel düzeyde yaşanmakta olan tekelleşme ve gelir dağılımındaki bozulmayı vurgulamak amacıyla aşağıda sergilenen grafik tasarımını bizlerle paylaşmaktaydı. Grafikte 1995’ten bu yana dünyadaki en büyük 2 bin çok uluslu tekelin kârlarıyla karşılaştırmalı olarak emek gelir paylarını sergilemekteydi. 1995 sonrasında tekelci karlar ve emeğin gelir payındaki açılma, UNCTAD raporunda “crocodile capitalism” –timsah kapitalizmi– olarak nitelendirilmişti: Dolayısıyla, eğer 2021’den bu yana uygulanan rasgele politikalar kümesine bir ad verilecek ise bu, emekçiler için yoksullaştıran büyüme olmalıdır. Bu arada, faiz lobisi diye düşmanlaştırılan finans kapitalin gelir kaynaklarının kurutulması şöyle dursun, bankacılık kesimi özelinde daha net olmak üzere finansal sistemin gelirleri bilakis daha da artırılmıştır. Finans sermayesine yaratılan bu kaynak transferi Yeni Türkiye Modeli’nin ayırt edici özelliklerinin başını çekmektedir. Bu bakımdan, aksi yöndeki tüm propagandaya karşın, AKP, iktidarının başından bu yana özellikle finans sermayesinin en gözde partisi olagelmiştir. Bu arada Türkiye ekonomisinde dış açık (cari işlemler açığı) sorunu çarpıcı biçimde derinleşmektedir. Artan enerji maliyetleri tüm dünyada enflasyonu tetikleyen ve Türkiye’de de artan enerji ithalatı maliyetleri nedeniyle cari işlemler açığına katkıda bulunan bir olgudur. Bunda kimsenin kuşkusu yoktur. Ancak, cari işlemler açığının ana nedeni konjonktürel olarak yaşanan, enerji fiyatlarındaki gelip geçici dalgalanmalar değil, Türkiye’nin dışa bağımlı üretim deseninin sonucudur. AKP resmî söylemleri, enerji ithalatı dışarıda tutulursa cari işlemler dengesinin artıya döndüğünü, dolayısıyla yeni modelin işlemekte olduğunu savunmaktadır. Oysa Türkiye sadece “yeni modelin” uygulandığı son bir iki yılda değil, zaten bir çok ara dönemde enerji ithalatı dışında cari işlemler fazlası vermektedir. AKP’nin iktidarda olduğu 2003’ten bu yana izlendiğinde, cari açığın (2019 yılı durgunluğu haricinde) her yıl cari işlemler dengesi toplamında açık verilmiş olduğu, buna karşın enerji ithalatı dışarda tutulduğunda bir çok yıl zaten cari fazla verildiği görülmektedir. 2003’ten bu yana toplam 20 yıllık gözlemin on ikisinde enerji ithalatı dışında cari fazla verilmiş, ikisinde de (2004 ve 2005’te 250 milyon dolar olmak üzere) mütevazı bir fazlalık elde edilmiştir. Dolayısıyla, enerji ithalatı dışında cari fazla verilmesi yeni modele özgü bir olgu değildir. Ancak, Türkiye’nin toplamda cari işlemler açığı veriyor olması AKP yönetimi ile 2000’li yıllarda başlayan yeni bir olgudur. Yeni modelde de bu olguyu dönüştürecek hiçbir tasarım yoktur. Benzer biçimde, konunun enflasyon boyutuna dönersek, enerji maliyetlerinde dünya piyasalarında bu denli bir artışın ilk kez olmadığını anımsamamız gerekiyor. Örneğin ham petrol fiyatlarının seyrini izlediğimizde, fiyat dalgalanmalarının bir çok kez yaşanmış olduğunu ama bundan önce hiçbir dönemde Türkiye’de böylesine bir enflasyon ivmelenmesinin yaratılmadığını görürüz. Örneğin 2008, 2010-2014 arası yıllarında da dünya piyasalarında ham petrolün varil fiyatı 100 dolar bandına ulaşmış, ancak Türkiye’de (dünya ortalamasına göre o dönemde de hala yüksek olan) enflasyon oranı, hiç bu denli çığırından çıkmamıştır. Dolayısıyla, 2021/2022 hiperenflasyona doğru ivmelenen fiyat artışlarının ardında enerji maliyetlerinden ziyade izlenen bilim dışı, rastgele politikalar yatmaktadır. Özetlemek gerekirse, AKP hükümetleri altında yürütülmekte olan söz konusu politikalar, dünya ortalamasına ve yüksek-orta gelirli kalkınmakta olan ülkelere görece çok daha yüksek enflasyon ; yoksullaştıran ve finans sermayesini besleyen spekülasyon-yönlü büyüme ; kronik işsizlik ; ve cari işlemler dengesinde kronikleşen açık anlamına gelmiştir. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Kapitalizmin Derinleşen Krizleri ve Türkiye

Kasım 19, 2022

·

Makale

Anayasa’da kadın-erkek eşitliği

Nazan Moroğlu, LL.M Anayasalar, bir devletin dayandığı temel ilkeleri, yönetim şeklini, vatandaşın temel hak ve özgürlüklerini, devlet güçleri arasında denge ve denetleme usullerini ve kurumların işleyişini düzenleyen toplumsal sözleşmelerdir. Cumhuriyet tarihimiz boyunca demokratikleşme ve çağdaş uygarlık yolunda ilerleme amacıyla yapılan her Anayasa değişikliğiyle, kadın haklarında gelişme sağlandığı görülmüştür. Cumhuriyetin kuruluşunu takiben yapılan 1924 Anayasasında ve 1961 ile 1982 Anayasalarında kadın erkek eşitliği yolunda çok sayıda değişiklik yapılmıştır. 1924 Anayasası Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir ilkesine dayanan 1924 Anayasasında “İptidai tahsil bütün Türkler için mecburi ve Devlet mekteplerinde meccanidir” denilerek kız ve erkek çocuklar için ilköğretimin zorunlu olduğu hükme bağlanmıştır (md.87). Ancak, 1920’lerin başında bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de siyaset yapma, milletvekili seçme ve seçilme hakkı sadece erkeklere tanınmıştır. 1924 Anayasasının 10. ve 11. maddelerinde “her Türk erkek” denilerek sadece erkeklere tanınmış olan milletvekili seçme ve seçilme hakkı, 5 Aralık 1934 tarihinde anayasada yapılan değişiklikle, kadınlara da tanınmıştır. 10. maddede yapılan değişiklikle “yirmi iki yaşını bitiren kadın, erkek her Türk mebus seçmek hakkını haizdir”; 11. maddede yapılan değişiklikle “otuz yaşını bitiren kadın, erkek her Türk mebus seçilebilir” hükmüne yer verilmiştir. Anayasanın söz konusu 10. ve 11. maddelerindeki değişiklikler çerçevesinde İntihab-ı Mebusan Kanunu’nda (Milletvekili Seçimi Kanunu’nda) değişiklik yapılmış ve anayasayla tanınmış olan eşit hakların uygulanabilmesi için seçim kanununda da bunlara yer verilerek, hem anayasa hem de yasada yapılan değişiklikler 11 Aralık 1934 tarihli Resmî Gazetede yayınlanmıştır. Atatürk devrimlerinin hayata geçirilmesindeki kararlılığı 11 Aralık 1934 tarihli Resmî Gazetede görüyoruz. Böylece, Şubat 1935’de yapılan milletvekili seçiminde 17 kadın milletvekili seçilmiş ve yasama görevine başlamıştır. Resmî Gazete 11.12.1934 no. 2877 1924 Anayasasında “ laiklik ” ilkesine ilk adım olarak nitelediğimiz değişiklik 10 Nisan 1928 tarihinde yapılmış ve anayasanın 2. maddesinden “ Türkiye Devletinin dini, İslamdır ” fıkrası çıkarılmıştır. Böylece Türkiye Cumhuriyetinde, dine dayalı ayrımcılık yapılmaksızın eşit yurttaşlık anayasal bir ilke olarak yer almıştır. 5 Şubat 1937 tarihinde yapılan değişiklikle devrimlerin güvencesi laiklik ilkesine yer verilmiştir. Bu değişiklik sonucu anayasanın 2. maddesi “Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir” şeklinde düzenlenmiştir. Laiklik ilkesi günümüzde de insan haklarının, demokrasinin ve kadın haklarının güvencesidir. 1961 Anayasası ve Sonrası 1961 Anayasasında kadın erkek eşitliği esasen genel eşitlik kuralı çerçevesinde ele alınmış; eğitim, öğrenim hakkına ilişkin 42. maddede “İlköğrenim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için mecbûridir ve devlet okullarında parasızdır” , hükmüne yer verilmiştir. 66. maddede ise kadının çalışma yaşamında korunmasına ilişkin düzenleme yapılmıştır. 1982 Anayasasında kadın erkek eşitliğinin sağlanması amacıyla yapılan değişiklikler, özellikle Türkiye’nin 1999 yılında Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak müzakere sürecine alınmasının ardından kısa vadeli taahhütler kapsamında gerçekleştirilmiştir. 3.10.2001 tarihinde yapılan ilk değişiklikle anayasanın 41. maddesindeki “Aile toplumun temelidir” hükmüne “ eşlerarası eşitliğe dayanır ” ibaresi eklenmiştir. Ancak bu değişikliğin sadece ailede eşitlikle sınırlı olması, eğitim, istihdam, siyaset gibi yaşamın diğer alanlarını kapsamaması nedeniyle özellikle kadın hukukçular tarafından yetersiz bulunmuştur. Nitekim, AB’nin ilerleme raporunda da bu hususa dikkat çekilmesi üzerine 7.5.2004 tarihinde yapılan yeni bir değişiklikle anayasanın 10. maddesine “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” fıkrası eklenmiştir. Ancak, bu defa da kadınların eşit fırsatlara sahip olmasına destek oluşturacak “ olumlu ayrımcılığa ” ilişkin yapılması beklenen düzenleme göz ardı edilmiştir. Bu eksiklik 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumda anayasanın 10. maddesine “Devletin kadın erkek eşitliğini sağlamak amacıyla alacağı tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanmaz.” cümlesi eklenerek giderilmiştir. 1924 anayasasında 1937’den itibaren yer verilen laiklik ilkesi, 1961 ve 1982 Anayasalarında da devletin “ değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ” temel nitelikleri arasında sayılmıştır. Demokratik, laik bir hukuk devleti kadın haklarının temel güvencesidir ve ülkemizde son yıllarda kadın-erkek eşitliğinden geri adım atma girişimlerinin yaşanması karşısında laikliğin korunmasına bugün her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Anayasa’da kadın-erkek eşitliği

Kasım 12, 2022

·

Makale

Siyasette yeni bir seçenek var mı?

Prof. Dr. B ekir Berat Özipek “Ben doğduğumda dünya çok daha basit bir yerdi. Sadece hırsızlar ve polisler vardı.” Matthew Waughn’in bu cümlelerle başlayan “Bir Dilim Suç” filmi, iyi ile kötünün net biçimde ayrıldığı bir dönemden söz eder. Böyle bir dönemi ben de hatırlıyorum. Türkiye siyaseti, 2000’li yılların başında büyük bir kırılma yaşadı. Demokrat Partili yıllar ve Özal ANAP’ının ardından, Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan demokratikleşme anlamındaki üçüncü büyük kırılma dönemiydi bu. Bu kırılmada bir yanda demokratik görünümlü oligarşik düzen vardı, diğer yanda çevreden gelen ve o oligarşinin mağdur ettiği kitlelere dayanarak onu demokrasiye doğru dönüştürmeye çalışan Ak Parti hükümetleri. Adaletin gereğinin ne olduğuna ve siyasette bir demokratın nerede durması gerektiğine dair sorulara cevap vermek kolaydı. Görüntü netti ve "başka sorumuz yoktu". Bugün, realiteyi hakkıyla okumayı makul insanlar için zorlaştıran, siyah ile beyazın o kadar net ayrılmadığı bir dönemdeyiz. Bugünkü siyasi manzara veya demokrat seçmenin ikilemi Eskiden Sessiz Devrim kitabında yazan, daha doğrusu o kitabı yazdıran, sahiden de Cumhuriyet tarihi boyunca yapılmamış reformları yapan bir parti vardı ve bu büyük sevabının karşısında ancak ihmal edilebilir günahları vardı. Bugün ise doğrularla yanlışların iç içe girdiği bir tablo var ve hükümet tam da o Sessiz Devrim ’de kendi yaptığı özgürleştirici icraatları aşındıran icraatlarıyla gündemde. İktisadi durumdan şikayetçi olmayan yok. Ama bütün hatalarına rağmen onu yeniden iktidara getirebilecek oyu alabilir; çünkü alternatifi, yani odağında CHP ile İYİ Parti'nin olduğu ittifak güven vermiyor ve demokrasi adına bir heyecan uyandırmıyor. İktidardan şikayetçi olup onun alternatifi olan muhalefetten korkmak anlaşılabilir bir durum ve bütün o “ben değiştim” mesajlarına rağmen CHP-İYİ Parti blokundan korkmak için haklı sebepleri var geniş kitlelerin. Toplumun geniş bir kesimi, her şeye rağmen, bu iktidar döneminde elde ettiği kazanımların tehdit altında olduğu kaygısını taşıyor. İktidar karşıtlığında liderleri ve partileri aynı hizaya getirmek seçmenin de bunu onaylayacağı anlamına gelmiyor. Ama onayladı varsayalım, bir an için Osmanlı son döneminden bugüne taşınan “ kahrolsun istibdat, çok yaşa hürriyet ” sloganı tuttu diyelim, temel siyasi konularda mutabakat olmadan kazanılacak bir zaferin ülkeye hayır getirmeyeceğini Abdülhamit karşıtlığında buluşanların ittifakından biliyoruz. Bugün altılı masa etrafında bir araya getirilmeye çalışılan muhalefetin hükümet sistemini konuştuğu kadar temel bazı konularda içeriğe girmemesinin, farklı tabanlarda ortak bir imaj oluşturma hedefi açısından bir anlamı var. HDP ile masada görüntü vermeden onun desteğini istemek, temel siyasi konularda ve haklar alanında ne yapılacağına dair açıklama yapmaktan kaçınmak ve genel bir demokrasi retoriğiyle durumu idare etmeye çalışmak, “O gitsin biz bir iktidara gelelim o zaman kozlarımızı paylaşırızın" ötesinde, yapıcı bir mutabakata dair güven vermiyor. “Güçlendirilmiş parlamentarizm” de bu anlamdaki bir mutabakatı yansıtmıyor. Sığınmacıyı ötekileştirmeden medet uman ve öyle olmadığını bildiği halde “onlara her şey bedava” veya “emekliler, size verilecek maaş zammını Tayyip Suriyelilere veriyor” diye kışkırtan bir siyasetin adalet vadetmediğini anlamak için derin bir feraset gerekmiyor. Siyasetin önünde yeni bir yol var mı? “Türk sağı demokratikleşmedeki tarihi rolünü hatırlamalı ve yeniden üstlenmelidir” diye yazmıştı 1980’lerde Kazım Berzeg. O günlerde Berzeg’in işaret ettiği şey gerçekleşmiş ve önce Özal ANAP’ı sonra da Ak Parti ile Türkiye sağı iki farklı dönemde Kemalist oligarşiden demokrasiye doğru iki büyük hamleyi gerçekleştiren siyasi aktörler üretmişti. Bugün de dengeleri değiştirecek en önemli etki , yine Türkiye’nin kadim özgürleştirici geleneğinden gelebilir. Bu anlamda birinci alternatif, Ak Parti’nin kendisini toparlayıp, eski fabrika ayarlarına dönmesi; ikinci alternatif ise demokrat tabanın yeni bir siyasi aktör üreterek veya mevcutlardan birini güçlendirerek bayrağı ona devretmesi olabilir. Ak Parti sorunun farkında ama onu değiştirecek hamleyi yapamıyor; DEVA ve Gelecek ise alternatif bir siyaset inşa ederek bu misyonun taşıyıcısı olmak yerine CHP başta olmak üzere demokratikleşme mücadelesinin onlara karşı yapıldığı eski düzenin partilerinin yanında durarak siyaset yapmayı tercih ettiği ölçüde bu misyonun taşıyıcısı olamıyor. Siyahla beyaz arasındaki eski netliğin kaybolduğu, Tek Parti döneminin bütün anti-demokratik klişeleri ve seremonileriyle yeniden gündeme geldiği bir zamandayız. Demokratik ideallerin utangaç bir siyasi dille konuşulduğu bir ortamda herkes fazlasıyla reel politikçi görünüyor. Siyasetin mevcut tablosu değişmezse, Türkiye’de demokrasinin taşıyıcısı olan seçmen sandığa mevcutlar arasında bir tercihte bulunmak için gidecek; neşeyle ve yeni bir siyaset adına ümitle değil. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır .

Kasım 5, 2022

·

Makale

Cumhuriyet nasıl bir fazilettir?

Herhâlde cumhuriyetin ilelebet payidar kalacağına en çok Romalılar inanıyordu. Dile kolay, antik dünyada 482 sene boyunca cumhuriyetle yönetilmişlerdi. Krallarını alaşağı etmişler, Senato'nun merkezde olduğu, gayet kompleks ve hassas bir sistem kurmuşlardı. Her şey de yolunda gibiydi. En azından toplumun hâli vakti yerinde olanları, eşrafı için işler tıkırındaydı. Koca bir coğrafyayı aralarındaki çıkar çatışmalarını, kurdukları cumhuriyetin kurumları aracılığıyla dengeleyerek idare etmenin yolunu bulmuş gibilerdi. Roma Cumhuriyeti 'nin sonsuza kadar süreceğine inanmamak için hiçbir sebep yoktu. Bundan dolayı, devletlerini gururla "civitas eterna" diye anıyorlardı. Osmanlı'nın "devlet-i ebed müddet" yani sonsuz devlet kavramı Roma'dan miras . Bu sonsuza gidecek cumhuriyetin siyasi ve hukuki ifadesinin zirvesi Cicero'nun yazı ve söylevlerindedir. Roma Cumhuriyeti bir insanda cisimleşse, muhtemelen Cicero donuna bürünürdü. Formülün işletilmesi karmaşık olsa da, özü basitti. Hukukla birbirine bağlı vatandaşlar, haklarının karşılığında ödevler de yüklenerek beraber "kamusal şey"i, "res publica"yı oluşturuyordu. Hep beraber kurulmuş, ortaklaşa bir şeydi cumhuriyet. Tamamen de o sebeple asırlar boyunca sarsılmayıp güçlense de ölümü biraz da mukadderattandı. Zira aslında işler pek de ortaklaşa yürümüyordu. Cumhuriyeti her zerresinde yaşamış, darbe girişimlerine karşı Senato'yu ayakta tutmuş, Roma siyasetinin neredeyse her kademesinde ter dökmüş Cicero, cumhuriyetin yıkılışına şahit oldu. Kafası kesildi ve artık zehir saçtığı düşünülen yazıları kaleme alan elleri kopartılıp şehir meydanında sergilendi. Roma'nın cumhuriyetten imparatorluğa geçişi çok verimli bir tarihsel dönemdir . İnsanların ismine aşina olduğu Romalı karakterlerin büyük çoğunluğu birbirini tanıyan, aynı dönemin karakterleridir. Sezar, Augustus, Cicero, Kleopatra, Markus Antonius, Brutus vs... Shakespeare oyunları da Roma tarihinin bu dönemi etrafında dolaşmayı sever. Benim de hakkında okumayı sevdiğim bir dönemdir. Cumhuriyet bayramlarında da sıklıkla aklıma düşer. Ne oldu da Cicero'nun üzerine titrediği cumhuriyetin kurumlarının altı boşaldı , muzaffer komutan Sezar ordularını neden Roma'nın üzerine sürdü , nerede ne oldu da az dayansa 500 seneyi devirecek cumhuriyetin kendi devriliverdi? Tahmin edersiniz ki bu soruyu soran çok. ABD başta, dünyanın içinden geçtiği derin demokrasi krizinde bu soru çok daha sıklıkla gündeme geliyor. Aslında geç bronz devri çöküşü başta olmak üzere bütün sistem çöküşleri yeniden masaya yatırılıyor. Benzer bir sistem yıkılışı sürecinden geçtiğimizi düşünenlerin sayısı ve etkinliği giderek artıyor. Bu konulara artan ilgi de bunun göstergesi. Bir sistem tek bir nedenden yıkılmaz . Birçok faktör devine devine bu sonucu oluşturur. Ancak günümüzle kıyaslandığında Roma'da cumhuriyetin yıkılıp imparatorluğun kurulması sürecinden öğrenecek şeylerimiz var . Bir defa cumhuriyet kapsayıcı olmazsa kırılganlaşıyor . Siyaset, aslen Roma'yı kuran Romulus'un senatosundaki 100 senatörün ailelerinden gelenlerin alanıydı. Ahaliye "pleb" deniyordu ve siyasete katılımları kısıtlıydı. Roma ezeli rakibi Kartaca'yı ezip geçtikten sonra (bütün bu hikayenin sonunda Kartaca'nın büyük komutanı Hannibal'in Gebze'de otoyola yakın bir yerlerde gömülmesiyle sonuçlandığını not düşeyim☺) yayıldıkça yayıldı. Askerî harcamalar arttı, zaten eşitsizlik üzerine kurulan toplumsal düzenin iyice cılkı çıktı. Askere para yetiştirmek zor iş. Bir yerden sonra askerler, devlete değil generallerine sadakati seçti. Giderek artan gelir adaletsizliği pleblere "yetti gayrı" dedirtti. İsyanlarını kendileri örgütleyemediler. En asil ailelerden gelenler rakiplerini ezmek için plebleri örgütlemeye başladı. Popülizmin temellerini pleblerin isyanını kendi kişisel ajandaları için sömüren soylular attı diyebiliriz. Bugün Trump'ın "kara kalabalıklar" dan aldığı desteğin mekanizması Roma'da da mevcuttu. Cicero'nun cumhuriyeti bir zümrenin tahakkümüydü . Sonradan birbirine düşman olacak Romalı asiller, köleler Spartakus önderliğinde isyan ettiğinde tek vücut olup binlerce köleyi kilometrelerce yolda sırayla çarmıha germeyi bilmişlerdi. Bütün yollar Roma'ya biraz da böyle çıkmıştı. Ana emek kölelere dayanır, eşitsizlik fırlar gider, yoksul halkın gözlerinin önünde sergilenen şatafattan biraz kırıntı alabilmesi için askere yazılması gerekir, popülist soylular halkın isyanını kendi çıkarları için sömürüp toplumu kutuplaştırırsa ilelebet payidar kalacağına güvenilen cumhuriyetin göçüp gitmesinden başka seçenek kalmaz. O zaman herkesin merak ettiği sorunun bugünkü kavrayışla kabaca özeti bu. Bir yönetim sistemi kapsayıcı ve adil olmazsa yıkılır gider. Cumhuriyet fazilettir' in fazileti de bu olsa gerek. Halklar diktatörün istikrarını, halktan yana olmayan cumhuriyetin ikiyüzlülüğüne her zaman tercih edecektir. Öyle olduğu için " civitas eterna" Sezar'a " dictatur in perpetuum" yani daimi diktatör unvanını verdi. Uzun lafın kısası, gelir adaleti ve toplumsal eşitlik gözetmeyen her siyasi akım cumhuriyet karşıtıdır. En güvenilen devlet kurumları bile bir kuşakta yıkılabilir. Halkın haklı isyanı üzerinde sörf yapmaya hevesli çok diktatör vardır. Gelgelelim " res publica" , "kamusal şey" diktatörlerden de her yönetim şeklinden de eskidir. Cicero ya da Sezar'ı bilip de Spartakus'te karar kılanların kararlılığının dayanağı da bu olsa gerek. Cumhuriyet hepimizin ortak varlığı olmamaya direnirse yıkılır gider. Hakkını savunmak aslen cumhuriyeti savunmaktır. Savunulmayan bir kamusal ortaklığın da yağmalayanı çok olur. Not: Bu yazı ilk defa 30 Ekim 2021'de Aposto'da yayımlanmıştır .

Cumhuriyet nasıl bir fazilettir?

Ekim 29, 2022

·

Makale

Kullanışlı muhaliflik: Hepimiz suçluyuz!

Tuğçe Tatari Bize tam olarak ne oldu? Ne oldu da bu kadar yüzeysel canlılar hâline dönüşebildik? Hiçbir şeyin arkasında gerçekten ve kararlılıkla duramayan, Direnç gösteremeyen, Sahiplenemeyen, Hatta belki kapısı çalmadıkça hiçbir sıkıntıyı içselleştirmeyen, Memlekette olan bitene sadece göstermelik tepki veren bu fazlasıyla yüzeysel kimliklere nasıl büründük? Zamanla yaşadıklarımız mı bizi etkiledi yoksa farkına varmadan tam da muhalefet ettiğimiz şeye mi dönüştük? Faşizm ve dijital iletişim çağının aynı hızla baskınlaşması mı benliğimizi bu derece değiştirdi, dönüştürdü… Yoksa sadece anlık tepkiler, anlık duruşlar sergileyerek kazanılacak anlık alkış ve anlık şöhrete tamah edip 'işimize mi bakar' olduk? Yani bizler de mi artık sadece ve sadece kendimiz için, kendimize kadar kazanç ister olduk? Kitlesel tepkilerin yaşandığı tarihsel olaylara romantik bakan biri olmadım hiç ama bugün yaşananlar, yaşadıklarımız ve geldiğimiz bu mekanik hâl karşısında, sık sık geçmişi hüzünlü bir duygusallıkla yad ederken yakalıyorum kendimi. Yazı başladı başlayalı çok soru sordum ve bitene kadar da devam edeceğim gibi... Çünkü cevabı basit gibi görünen ama çözümlemesi güç soruların ağırlığı altında ezildiğimi hissediyorum bir süredir. Yalnız olmadığımı da biliyorum. O yüzden de soruların cevaplarını fazlasıyla somut, hayati ve yakın dönem yaşanmış örnekler üzerinden beraber arayalım istiyorum. Öncelikle ülkede son günlerde yaşanan hangi 'felaket olayı' gerçek bir duyarlılıkla, gerçek bir tepkiyle karşıladık ona bir bakalım diyorum… Sürekli ve hep daha da kötüye giden bir atmosferde yaşıyoruz ama bunu değiştirmek için sanki tweet atmak dışında pek de bir şey yapmıyoruz gibi geliyor bana. Aklıma gelen örnekleri hızlıca, çala kalem sıralıyorum: Orman yangınları esnasında yaşanan 'müdahele krizleri'… Kpss sorularının çalınması... Sedat Peker'in açıklamalarıyla ortaya dökülen dolandırıcılıklar, siyasetçilerin akçeli işleri, uyuşturucu ve siyasetin yan yana yürüdüğünü öğrenmemiz... Sıklıkla ortaya saçılan tarikat gerçekleri… Cumhurbaşkanı'nın 'Gezici'lere sürtük demesi… Mültecilere yapılan insanlık dışı muameleler… Annesinin kafasını kesip sokağa atan insanlar, samuray kılıcıyla önüne geleni kesenler, kedileri köpekleri canice katledenler gibi, bize feci toplumsal yozlaşmayı sinyalleyen olaylar… Okullarda, yurtlarda, derneklerde, dinî eğitim veren kurumlarda yüksek mercilerin taciz ettiği çocuklar, Kürt illerinde panzerlerle adeta bile isteye ezilen çocuklar… Sadece eylül aynındaki verilere göre 26'sı kesin 19’u şüpheli artık politik olduğu su götürmez kadın cinayetleri… Ayasofya'nın kapılarının yenmesi… Sıklıkla hukukun artık yok hükmünde olduğunu gözler önüne seren onlarca örnek… Hani yıllardır 'siyaset erbabları' bu ülke halkı her şeyi affeder ama bir tek ekonomik çakılmayı affetmez diyordu… Peki madem, o örnekleri de sıralayalım ve soralım: Memlekette yaşanan rekor düzeyindeki elektrik, doğal gaz, benzin ve beraberinde gelen tüm zincirleme zamlar mı yoksa emlak krizi mi gerçek bir tepkiye neden oldu, olabildi? Peki ya döviz krizi? Yoksa, barınma sorunu mu? Gıda krizi mi? Eğitim krizi mi? Sağlık sektöründe yaşanan içler acısı hâl mi? Hadi diyelim bunlar da neden olamadı gerçek bir duruş yaratmaya. Sürekli iptal edilen 'uygunsuz sanatçı' konserleri, devlet eliyle 'ayar çekilen' sanatçılar mı bizim gerçek tepkiler vermemizi sağlayabildi? Son olarak Cumhurbaşkanı'nın "Bak PKK'lılar 5'er 10'ar çocuk yapıyor" diyerek Kürtleri gördüğü yeri açıkça belli etmiş olmasına mı gerçekten isyan ettik? Samimi cevap verin lütfen, bunların hangisi için gerçek manada bir tepki verdik? Hangisi için en azından bir daha tekrarlanmaması adına gerçekten emek verdik? Peki ben cevaplıyayım: Hiçbiri Daha doğrusu hepsi! Nasıl mı hepsi? Hemen anlatayım. Bu olayların hepsi sosyal medyada toplu tepkilere neden olmuş, fazla sayıda 'anlık duyarlılık' görmüş ama saniyeler, dakikalar, en iyi koşullarda gün-günler içinde unutulmuş konulardan sadece yakın dönem yaşanmışların akla ilk gelenleri. Siz listeyi uzatabilirsiniz ancak temin ederim sonuç değişmeyecektir. Buyrun deneyin! Şimdi mesela, bugünlerde Bartın da yaşanan maden faciası konuşuluyor. -Her an bu gündem de bitebilir- Kınamalar, üzüntüler, siyasi mesajlar gırla… Geçmişin de yani Soma'nın da aslında hiç peşinden gidilmeyen, hızla unutulan hesabı soruluyor gibi.. Okurken insan umutlanıyor. Vay be "Kendine ait olmayan acıyı da sahiplenen bir toplum" diyor! Evet ama realite öyle değil, maalesef. Bu tamamen yüzeysel, tamamen göstermelik bir tek vücut olma hâli! Kimsenin tek vücut filan olduğu yok aslında… Bunlar tıpkı sadece anlık tepkilerin verildiği mecraların da doğası gibi, sadece anlık iletilerden ibaret! O yüzden de sokağa dönüp baktığınızda hiçbir karşılığı olmuyor o sosyal medyada gördüklerimizin. Üzgünüm, gerçekten çok üzgünüm ama sosyal medyada göründüğü gibi değil toplumsal meselelerin fiziki ve fikri takibi. Aslında kimsenin umrunda değil büyük resimde yaşananlar. O paylaşımların çoğu sadece bir paylaşımlık kadar konuyla ilgili ve sonrası yok… Ama insanlar bir şekilde o muhalif olma hâlinden, o kimliği taşımaktan da memnun, hâliyle bir söz söyleme ihtiyacı doğuyor, söylüyor ve ve hızla geçiyor o konu. Ta ki bir diğer öfkeli, acılı, yakıcı gündem konusuna kadar. O yüzden "sosyal medya yanıltıcı" diyoruz ya zaten. Orada görünenle işin aslı aynı doğrultuda yürümüyor maalesef. Yürüseydi inanın çok farklı olur, halkın haklı tepkisi karşısında yapılan birçok siyasi hamle yapılamaz, yasa geçemez, uygulama hayat bulamazdı. İnanın buna! Halkın inatçı ve ısrarlı tepkisi karşısında kimse duramaz. Ama faşist bir rejimin karşısında muhalif bir tepki oluşuyormuş gibi yapıp altını boş bırakır, devamını getiremezseniz, sadece o anlık tepkide, o söylenen sözler kadarla kalırsa tepkiniz işte esas o zaman toplumun üzerinden silindirle geçer o rejimin acımasız uygulamaları ve geçtiler, geçmekteler de zaten! Bunları söylemek de hoş değil, duymak da isteyen yok biliyorum. Kovulmadık köy kalmadı zaten! Ama sorunumuz sadece iktidarmış gibi yapa yapa da 20 karanlık yılı devirdik. Bu tabloda şüphesiz ki hepimizin sorumluluğu var! Her peşinden ısrarla gitmediğimiz itirazımızın, Her yakındığımız ama çözümü için elimizi taşın altına koymadığımız konunun, Her ayağa kalkıp, iki slogan atıp yerimize oturduğumuz toplumsal haksızlığın sonucu işte bu yaşamakta olduğumuz karanlığın oluşumunda rol oynadı. Yani biraz da biz yarattık bu canavarı, en azından fazlasıyla besledik ve kuvvetlendirdik tutarsızlıklarımızla. Biz derken; görece popüler muhalif figürlerden, muhalif olarak tanınan insanlardan söz ediyorum. Muhalif popülerliğinin sürmesinden başka derdi olmayanların muhalif mücadelesi de ancak bu kadar olabilirdi dense, itiraz etmeye pek hakkımız olmaz doğrusu! Ha diyeceksiniz ki 'ana muhalefetin' gelecek cumhurbaşkanı olmaya sevdalı başkanı ne yapmış ki kalan muhalif kesimden beklentiniz olsun? Evet doğru ve bununla da yüzleşmek zor. Biliyorum… Ama memleketin içinde bulunduğu çamurun da gerçeği bu! Bakınız "sansür yasası" dediğimiz "dezenformasyon yasası" yürürlüğe girdi bile. Oysa iki gün önce ne yaygara kopuyordu sosyal medyada ve muhalif yayın yapan alternatif medyada, sanarsın yasa geçse toplumsal kıyamet kopacak. Kimsenin "eyvallahı olmayacak" bu sefer.. E ama geçti. Resmî Gazete'de yayımlandı. Ve şimdi herkes sus pus! Oysa hani bu işin sonu felaketti, bu artık sonun sonuydu. Hani artık bunu kabullenemezdik, direnecektik? Özgürlükmüş iradeymiş, ifadeymiş bla bla ama işte öyle bir gündem yok şu anda! Konu bitti, kapandı bile çoktan. Bakın bugün maden faciası konuşan gazetecileri "dezenformasyon yapıyorlar" diyerek işaret eden siyasetçiler var. Ve daha vahim sonuçlar doğuran "ihbarları" da yaşayacağız, göreceğiz, şüphesiz! Ama biz konuyu geçtik, öyle değil mi? Konuştuk, önemli tespitler yaptık, cesur çıkışlarımız oldu ve bitti… Peki ama neden? Yazının başına dönerek kendi sorduğum soruyu kendimce cevaplayarak final yapmak istiyorum, bizi bu iktidar tek başına bitirmedi, yanına "muhaliflerimizi" de aldı bunu yaparken. "Kullanışlı aptallık" diyorlar ya hani aslında meseleyi daha doğru tanımlayan, kullanışlı muhalifliktir bana göre. Çünkü iktidar karşısındakilerin sadece kendi öz çıkarlarını gözeteceğini, tepki verip alkışa, onaya doyunca da susup başka bir konuya yöneleceğini çok iyi bildi, bu zaafları güzel kullandı hep. Ve ne isterse yaptı… Daha fazlasına ihtiyacı oldukça -dahasına ihtiyacı olursa- da yapacak. Çünkü çekineceği tek bir muhattabı bile kalmadı karşısında. İnatla ve ısrarla hiçbir muhalifin bir konunun peşinden gitmeyeceği, şaşırtmayacağı ayan beyan ortada oldukça da her gün bir öncekinden biraz daha kötü olacak! Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Kullanışlı muhaliflik: Hepimiz suçluyuz!

Ekim 22, 2022

·

Makale

İran’da Mehsa Emini protestoları: Değişim mümkün mü?

Gizem Aslantepe - İran uzmanı akademisyen Mehsa (Jina) Emini’nin başörtüsünü düzgün takmadığı gerekçesiyle İran’da İrşat Devriyeleri (Geşt-i İrşad) olarak bilinen ahlak polisleri tarafından Tahran'da gözaltına alındıktan sonra hayatını kaybetmesi, ülke çapında yeni bir protesto dalgası başlattı. Dördüncü haftasına girdiğimiz protestolar seksenden fazla şehre yayıldı. Protestolara kadınlar öncülük etse de kadınları sokaklara döken talepler toplumun farklı kesimleri tarafından sahiplenildi. Esasen kadınlar 2018'den beri düzenli aralıklarla başörtüsü eylemleri gerçekleştiriyor. Daha önce “İnkılap Caddesi’nin Kızları” olarak bilinen ve 31 yaşındaki Veda Muvahhid’in başındaki beyaz örtüyü çıkarıp bir sopanın ucuna bağlamasıyla başlayan “ Beyaz Çarşamba ” eylemleri de çok ses getirmişti. O zamandan bu zamana kadınların talepleri hiç değişmedi. Orantısız gücün ardındaki meşruiyet krizi Biz bugünlerde en çok Örtünme Yasasını konuşsak da kadınların talepleri bundan çok daha fazlasını içeriyor. İslami yaşam biçiminin dayatılmadığı, eşit yurttaşlığın, eşit istihdamın sağlandığı bir yönetim ve meşruiyetini şer’i kaidelerden değil modern hukuk kanunlarından alan bir anayasa ve medeni kanun gibi… Yani mesele sadece Örtünme Yasası değil, İslami rejimin kadınlara uygun gördüğü hayat tarzı. Bu bakımdan birçok kadın mevcut rejimin reforme edilmesini değil kökten yıkılması gerektiğini düşünüyor. Bu durum protestolarda atılan “Merg ber Hamaney! ( Hamaney’e ölüm! )” , “Merg ber Cumhuri-ye İslami! ( İslam Cumhuriyeti’ne ölüm!) ” gibi sloganlarda da net bir biçimde görülüyor. Protestolarda din adamları ve Devrim Muhafızları başta olmak üzere müesses nizamın temel aktörleri hedefleniyor. Zira gerek Muhammed Hatemi gerekse de Hasan Ruhani dönemlerinde beklenilen reformlar hayata geçirilememiş, bu durum halkın reformistlere olan inancının kırılmasına ve değişimin önündeki engelin bizzat İslami rejimin kendisi olduğu kanısına varmalarına sebep olmuştur. Bundan dolayı protestocular artık ne 90’lı yıllardaki gibi reform beklentileri taşıyor ne de 2009’daki gibi siyasi açıdan konsolide olmuş haldeler. Üstelik onları sokaklara döken 2018’deki gibi yolsuzluk veya 2019’daki gibi benzin zammı da değil. Bu kez kitlesel hareketlerin fitilini ateşleyen kadınlar. Kadınlar, öznesi haline geldikleri protestolarda mevcut iktidarın politikalarını, kendilerini kamusal alanda gerçekleştirebilmelerinin önündeki en büyük engel olarak tanımlıyor ve buna karşı ciddi bir direnç gösteriyor. Ancak müesses nizam, kadınların taleplerini görmezden gelerek bu direnci kararlı bir şekilde kırmaya çalışıyor. Orantısız güç kullanımının ardında ise meşruiyet krizi yer alıyor. Birçok kişiye göre, İran-Irak Savaşı boyunca toplumu Şiilik ve milliyetçilik nosyonlarıyla konsolide eden rejimin elinde bugün kullanabileceği herhangi bir araç kalmadı ve ortaya büyük çaplı bir meşruiyet krizi çıktı. Bu kriz zaman zaman ABD veya İsrail karşıtlığıyla zaman zaman da Orta Doğu’daki Sünni blok karşıtı söylemlerle aşılmaya çalışıldı ve içerdeki muhalif gruplar marjinalleştirildi. Ancak reformların yetersizliği, sorunlara kalıcı çözümler bulunamaması, ekonomik sıkıntılar ve yolsuzluk meselesi bu nosyonları günümüzde kullanışsız hale getirdi. Öyle ki İsfahan Teknoloji Üniversitesi’nde atılan sloganlardan birinde öğrenciler rejime onun diliyle seslendi: “Hoseyn, Hoseyn kocayi? Yezid şode sipahi!” (Hüseyin, Hüseyin neredesin? Yezid bir ordu oldu!) Protestolar kadın hareketinin bir sonucu olarak ortaya çıktı ancak kısa bir süre sonra öğrencilerin, kentli orta sınıfın ve toplumda marjinalleştirilmiş her grubun dahil olduğu büyük çaplı eylemlere dönüştü. Protestoların yaygınlaşması İran’daki birçok dinamikle açıklanabilir. Ancak bu en başta İran’da protesto kültürünü içselleştirmiş bir toplumun mevcudiyetiyle ilişkilidir. İran’da her yıl bizim duymadığımız onlarca grev ve protesto gerçekleşmektedir. Örneğin şeker fabrikası işçileri, petrol işçileri, emekliler, öğretmenler, öğrenciler düzenli olarak protesto gösterileri düzenliyor. Birçoğu ekonomik temelli olmakla beraber siyasi özellikler taşıyan gösteriler de yaşanıyor. Hatta gösteriler ekonomik sebeplerle başlasalar dahi çoğu kez iktidar/rejim karşıtı eylemlere dönüştüğünden hepsinin siyasi bir yönü olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak Mehsa Emini’nin ölümünün ardından gerçekleşen protestoları diğerlerinden ayıran birkaç önemli husus bulunmaktadır: Birincisi, protestoların merkezinde kadınlar yer almaktadır. Buradan kadınların daha önce herhangi bir politik eylemsellik içerisinde yer almadığı anlamı çıkarılmamalıdır. Tütün İsyanı’ndan Meşrutiyet’e, sol hareketlerden 1979 İslam Devrimi’ne hatta 444 gün süren elçilik baskınına kadar birçok önemli hadiseye kadınların da dahil olduğu bilinmektedir. Ancak şu anda kadınların öznesi haline geldikleri geniş çaplı protestolara yön vermiş olmaları İran’daki protestolar açısından bir ilki teşkil etmektedir. İkincisi, kadınların başını çektiği protestolarda kuşaklar arası bir iş birliği görülmektedir. Kadınların eylemleri önce üniversitelere ardından liselere sirayet etmiştir. Özellikle küreselleşmenin etkisiyle dünyadaki trendleri ve diğer kadınların yaşam tarzlarını yakından takip edebilen, geleneksel değerlerin nüfuz edemediği ve apolitik olduğu düşünülen Z kuşağı, protestolara yeni bir soluk kazandırmıştır. Genç kızlar ablaları gibi örtülerini çıkarıp sallamakla yetinmemiş, sosyal medyada viral olan fotoğraflara da imza atmıştır. Fotoğraflarda birçok liseli genç kız “Hamaney’e ölüm” sloganının yazılı olduğu tahtaların önünde orta parmağını göstererek sırtı dönük bir biçimde poz vermiştir. Okullara konuşmaya gelen Besic üyelerini yuhalamış, okul müdürlerini kovalamıştır. En önemlisi de sokaklara çıkmış ve hayatlarına mal olacağını bilerek veya bilmeyerek özgürlükleri için savaşmıştır. İşte onlardan bazıları: Amul’da alnından vurularak öldürülen Gazale Çelevi 33 yaşındaydı. Mazenderan’da dişçiden dönerken hedef alınan Hannane Kiya 23 yaşındaydı. Kalbinden ve kolundan kurşunlanan Hadis Necefi 20 yaşındaydı. İsfahan’da kurşunlanan Mehsa Mogoyi, protestolar sırasında kaybolduktan 10 gün sonra yüzü ve kafası parçalanmış halde cesedi ailesine teslim edilen ve tecavüze uğradığı düşünülen Nika Şakeremi ve Kerec’de güvenlik güçleri tarafından vurularak öldürülen Sarina Esmailzade 16 yaşındaydı… Rejimin orantısız müdahalesi ve artan genç ölümleri halkı daha da ateşlemekte, sönümlenmesi beklenen protestoların daha da harlanmasına sebebiyet vermektedir. Bu halde rejim ya birtakım reformlar yaparak mevcut siyaseti, marjinalize ettiği grupları içerisine alarak yeniden şekillendirecektir ya da baskının dozunu arttıracak ve kendi çöküşünü hızlandıracaktır. Üçüncüsü, protestolara genellikle kadınların, öğrencilerin ve kentli-eğitimli orta sınıfın katıldığı gözlemlenmektedir. İşçi, köylü ve kentli alt sınıftan ciddi bir destek gelmemiştir. İrili ufaklı grevler yalnızca yerelde etkili olmuş, rejimin mali açıdan kan kaybetmesini sağlayacak boyutta bir kitlesel harekete dönüşmemiştir. Bu da protestoların kısa vadede sonuç vermesini güçleştirmektedir. Dördüncüsü, rejim kadın aktivizmine gölge düşürmek amacıyla meseleyi etnik bir zeminde ele almaktadır. Bu yolla kendi kitlesini ayrılıkçı olarak gördüğü gruplara (Kürt, Türk, Beluç, Arap vs.) karşı konsolide etmektedir. Kürdistan ve Sistan-Belucistan Eyaleti’ne bağlı şehirler tamamen abluka altına alınmakta ve adeta “savaş alanına” çevrilmektedir. Türklere karşı da sert politikalar izlenmektedir. Bu bağlamda rejimin ayrılıkçı unsurlar olarak gördüğü etnik azınlıkların yaşadığı bölgelere uyguladığı baskı ve şiddetin dozu ile diğer bölgelere uyguladığı baskı ve şiddetin dozu aynı değildir. Ayrıca İran’ın Irak’taki Komele ve KDP mevzilerine saldırılarda bulunması da meselenin etnik açıdan okunduğunu göstermektedir. Dolayısıyla en başından beri savunduğum “ meselenin etnik bir zeminde tartışılmaması gerektiği ” fikri maalesef artık geçerliliğini yitirmiştir. Beşincisi, müesses nizama göre reform isteyen kadınların taleplerine olumlu yanıt vermek, özellikle dış politikada bir zayıflık belirtisi olarak algılanacaktır. Yine de Yargı Erki Başkanı Gulam Hüseyin Muhsini Ecei’nin 10 Ekim Pazartesi günü protestoculara “ Herhangi bir sorunuz, itirazınız, eleştiriniz veya belirsizliğiniz mi var? Gelin birlikte konuşalım. Hata yaptıysak birlikte düzeltebiliriz. ” cümleleri dikkat çekicidir. Devletin en üst mercilerinden birinin “protestocuları muhatap alacağız ve onlara kulak vereceğiz” minvalindeki söylemleri, diyalog kanalının açık tutulduğunun işaretidir. Değişim kaçınılmazdır ancak bunun 90’lardaki gibi bir reform hareketine dönüş ile mi yoksa rejimin sosyal-siyasal haklar konusunda yapacağı ciddi açılımlarla mı gerçekleşeceği belli değildir. Altıncısı , bu eylemlerin kazananı kadınlar olmuştur. Bugün zorunlu başörtüsüne karşı başlatılan protestoların Meşhed ve Kum gibi Şii İslam’ın kalelerinde dahi görülmesi önemli bir kırılmaya işarettir. Ayrıca çador (çarşaf) giyen kadınların, örtülerini çıkarıp sallayan kadınlarla el ele verdiği fotoğraflar ve İslam Cumhuriyeti’ni hedef alan videoları dikkate değerdir. Ancak hâlâ kadınların önemli bir kısmının rejim yanlısı protestolara destek vermesi gerçek bir mobilizasyonun sağlanamadığı yönünde yorumlanabilir. Son olarak , bu protestoların İran’da bir devrim ihtimalini doğurup doğurmayacağı sorusuna gelirsek… Açıkçası İran siyasal sisteminde İslami rejimin alternatifi sayabileceğimiz bir yapının mevcut olmaması bu ihtimali ortadan kaldırmaktadır. Bunda rejimin herhangi bir muhalif siyasi partinin meclise girmesini yasaklamasının da payı vardır. Dolayısıyla rejimi eleştiren ancak protestolara katılmayan ve her fırsatta “ İran’ın dünya savaşlarında büyük güçlerin nüfuz mücadelesi verdiği bir ülkeye dönüştüğün ü” hatırlatanlar öncelikle şu düşünce ile hareket etmektedir: “İslami rejim yıkılsın, peki, yerine ne gelsin? İktidarsızlık, İslami rejimden daha iyi değil. ” Bu açıdan sistem alternatifini yaratmalı. Onlara göre İran’da başka türlü bir değişim mümkün değil. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

İran’da Mehsa Emini protestoları: Değişim mümkün mü?

Ekim 15, 2022

·

Makale

Mersin, Ceylanpınar, devlet, millet!

Umur Talu Mersin'de Polisevi'ne saldırı olunca, neden akla Ceylanpınar gelir? Çünkü 22 Temmuz 2015'deki Ceylanpınar saldırısı sadece tüm şaibeleri ve kuşkularıyla, dava ve ifadelerdeki çelişkilerle kalmamış, tarihe önemli bir " kırılma günü " olarak geçmişti. Sadece kanlı tarihe değil, makus talihe de. Zar zor buldukları kiralık evde öldürülen iki polis memuru, Feyyaz Yumuşak ve Okan Acar 'ın hakikati karanlığa gömülmüş cesetleri üzerinde, " Çözüm Süreci'nin " iki tarafı, AKP iktidarı ve devlet ile PKK vd. "Çözümsüz ama ölümlü süreçe" yeniden dönebilmişti. Zaten Ceylanpınar saldırısından iki gün önce Suruç 'ta canlı bombayla "Kobani'ye destek" için toplanmış 34 kişi öldürülmüştü. Üç ay bile geçmeden, Ankara Garı civarındaki mitingde de yine canlı bombayla 103 kişi katledilecekti. Bu üç olay, AKP iktidarının ve yönettiği devletin "Kürt politikası'nı" da, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak stratejisini de bugünkü yere getirdi. "Seni başkan yapmayacağız" diyerek HDP oylarını yükselten ve partiyi “Türkiye partisi” yapmaya taşıyan, AKP'nin ilk kez tek başına iktidar olamamasına sebep olan Selahattin Demirtaş'tan "herkesin kurtulmasını" da sağladı zaman içinde. Ve Ankara Garı saldırısı ardından yinelenen seçimde, AKP yine tek başına iktidar olabildi. Tarih elbette sadece komplolarla akmıyor. Rastlantılar, neye niyet neye kısmetler, çelişkilerin beklenmedik sonuçlara yol açması, iradelerin çatışması ve daha birçok faktör var. Fakat bir süre önce, maalesef "Gezi'nin" dahi önemini göremediği "Çözüm Süreci" iktidarın seçim politikasıyken; bu saldırıların ardından, "Çözümsüzlük ve terörle mücadele" ile korku ve endişe hattında oylarını betonlaştırmak iktidarın seçimi olacaktı. Tabii, tam kimliği 2016 darbe teşebbüsüyle ortaya çıkan "FETÖ" zihniyeti ve örgütlenmesinin, AKP ile iplerin koptuğu 2015'i nasıl kullandığı , onca general, subay, asker, üst düzey veya memur polisin, yargıç ve savcılarının, istihbaratçılarının 2015'in bu kanlı virajına ne derece damga vurup vurmadığı henüz sadece soru ve ünlem işareti! Bu kez, Mersin'deki saldırıda bir "Çözüm Süreci" ve "ölümsüzlük umudu" bile yoktu elimizde . Polis memuru Sedat Gezer muhtemelen "safi terör" saldırısı kurbanı oldu. Saldırgan kadınlar da aldıkları emir ve yüklendikleri bombalarla, binlerce genci de "terörist" olarak yutmuş "etkisiz hâle getirilenler" listesine eklendi. Fakat bu saldırı belki de yeni bir "terör fayı" açacak seçim sürecinde. HDP’yi "terörle" özdeşleştirmeyi, o HDP'yi de CHP ve Kılıçdaroğlu'nun ayağındaki gülle hâline getirmeyi amaçlayarak. "6’lı Masa'da", son beyanlarıyla açık pozisyon alan Meral Akşener ve İyi Parti’nin, olur a, masayı dağıtmasını da hedefleyerek. "Terör ve terörle mücadele" her zaman devleti (ve karşısındaki örgütü) diğer her türlü "umut" ile "yasal kanallar" karşısında vasi pozisyonuna sokar. "Devlet adamları ve kadınları" için de, milletin muhtemelen en az %80'i için de, "terör" üstüne konuşmak, öfke ve nefreti tahkim etmek zaten ezberde olan, kınından kolayca çıkabilen bir "dil" bilgisidir. Muhalefet ise, milyonlarca insanın, bırakın geleceğe tutunmayı, bugün ayakta durmakta zorluk çektiği bir "yoksullaşma-yoksunlaşma felaketinin" ortasında, savunmaya ve "başkan adayı" kapışmasına sıkışmaya çekilir. Öldürülen polislerin aileleri, çocuklarını hiç unutmadan... Bu "çözümsüzlük sürecinin" onlarca yılındaki asker, polis, sivil kurbanlar ile "etkisiz hâle getirilen" binlerce genci kaybetmiş bir Türkiye'nin daimi acısını hep duyarak... Başka bir "hatırlamaya" gidiyor aklım. Derken başka birine. İlki, yine Mersin. Yine Mezitli. Nagihan Ekiz. Geçici görevle gittiği iktidar partisi ilçe binasındaki yönetici ve sekreterin hakaretlerine uğradıktan sonra, evine gidip tabancasıyla intihar eden genç polis memuru. Emekli başkomiser kızı. Yine Mersin'de "intihar" etmiş kaç polis memuru var, isterseniz bulabilirsiniz. Tüm ülkedeki, her yıl çok sayıda polis ya da askeri kendi canlarını almaya sürükleyen baskı, hakaret, mobbing, geçim sıkıntısı, borç, aşağılanmaları da belki görürsünüz. Bunları da görebilmek "terörü" görmeyi asla engellemez… Ama bunları hiç görmeden de ne siyaset, ne gazetecilik, ne sivil toplumculuk yapılabilir! İkincisi, yine Şanlıurfa. Yine Ceylanpınar. İki polisin öldürülmesi nasıl bu ülkenin kanlı kaderinde bir dönüm noktası olmuşsa, şimdi (bir zamanlar durmadan yazdığım yazılardaki gibi) anlatacağım olayların hiç görülmemesi de bu kaderin sosyolojisini hiç değiştirmiyor. Fida, Hacer, Naile, Halise, Zehra, Emine, Hatun, Fatma... Bildiniz mi? Bilmediniz! Çok oldu. Unuttunuz. Ya da zaten hiç bilmezdiniz. Onlar da çocuktu. Onlar süt çocuktu. 12 ila 15 yaşında; minik parmaklar koyun memesine yapışırdı. Adres: Devlet Üretme Çiftliği, Ceylanpınar, Şanlıurfa, Türkiye! Kimilerinin mahdumları kasasını doldururken, onlar, 43 "işçi", bir kamyon kasasına doldurulmuştu. Ceylanpınar Devlet Çiftliği’nde, taşeron amca için günde 3-5 TL yevmiye ile koyun sağan süt kızlar, süt kadınlar. Çırpı Deresi’nde yuvarlandı kamyon. Kasadan birer güğüm gibi döküldüler, suya karıştılar. 11 yaşındaki Halfe miydi, 14'ündeki Hatun mu, birinin cesedi iki gün sonra derede bir ağacın köklerine sarılmış bulundu! Anasına sarılası süt kokulu kızım; ölümün soğuk kucağına uzanmıştı. Amit de 12 yaşındaydı; Naile daha yeni 1.5 yaşındaki evladını kaybetmişti; karnında büyüyen bebeğine sarılmıştı. Öyle sarmaş dolaş boğuldular. O gün orada 10 işçi öldü ve memleket çiftliğinin ağaları hiçbir şey yapmadı; ne utandılar, ne sıkıldılar! Çiftlik yönetimi, Tarım Bakanlığı, devlet kızarmadı bile. Biz ne yaptık? Aklımız büyük meselelere çok eriyor: devletimiz güçlü, muhalefetimiz cevval, gazeteciliğimizi hiç sorma, "terör ve terörle mücadele" hız kesmiyor. Fakat "kahraman" polisler ile askerlerin neden kendilerini öldürdüğünü… Kamyon kasalarından dökülen süt kızların, mevsimlik işçi kadınların, atölyede kilitli yanan kadın işçilerin, tersanelerde suya gömülmüş olanların siyasetini de, devletini de, gazeteciliğini de ara ki bul! Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Ekim 1, 2022

·

Makale

“İnsancıllık” adına

“Aslında hümanistim, ama…” diyerek başlayan cümleler Twitter’da gezerken terör, düzensiz göç, cinsel istismar gibi birçok farklı konudaki haberin altında karşılaşabileceğimiz en olağan tepkilerden, en standart kullanıcı yorumlarından biri. Ancak hümanizmin insan hayatına saygı duymakla, hayırsever ya da insancıl olmakla ne gibi bir ilgisi olabilir? Benim gözlemim maalesef bu kelimeyi doğru kullananların sayısının bir elin parmaklarını geçmediği yönünde. “Galat-ı meşhur, fasih-i mehcurdan evladır” —ya da latincesiyle “ communis error facit jus ”— yani kanıksanmış bir hatanın doğrusuna yeğlenmesi durumu, belki de hümanist kelimesinin filantropi (ya da insanseverlik) sözcüğünün yerini alması ile tüm yaygın bilinen yanlışlar arasında en fazla sayıda insan tarafından kanıksanmış olanıdır. Sosyal medyada “göz var nizam var” ya da “mundar etmek” gibi yanlış kullanımlar kadar “göz var izan var” veya “murdar etmek” gibi doğru kullanımlara da rastlamak mümkünken, ‘hümanist’in doğru kullanımına rast gelmekse neredeyse imkansız . <bilinç akışı> Bir antrparantez; entelektüellere küçümseme amaçlı olarak entel denilen, “boş konuşma”nın müziğin teori anlamında en zengin janralarından caz yapmak ile ilişkilendirildiği bir toplumda, filantropist’in “boş yapmak” anlamında falan-filantropist gibi bir kullanıma henüz evrilmediğini görmek ise şaşırtıcı. (Umarım fikir vermemişimdir.) Sırası gelmişken anlamındaki ‘antrparantez’in yerini alan ‘anti-parantez’in de dambıl-bandıl karışıklığı ile birlikte “orijinalini unutturan yanlışlar”da ilk 5’e oynadığı iddia edilebilir. İngilizce ve Fransızcada iki L kullanarak “intellectual/intellectuel” şeklinde yazılan kelimenin Türkçeye girdiğinde tek L ile ‘entelektüel’e dönüşmesi, ancak Venezuela’nın Türkçede Venezüella şeklinde yazılması da sadece bizim dilimizde rastlanabilecek türden bir tuhaflık olsa gerek. </bilinç akışı> İngilizcede doğru bilinen yaygın yanlışları ifade etmekte —ve doğrusunu bildiği-öğrendiği hâlde yanlışını kullanmakta ısrar eden kişileri tarif ederken— mumpsimus terimi kullanılıyor. Yeri geldiğinde hepimiz birer mumpsimus’uz. Bazen “doğru”yu tanımlayan kurumun görüşüne katılmadığımız/otoritesini tanımadığımızdan bir sivil itaatsizlik eylemi olarak, bazen alışkanlığımızı terk etmek istemediğimizden, bazen de sadece işimize gelmediğinden ötürü “doğrusunu bildiğimiz” şeylerin “yanlışını” kullanmakta/söylemekte ısrarcı olabiliyoruz. Mesela ben de bu yazıda kendine TDK’nın belirlediği Türkçe dilbilgisi kuralları arasında yer bulamayan birçok noktalama işareti kullandım. Ancak dil dediğimiz 🤞kurallar bütünü🤞 de dinamik bir araç takımı. İletişim kurarken güncel ihtiyaçların değişmesiyle —hoşumuza gitse de gitmese de— dönüşüme uğramakla mükellef dişlilerden oluşuyor. Bu özelliğiyle de dilbilimin dile preskriptif (kural koyucu) değil, deskriptif (tanımlayıcı) bir açıdan yaklaşması gerektiğine inanıyorum. Aynı minvalde dil kurumlarının rolü de kural koyuculuk değil arabuluculuk olmalı. Kural dayatmak yerine belgeselcilik, derleyicilik yapmalı. Halkın büyük kısmının dili dönmüyor ve batarya dolumuna şarj yerine şarz diyorsa, bu kelimenin iki yazımı da kendisine bir kılavuzda yer bulabilmeli. Ya da ıstırap ve ızdırap, veyahut şoför ve şöför. Örnekler uzar gider… Öte yandan dil kendimizi doğru ve hassas biçimde ifade etmemizi de sağlamakla yükümlü. Kavramlar düşün dünyamızı açıklıkla yansıtmaya yardımcı olacak ve karışıklığı önleyecek şekilde tanımlanmış, belgelenmiş ve tasnif edilmiş olmalı. Dili denetleyen ve dokümante eden kurum da karışıklık yaşanan durumlarda, bir hatayı galatımeşhurlaşmadan engelleyebilmeli ve ihtilafları çözebilmeli. Yukarıda yaptığım tanıma göre keyfî ve tutarsız kurallarıyla Türk Dil Kurumu ’nun bu işlevleri başarıyla yerine getirdiğini söylemek mümkün değil. Ancak alternatifi olan Dil Derneği gibi kurumların yazım kılavuzlarıyla TDK’ya alternatif olabilecek kalitede başucu kaynakları üretebildiğini söylemek de güç. Örneğin her iki kurumun yayınlarında da hümanizm gibi Türkçe kaynaklı dahi olmayan, Türkçeye girdiği yabancı dillerde de sadece ve sadece “insanmerkezcilik” anlamında kullanılan felsefi bir terim kendisine “insancıl” olarak kafa karıştırıcı ve gayriciddi bir karşılık bulabiliyor. O hâlde nedir bu insanmerkezcilik? Her ikisi de Türkçeye insanmerkezcilik olarak çevrilmiş olsa da (ki bu da başka bir sorun), insanı evrenin merkezine koyan teolojik yaklaşımın — antroposantrizm — aksine hümanizm , sekülarizmin temel taşlarından biri. Gerçekleştirdiği devrimlerle mazlum milletlerin ilham kaynağı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün “Biz, ilhamlarımızı gökten ve gâipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.” sözleriyle ortaya koyduğu insanmerkezcilik ilkesi, tanrımerkezciliğin aksine hayatın anlamını belirlemede ve ahlak kavramının altını doldurmada hem bireysel hem de kolektif olarak insanı yetkilendirir. Bu özelliğiyle de tabiatüstü ve ilahi varlıklara duyulan ihtiyacı reddeder. Sekülarizm mi laiklik mi? Temelde din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını ifade eden eş anlamlı sekülarizm ve laiklik kelimeleri bile bugün devletin din işlerine karışmadığı Amerikan modeli sekülarizm ile dinin devlet işlerine alet edilmesinin karşısındaki Fransız modeli laiklik ile kavramsal olarak birbirlerinden ayrışabiliyor. Pozitivizm de doğası gereği hümanisttir. Bir başka seküler kavram olan pozitivizm de yine The Secret gibi kitaplarla hayatımıza giren “evrenden pozitif şeyler dilemek” üzerine kurulu çekim yasası vb. hurafelerin aksine, olguları gözleme dayalı ve tekrar edilebilir deneyler yoluyla doğrulanmalarının yahut yanlışlanmalarının mümkün olması koşuluyla ele alır — bu yönüyle nesnel değil öznel olan Eleştirel Teori ’den de ayrılır. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit (kılavuz) ilimdir, fendir. İlim ve fenin dışında mürşit aramak gaflettir, dalalettir.” sözleri, kendisinin pozitivist bakış açısını ortaya koymaktadır. Öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan ’ın “Ben ekonomistim. Faiz sebeptir, enflasyon neticedir.” sözleriyle pozitivizmi, “Bir Müslüman olarak ‘nas’lar neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim. Hüküm bu.” sözleriyle de hümanizmi reddettiği söylenebilir. “Şov yapmaktan hoşlanmak” anlamına gelmeyen şovenizm ve “konforuna düşkün olmak” anlamını taşımayan konformizm kavramlarına ise başka bir yazıda değinmek üzere, iyi hafta sonları diliyorum. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

“İnsancıllık” adına

Eylül 24, 2022

·

Makale

Küresel endekslerin ardında: Türkiye'de basın özgürlüğü ihlalleri

Gürkan Özturan Küresel endekslere göre, haklar ve hürriyetler alanında son on yıldır dünya çapında büyük bir daralma yaşanıyor. Türkiye de bu akımın bir parçası olarak, uzun süredir dibe doğru bu yarışta hızlı bir biçimde yol almakta. Tutuklu medya çalışanları, haber takibinde şiddete maruz kalan muhabirler, yayımladıkları haberler nedeniyle çevrimiçi tehditler alıp ardından fiziksel şiddete uğrayan gazeteciler ve tüm bunlara ek olarak da sistemli biçimde sansür uygulamalarını yaygınlaştıran, her yıl kapsamı genişleyen kısıtlayıcı yasalar ilk aşamada akla gelenler. Avrupa çapında faaliyet gösteren, medya özgürlüğü ve ifade hürriyeti odaklı altı kurumdan oluşan Medya Özgürlüğü Acil Müdahale (MFRR) Konsorsiyumu, 2020 yılında Avrupa Komisyonu'nun da desteğiyle faaliyete geçtiğinden bu yana Türkiye fazlasıyla yoğun biçimde medya ve basın özgürlüğü ihlalleriyle öne çıkmıştır. İki yıllık bu süreçte kayıtlara geçen en az 211 ihlal bulunuyor, buna ek olarak da raporlama hızının yetişemediği ya da basın mensupları tarafından henüz bize bildirilmemiş olan daha onlarcası olduğunu tahmin etmek ise zor değil. Türkiye, bu sayıyla son iki yıllık dönemde Avrupa'da en yoğun medya özgürlüğü yaşanan ikinci ülke olarak, yaygın bir takip ve izleme ağının yer aldığı Almanya’nın ardında bulunuyor. Ayrıca son yıllarda bazı gözlemlere göre daha az ihlal olduğu şeklinde göze çarpabilecek bir ihlal yoğunluğu olmasını da maalesef genel itibarıyla daralan medya atmosferiyle açıklamak mümkün. Türkiye'de medya özgürlüğü ihlallerinin dağılımı Medya özgürlüğü ihlallerini izlemek ve raporlamak için geliştirdiğimiz Mapping Media Freedom (MapMF.org) üzerinde yer alan bu ihlal raporlarına bakacak olursak, en yoğun ihlal yönteminin tüm vakaların %22,3' ünü oluşturan tutuklama, hemen ardından da %14,7 ile yapılan haberler nedeniyle açılan davalar olduğunu görmek mümkün; sorgulama, gözaltı ve ertelenen hapis cezaları ise ayrı kategoriler olarak bu ihlallere ek olarak değerlendiriliyor. Taciz, gösteri sırasında polis ya da göstericiler tarafından yaralama da diğer yaygın ihlaller olarak öne çıkıyor. Türkiye'de habercilerin maruz kaldıkları ihlallerin kaynağı incelendiğinde, %34,6 gibi bir oranla polis başı çekerken, hukuki süreçler ve mahkemeler de %24,6'lık bir oranla onu takip ediyor. Üçüncü sırada bulunan özel şahısların medya özgürlüğü ihlallerindeki payı %13'e yakın, onu %10,9'la hükümet ve kamu görevlileri takip ediyor. Gazetecilerin en yoğun maruz kaldığı ihlalin hapis, yargılama, sorgu ve tutuklama uygulamaları olduğu göz önünde bulundurulduğunda, ihlallerin yaşandığı ortamlarda mahkemelerin %27 'lik bir oranla başı çekmesi şaşırtıcı değil. Bunu %12,3 ile eylemler sırasında haber takibi yaparken şiddete maruz kalan gazeteciler takip ediyor, ardından da %11,4'lük bir oranla çevrimiçi tehditler diğer dijital saldırılar geliyor. Bu sayılara ek olarak ayrıca belirtmekte fayda var -Rusya'nın Ukrayna'yı istilası nedeniyle mülteci-gazetecilerin sayısının ardından- Avrupa'daki yabancı gazetecilerin sayısına bakıldığında Türkiye'de yaşamını sürdüremeyen, ülkesini terk etmek zorunda bırakılanlar en büyük grubu oluşturuyor, ve gazeteci-sığınma programlarına en yoğun başvuru yapılan ülke de yine Türkiye olarak öne çıkıyor. Türkiye'de medyanın sorunları Nitelikli kararlar verebilmek adına başlıca gereksinimlerden biri olan çoğulcu ve bağımsız medya , maalesef Türkiye'de uzun zamandır görmeye alışık olduğumuz bir şey değil. Türkiye coğrafyasında ilk yayınların basılmaya başladığı günlerden itibaren, tam anlamıyla hür bir yayıncılık anlayışının var olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak son yıllarda iktidarın medya üzerindeki kontrolü ve baskısını artırdığı dönemde, eşzamanlı finansal bir darboğazdan geçen medyanın bir de dijitalleşmeye uyum sağlayamaması, var olan sorunların boyutunu birkaç kat artırmışa benziyor. Bugün bir değerlendirme yapacak olursak, tüm baskının mucizevi bir biçimde yok olduğu farazi bir ortamda, medya yine de büyük bir krizi yaşayacaktır. Dijital çağın gereksinimleri açısından değerlendirildiğinde, yaratıcı içeriklerin sayısı maalesef Türkiye'de toplumun geneline ulaşamıyor ve bu yönde üretim de yeterli bir düzeyde değil. Yaygın biçimde topluma eriştiği söylenen yayınların, -çoğunluğu dijital ortamda haber takip eden toplumda- internet erişimi olan kişilerin sayısına oranı oldukça az kalıyor. Bu az sayıdaki girişimi takdir etmekle birlikte, 80 milyondan fazla nüfusu barındıran bir ülkede çok daha fazla medya ve haber kurumu olması gerekliliği bir gerçek. Etki açısından ve sayısal olarak yetersiz görünen medya sahnesine bakacak olursak, bunun arkasındaki en büyük nedenlerden bir tanesi haberciliğin -hâlen ve çoğunlukla- fazlasıyla geleneksel bir biçimde ele alınması diye bir çıkarımda bulunmak mümkün. Yaratıcı ve üretken işler çıkarabilecek kişi ve kurumlar da bir diğer yandan gelişmemiş gelir modelleriyle yatırımlarını heba etmek istememekte haklılar elbette. Buna ek olarak, gerçekleştirilecek habercilik faaliyetinin ardından muhtemel baskılardan kendini koruma isteği de bulunuyor… Bu koşullar altında bile Türkiye'de hâlen varlığını sürdürebilen bağımsız haber mecraları ve daha da önemlisi yaratıcı yöntemlerle toplumda giderek daha da yaygın bir hâle gelme potansiyelini büyüten başarılı yeni medya girişimleri bulunuyor. Benim şahsen temennim, ülkede hukukun üstünlüğünün tesis edilerek, bunun ekonomik yansımalarıyla birlikte piyasa koşullarının bağımsız, çoğulcu ve özgür bir medyanın var olup büyüyebileceği koşulların yaratıldığı bir sürece doğru ilerleyebileceğimiz günlerin uzak olmaması. Bunu sağlayabilmek için 2023 seçimleri öncesi siyasi partilerden bir taahhüt almak gerekiyor. Tıpkı 2019 yerel seçimleri öncesi şeffaflık beyannameleri imzalayan belediye başkan adaylarında olduğu gibi, şu sıralar parti genel başkanlarına medya özgürlüğü taahhütnamesi sunmak gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde, hâlihazırda yürürlükte olan kısıtlayıcı yasalara ek olarak hâlen mecliste oylanması beklenen dezenformasyon yasa tasarısı gibi uygulamaların ışığında, önümüzdeki yıllarda da son iki yıldaki 211 ihlale ek olarak daha fazla medya ve basın özgürlüğü ihlali raporlarıyla karşılaşmak kaçınılmaz olacak. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Küresel endekslerin ardında: Türkiye'de basın özgürlüğü ihlalleri

Eylül 10, 2022

·

Makale

Suriye açılımı mı seçim açılımı mı?

Ferai Tınç Bir gün baktık ki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye ile görüşmeler olduğunu, zaten iki komşu arasında sürekli bir küslük düşünülemeyeceğini söylüyor. Hani katil Esed’di, hani teröristti? Hani o rejim orada durdukça Suriye ile hiçbir temas olmayacaktı. O rejimin yıkılması için Türkiye, bölgede ABD’nin taşeronluğunu ve “Suriye muhalefeti” adı altında çeşitli cihatçı grupların patronluğunu boşuna mı üstlenmişti? Türkiye’nin güney sınırları bu grupların arka kapısı haline boşuna mı dönüştü? 18 Ağustos’ta Ukrayna dönüşü uçakta gazetecilere Suriye açılımını anlatırken, “ Her zaman, her an bu tür diyaloglar olur, olmalıdır. ” diyordu Erdoğan. Hatta bununla ilgili bir deyişi de anımsatıyordu: “ İplikle de olsa o bağı kopartmayın, o bağ devam etsin. Gün olur lazım olur. ” Anlaşılan o ki, şimdi zamanı geldi, AKP iktidarı o “ipliği” kullanıma sokmaya karar verdi. Neden şimdi? Bunun iki nedeni var. Birincisi, seçimlere giderken Türkiye’de kamuoyunun ciddi rahatsızlığına yol açan Suriyeli sığınmacılar sorunu. İkincisi ise Rusya’nın baskısı. Rusya oyun kurucu, İran arabulucu Türkiye, Rusya ve İran devlet başkanlarının 19 Temmuz’da Tahran’daki buluşmalarında kartların karılmasına karar verildi. Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiler düzelecekti. Toplantının sonunda yayımlanan ortak metinde de bunun ipuçları vardı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da imzasını taşıyan ortak açıklamada, “ Suriye’nin toprak bütünlüğü ” konusunda liderler görüş birliğinde olduklarını açıklıyorlardı. Türkiye’nin denetimindeki Özgür Suriye Ordusu ve onunla birlikte hareket eden cihatçı örgütlerin kontrolündeki İdlib ve çevresi, Halep karayolunun bazı bölgeleri Esad’a kapalıyken Suriye’nin toprak bütünlüğünden söz edilebilir miydi? Esas olarak dikkatini ve enerjisini Ukrayna’ya vermiş olan Putin Beşar Esad’a destek verirken Ortadoğu üzerinden, hem meşruiyetini hem de imajını cilalamak istiyordu. Ayrıca kendisi gibi iç politikada ekonomik krizle baş etmek zorunda olan Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ambargoları delmenin, soluk alabilecekleri kanallar açmanın hesabını da yapıyordu. ABD’nin Ortadoğu’ya ilgisinin azalması, Avrupa’nın Suriye konusunda iki yüzlü ve etkisiz politikaları sonucunda Rusya, İran ve Türkiye Suriye’nin geleceğini belirleyecek en etkili aktörler olarak sivriliyor. Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin “ düzeltilmesi ” sürecinde Rusya oyun kurucuyken Putin, gerek Türkiye gerek Suriye ile iyi ilişkiler içinde olan İran’a “ arabuluculuk ” görevini verdi. Tabii ki bu, Rusya’nın çekildiği anlamına gelmiyor. Son iki haftadan beri Rusya İdlib’te cihatçı gruplara ait çok sayıda noktaya hava saldırıları düzenliyor. Şam ile Ankara arasındaki yakınlaşma haberlerini duyar duymaz kazan kaldıran ve Türk bayrağını yakma noktasına varan muhalefet gruplarına karşı Rusya’nın parmak sallaması olarak niteleniyor bu operasyonlar. Rusya’nın yanı sıra Suriye de kuzeyde Fırat’ın batısında askerî hareketliliğini artırdı. Şimdi, siyasi ve diplomatik çabalardan çok Rusya’nın desteğiyle Suriye’nin alanda hakimiyetini yeniden sağlamaya çalıştığı gözleniyor. ABD ve Kürtler Suriye açılımı çerçevesinde Türkiye Suriye’nin istihbarat örgütleri başkanlarının bir süredir görüştükleri açıklandı. Bu görüşmelerde tarafların koşulları tartışılıyor. Şam, Türkiye’nin askerlerini geri çekmesini ve Şam’ın terörist, Ankara’nın ise Ulusal Suriye Ordusu olarak nitelediği silahlı oluşumu desteklemekten vazgeçmesini istiyor. Türkiye de, YPG’nin desteklenmemesini şart koşuyor ve PKK’ya karşı güvenli bölge ısrarını sürdürüyor. Türkiye YPG’ye “terörist” diyor. Şam demiyor. Ve YPG ile anlaşıyor. Türkiye, Tahran zirvesinden sonra, YPG’nin denetimindeki Fırat’ın batısına operasyon kararını geri çekti ancak bölgede yer yer çatışmalar olduğu haberleri geliyor. Tabii masada birçok irili ufaklı sorun var. Ama Türkiye’nin beslediği ÖSO ve cihatçı gruplarla, mülteci sorunu ve Kürt meselesi en önemlileri. Bu iki sorunla ilgili çok ayrıntılı ve iyi düşünülmüş çözüm formülleri bulunmadan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözünü ettiği ip, diplomasi kanallarını harekete geçirmeye yetmez. Bu arada, aşılması gereken bir sorun daha var. ABD’nin pozisyonu. ABD , her ne kadar bölgedeki varlığını belli oranlarda azalttıysa da, Suriye’yi terk etmedi. IŞİD’e ve cihatçı gruplara karşı savaşta çok önemli bir müttefik olarak gördüğü YPG’ye silah ve parasal yardım dışında siyasi destek de veriyor. Türkiye’nin Esad yönetimi ile barışma haberlerini soğuk karşılamakla kalmadı, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Vedant Patel, “ ABD, Esad rejimiyle diplomatik ilişkileri güçlendirmeyi amaçlamıyor ve diğer ülkelerin de ilişkileri normalleştirmesini desteklemiyor ” diyerek Washington’un pozisyonunu vurguladı. Seçim yatırımı mı? Evet şu bir gerçek, Türkiye’de çok ciddi gerilimlere yol açan Suriyeli sığınmacılar konusu Suriye ile birlikte çözülebilir. Ancak mesele o kadar basit değil. Bir yanda Rusya ve İran, öte yanda ABD oldukça Türkiye Suriye yakınlaşması, özellikle bugünkü konjonktürde çok zor. Suriye açılımı ciddi ve çok yönlü diplomatik hazırlıklar gerektiren bir süreç. Beşar Esad yönetimine karşı söylemi yumuşatarak, iç kamuoyunda “bu sorun çözülüyor” algısı yaratmak mümkün ama Suriye açılımı için yeterli değil. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Suriye açılımı mı seçim açılımı mı?

Eylül 3, 2022

·

Makale

Ahlaksız hayat tarzı ve medya bataklığı

Çiğdem Anad Ahlaksızlık toplumda baskın hayat tarzına dönüştü. Derin devlet hem devlet oldu, hem ifşa edildi. Ne hazindir ki siyasilerden, bürokratlardan, kamu görevlilerinden ve gazetecilerden duymamız gereken olayları Sedat Peker'den öğrendik. Öğrendik, peki ne oluyor şimdi? Derin devletin şöhretli, mafyalaşmış siyasi isimlerine kimse dokunmuyor. Zincirleme soygunları aksiyon filmleri gibi sadece izleyen savcılar terfi alıyor. Asıl suçluları salıveren yargıçlar ödüllendiriliyor. Uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık çeteleriyle işbirliği yapan polisler korunuyor. Rant çetesine dönmüş, dini çiğneye çiğneye çürümüş tarikat üyelerine kamu kuruluşlarında nadide yerler bahşediliyor. Bir ülke bu şekilde kuşatılmışken, medya kapsam dışı bırakılmayacaktı elbette. Medya da bataklığa dönüştürüldü. Çakma gazetecilerin cirit attığı, sivrisineklerle dolu bir batak. Katran karası medya bataklığı Medya bataklığı ilk bakışta renkli görünen, aslında on beş yıldır katran karası tek rengin hâkimiyetinde. Sahibinin sesi olanlar, demeç borazancıları, kopyala yapıştırıcılar, köşelerde ahkam kesip, kendi görüntüsüne, sesine hayran olanlar, halkı tanımadan halk adına atıp tutanlar, ülkenin Doğu'suna ayak basmadan kürt uzmanı kesilenler, kendi semtinin fotografını çekip 'Türkiye gerçeği' diye yansıtanlar, başka semte nadiren yolları düştüklerinde "göçmenlerin istilasına uğradık" tespiti yapabilenler, moderatörlük adıyla "sen dur, sen konuş" komutunu ancak verebilen, soru sormaktan aciz ekranın trafik polisleri, dolaylı veya dolaysız para ve pozisyon karşılığında yalan dolan haberler yapanlar ve medyanın her köşesine yerleşmiş hükümetin medya komiserleri. Ayrıca bir parantez açmadan geçemeyeceğim; yayın saatlerini doldurmak için çoğaldıkça çoğalan futbol programlarındaki erkekler, ekranları bağıra bağıra patlatan geç antropoz dönemindeki futbol lafazanları. Ve bunların hepsinin adı gazeteci. Ahlaksızlık toplumu kuşattı, medya ahlaklı kalamazdı Ahlaksızlık toplumun bütününe yayıldıysa, günlük her işte olağanlaştıysa, ahlaksızlık bir hayat tarzı olduysa, medyanın ahlaklı kalması beklenemezdi. Buna rağmen hâlâ ana akımda boy gösterenlerin, kendi durdukları yeri meşrulaştırmak için kurdukları beylik savunma cümleleri şunlar; "Türkiye'de basın hiçbir zaman özgür değildi ve Türkiye'de hiçbir zaman demokrasi olmadı." Onlara basitçe verilecek cevap net; kimse yemiyor bu manevraları. Medyada on beş yıl önce neler yapılıyordu, şimdi neler yapılıyor? Bilen bilir, bilmeyen de isterse öğrenir. Medya bataklığında açan çiçekler de var Her bataklıkta açan çiçekler vardır. Bu da diyalektik. Bataklık nilüferlerini görmeden, okumadan geçemeyiz ve geçmemeliyiz. Onlar olmasaydı, bugun medyadan bahsedemezdik. İnternet, YouTube ve birkaç ekran gazetecileri, yayıncıları direncini sürdürdü, sürdürüyor. Onları da alkışlıyoruz tabii ki. Sokak kedisi ve eşi Barış Oruç'a da özel bir yer vermeliyiz. Şahsen şimdiye kadar bir tek kedi sevdim, onun da adı sokak kedisi. Bu kedi eşiyle beraber alan çalışmasının nasıl yapılacağını sadece muhabir olmak isteyenlere değil, siyasetçilere de gösterdi. Bir yıl sonra belki yeni bir medya inşa etmek için kollar sıvanacak. Bugünün direnenleri ve kızağa çekilenleri tuğla taşıyacak, yeni arkadaşlar da genç ve güçlü kanatlarıyla o medyayı uçuracak. Aksi mümkün değil, hayatın akışına aykırı. Bu bataklık kuruyacak. Filmin sonunda ahlaklı ve iyi karakterler ve bu çok güzel ülke kazanacak. Bir memleket batmayacaksa, çıkacak.

Ahlaksız hayat tarzı ve medya bataklığı

Ağustos 27, 2022

·

Makale

"Kültürel iktidar" diye diye

Göksel Aymaz AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan , bildiğiniz gibi, her fırsatta "kültürel iktidar olunamadığından" yakınıyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde siyasal iktidarı en uzun süre elinde tutan partinin lideri olmasına rağmen, kültürel alanda iktidar olamadıklarını çekinmeden dile getiriyor. 2012 yılında zamanın Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Mustafa İsen’in "Muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak zorundayız" sözleriyle başlayan, İskender Pala'nın "Muhafazakâr Sanat Manifestosu" ile ivme kazanıp, 2020'de Yeni Sanat Vakfı'nın kurulmasına kadar varan, Diriliş Ertuğrul , Payitaht Abdülhamid gibi tarihsel gerçekliği güncel politikanın ihtiyaçlarına göre yorumlayıp yeniden biçimlendirmekten sakınmayan yapımlarla amaç ve niteliğini ortaya koyan, sanatçılara (Metin Akpınar’a, Fazıl Say’a, Genco Erkal’a) açılan davaları, Sezen Aksu'nun "dilinin kesilmesi'ni", yasaklanan konserleri de beraberinde getiren uzunca bir yakınma hikâyesidir bu. Kitle partisinden kimlik partisine Bugün 2023 seçimlerine, normal zamanda yapılsa dahi sadece 9 ay kaldı. Herkes seçimin nasıl geçeceğine, cumhurbaşkanlığını kimin kazanacağına ve seçim sonrası ortaya çıkacak siyasi tabloya odaklanmış durumda. Her şey o kadar müphem (belirsiz) ki bütün kritik şeylerin dün yaşandığı ve en az onun kadar kritik olanlarının yarın yaşanmak üzereymiş gibi olduğu bulanık bir antraktayız. Yirmi yıllık iktidarına 3 Kasım 2002 seçimlerinde liberal söylemlerle başlayan AKP'li yıllarda ülkenin tüm yapıları, kurumları ve ilişkileri 2010'lardan itibaren muhafazakârlaşma ve antidemokratikleşme eğilimine girdi. İktidarda kalabilmesi ve kaldığı sürece otoritesini sağlamlaştırabilmesinin hangi koşullara bağlı olduğunu herkesten iyi bilen lider Recep Tayyip Erdoğan ve AKP'nin ileri gelenleri, bu süreçte çatışmacı bir üslubu kararlı biçimde sahiplendi. Bu yüzden ülke, yakın gelecekte ortaya çıkacağından şüphe edilen şeylerin ürküntüsüyle gerilmekte. Böyle bir ortamda geçtiğimiz hafta kuruluşunun yirmi birinci yılını kutlayan AKP, anketlerin gösterdiği seçmen desteğindeki kayda değer erimeyi durdurup geriye çevirmenin yollarını arıyor. En güvendiği şey ise, kimlik siyaseti. Çünkü bu siyaset, her şeye rağmen Erdoğan'a ve AKP'ye kazandırıyor. Epey zamandır kendisine başvurmadan politik analiz yapmanın imkânsızlaştığı anketler de böyle söylüyor: "Hükümetin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesini onaylıyor musunuz?" sorusuna AKP seçmeninin %49.7'si onaylamadığını söylüyor. Yine AKP seçmeninin %72'si diyanetin ve din adamlarının siyasetle uğraşmalarını doğru bulmadığını, %44'ü AKP döneminde yolsuzlukların çoğaldığına inandığını, %59'u lüks ve israfın arttığını söylüyor. Ama gelgelelim "Bu pazar seçim olsa..." anketlerinde Erdoğan ve AKP hiçbir zaman ikinci sıraya düşmedi. Çünkü AKP seçmeni (%63 gibi bir oranla) Erdoğan ve AKP kaybederse yaşam biçiminin tehdit altında olacağını düşünüyor. Bu seçmen kitlesi, iktidar değişikliğinin üreteceği risklerden, örneğin sosyal yardımların kesileceğinden, başörtülülerin yeniden okullara giremeyeceklerinden, İmam Hatip mezunlarının tekrar dışlanacağından, kamusal yaşamda dindarlığın itibar kaybedeceğinden ve buna benzer şeylerden korkuyor. Siyasal İslamcı gelenekten gelip kısa zamanda bir "kitle partisine" dönüşmüş olan AKP, bugün gelinen noktada artık bir kültürel kimliğin partisidir. O yüzden oy oranı her şeye rağmen %30'un altına inmiyor. Çünkü kültürel kimliğiyle düşündüğü ve hareket ettiği için Erdoğan'a inancı ve sadakati hâlâ çok yüksek. Bu tablo, Türkiye'de kimlik sorununu ortaya koyan, bu sorunun kökenlerinin, dinamiklerinin ve ifade tarzlarının anlaşılmasına imkân sunan bir olgular yığını oluşturuyor. Kimlik deyince de zaten kültür alanına ayak basmış oluyoruz. Kültürel iktidardan kastedilen gündelik yaşam Erdoğan ve AKP sözcülerinin kültürel konulardaki demeç ve uygulamaları, kültürel iktidar olamama sorunun kendileri için ne denli ciddi bir sorun olduğunu iyice anlamamızı sağlıyor. AKP'nin tek hedefi iktidarda kalmaktır ve her alanda olduğu gibi kültürel alana ilişkin bütün söylem ve politikalarının da temel amacı bunun ideolojik koşullarını yaratabilmektir. "Kültürel iktidar olamadık!" şikâyeti, söz konusu ideolojik koşulların hâlâ olgunlaştırılamamış olmasına ilişkindir. Kültürel alan, bir yandan klasik müzik konserleri verilen, film çekilen, tiyatro sahnelenen, heykel yontulan, bir yandan da televizyonda rakı kadehlerinin blurlandığı, konser ve festivallerin yasaklandığı, kadın kıyafetlerine karışıldığı geniş bir alandır. Erdoğan'ın dillendirdiği "Kültürel iktidar olamadık!" ifadesi, bu çeşitlilikte sinemanın, tiyatronun temsil ettiği kısımla ilgiliymiş gibi görünse de esasen diğer kısımla, gündelik yaşamın muhafazakârlaştırılmasıyla ilgilidir. Çünkü iktidarda kalmanın ideolojik koşullarını sağlayacak kısım burasıdır. Erdoğan'ın şikâyeti, muhafazakârlığın gündelik yaşamda etkisini göstermiş olmasına rağmen bu koşulların hâlâ tam olarak olgunlaştırılamamış olmasına ilişkindir. Çünkü "ecdad yadigarı, atalar kültü, mâzi mirası" diyerek ihya edilmeye çalışılan ama sonuçta metruk bir kültürün elde kalan parçalarına tutunmaya çalışmaktan ileri gidemeyen bir kültürcülükten öteye geçilememiştir. Sanata ve kültüre rasyonel yaklaşmak Kültürel alanın sinema, tiyatro, müzik, resim, heykel vb. gibi uğraşları kapsayan kısmı da ihmal edilmedi elbette; AKP buralarda kendi siyasal hegemonyasına uygun kişiler yaratmıştır (Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses, Mazhar Alanson, vs. gibi) . Ama çoğunlukla sanatı değil de kültür endüstrisini temsil eden kişilerdir bunlar. Aslında sınırlı da olsa bu konuda belli bir boşluğu dolduran, Mehmet Akif gibi, Sezai Karakoç gibi kalpleri imanlı kafaları, namuslu sanatçıları da vardır Türk muhafazakârlığının, güzel eserlerden oluşan bir külliyat oluşmuştur sayelerinde. Fakat bugün bütün bu külliyat da adeta sömürgeleştirilmiştir. İktidarın propagandistleri onları, Antik Yunan heykellerini kireç elde etmek için eriten Romalılar gibi, öyle işler için kullanmaktalar ki güzellikleri de görünmez olmuştur. Çünkü onlar için kültür meselesi, gündelik yaşamı ve bütün kurum ve kuralları ile kamusal alanı muhafazakâr bir düzene tâbi kılma gayretidir. Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, AKP'nin temsil ettiği dindar muhafazakârlığın kültürü, sosyal tabanında yaygınlaşan ve iyiden iyiye dikkat çekmeye başlamış olan müstesna (benzerlerinden ayrı, seçkin) ve aynı zamanda mubah (yapılmasında dini açıdan bir sakınca bulunmayan) lüks ve gösterişçi yaşam tarzında somutlaşmış gibi görünüyor. AKP döneminin dindar muhafazakârları, kılık kıyafet seçiminden ev döşeme biçimine, tatil alışkanlıkların şık mekânların müdavimi olmaya kadar geniş bir yelpazede ortaya koyduğu elit beğenisi, tüketimi ve yatkınlıklarıyla gündelik yaşamın yeni elitleri olmuşlardır. Çünkü AKP, "Türkiye kapitalizmini kim daha iyi yönetir?" çekişmesinde rol kapmış bir partidir; Türkiye'de 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlanmak istenen; ama ancak 12 Eylül darbesi sayesinde mümkün hâle gelen neo-liberal dönüşümün 2000'li yıllardaki yüklenici politik aracı olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden Erdoğan ve AKP'nin İslamcılığı, tipik bir sağ muhafazakârlık örneğidir: Kapitalist modernleşmenin ekonomik ve siyasal işleyişini ve sonuçlarını kabullenip savunmak, kültürel gelişmelerini ve sonuçlarını reddetmek. Kültürel iktidar olamama serzenişi bu reddin dile gelme biçimidir. Gündelik yaşamın yeni elitleri yanında neo-liberalizmin mağdurlarının, yoksullar ve emekçilerin niçin Erdoğan'a ve AKP'ye oy vermekte ısrar ettikleri de uzun sayılacak bir sosyal tarihin yükünü taşıyan kültürel bir meseledir. AKP kendi seçmen yığınlarını oluşturan kalabalıkların kendinden uzaklaşmasını, alt sınıfların öfke ve taleplerini çarpıtan "kültürel çatışma" nesnelerini sahaya sürmek suretiyle, dinsel-ideolojik telkinle durdurmaya çalıştı ve çalışıyor. Burada ayrıca AKP'nin, devleti vatandaşlık hakkı ilkesine göre sosyal alanda daha fazla görevlendirmek yerine, sorunları İslâmî renklere bürünmüş hayırseverlikle halletme yoluna giden sosyal politika anlayışına da değinmek gerekir. Seçmen tabanına dönem dönem yaptığı erzak, kumanya, kömür, beyaz eşya vs. yardımlarında ihtiyaçlar üzerinden bir politik tutum ve davranış oluşturma stratejisi belirgin rol oynadı. Bunlar politik davranışların şekillenmesinde, lider otoritesine bağlanmada da önemli bir rol oynadı. Zaten ataerkil siyaset geleneğimizin Devlet Baba anlayışı da böyle bir bağlanmaya uygun zemin sunuyordu. Bu koşullar altında kültürel iktidar tartışması, demokratik muhalefet için de önem kazandı. Genel olarak bizim gibi ülkelerde, politik alan içinde demokratik muhalefetin otoriter siyaseti şaşkına çevirip sarsacak güce erişemediği koşullarda, kültürel alan demokratik muhalefet için özel bir önem kazanmıştır. Değerli tarihçi Eric Hobsbawm, büyük bir bilgelikle, "Kültürel isyan zayıflığın göstergesidir" demişti. Bizimki de bir "zayıflık göstergesidir". Ama zayıflık göstergesi olsa bile anlamsız değildir. Siyasal iktidarın sanat ve kültüre belli bir rasyonel içinde yaklaştığı zaten çok belli. Aynı rasyonel tavrın muhalif kesimde de görülmesi şaşırtıcı sayılmamalıdır. Ama şunun da farkında olmak gerekir ki sanat ve kültür, şikâyetçi olunan kötü dünyayı kendi başına kurtaramaz, hatta kendi başına kendi alanını bile koruyamaz. Basit ama kullanışlı bir bilgidir bu. O sebeple, muhalif kesimde sanatın ve kültürün siyasi potansiyelinin önem kazanması, can sıkıcı gerçekliğe gösterişli bir tepki değil, siyasi alanın büyük öznesi olan halkla etkili bir iletişime duyulan ihtiyacın ifadesidir, değilse de olmalıdır. Toplumsal gerçeklik hakkında yanılmak Kültürel iktidar konusunun Türkiye'nin toplumsal hayatının değişmeler ve devamlılıklar içeren tarihi bütünlüğü içinde ele alınmasında büyük yarar vardır. Kültürel alan, toplumsal gerçekliğin sembolik düzeyde, yaşam tarzları düzeyinde işlediği bir yerdir. Kılık kıyafetten yeme içmeye, gündelik dilin jargonundan kültürel beğeni, eğilim ve yatkınlıklara kadar pek çok konunda çatışan yaşam tarzları da hepimiz üzerinde belirleyici olan toplumsal gerçeklik hakkında yanıltıcı düşüncelere iter bizi. Onun sezgilerinden kopmamız gerekir. Kültürel kimliklere ilişkin bu dolaysız sezgiden kopulmadığında, ya herkes "kâfir", "ayyaş", "namussuz" ya da "yobaz" , "cahil", "bidon kafalı" olur. Kültür eleştirisi zannettiğimiz şey de bu koşullarda ancak yönergeler, talimatlar, hükümler savurarak insanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen (polis tutanağı, savcı iddianamesi türünden) adli belgeler olacaktır. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

"Kültürel iktidar" diye diye

Ağustos 20, 2022

·

Makale

Solun gücü, hedefi…

Güray Öz Klasik ve kalıcı söylem solun değişmez amacının sosyalizm olduğudur. Bu amacın nasıl gerçekleşeceği, gerçekleştirilebileceği konusunda farklı ülkelerin, bölgelerin deneyimleri yardımcı olsa da nedeni ve sonucu belli gibi görünen yanıtlar yanıltıcı olur. Devrimci parti ve hareketler, iktidarı hedefleyen programlarını, stratejilerini, örgütledikleri ve içinde örgütlendikleri, eğitildikleri kitleler olmaksızın gerçekleşmeyeceğinin bilinciyle oluştururlar; eylemlerini ona göre planlar, yürütürler. İnsanların tarihi kendilerinin yapacakları ama verili koşullar içinde gerçekleştirebileceklerini söyleyen Marx da determinizme kapı aralamamış, devrimin gerçekleşmesine ilişkin bir reçete verilemeyeceğini aralıksız geliştirdiği teori ve eylemleriyle göstermiştir. Genel olarak köklü bir değişim hedefine ulaşabilmek için reformist değil, biçim ve içeriği en genel hatlarıyla çizilen sosyalizmi gözden yitirmeyen mücadele literatürde özellikle vurgulanmıştır. Diğer yandan, tarihsel gelişmenin sunacağı olanakların önceden kestirilemezliği, durumun her adımda yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılar. Devrimci eylemin önemli bir diğer özelliği de geçmişin tutuculuğundan sıyrılabilmektir. Bu olguyu da Marx 18 Brumaire’de “Ölmüş kuşakların geleneği yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker” diye tarif etmiş, devrimci mücadeleyi yeni bir dil öğrenmek metaforuyla anlatarak, başlangıçta yeni dili sürekli olarak anadile çeviren öğrencinin ancak "yeni dili içselleştirdiğinde, o dilde serbestçe üretimde bulunduğu dili kullanırken eskisini hatırlamadığı ve atalarına ait dili unuttuğu anda mümkün olur" demiştir. Kuşkusuz bu yol gösterici metafor, geçmişin deneyimlerini bir yana bırakmak anlamına gelmiyor, ama değişen koşulların, yeni engellerin ve olanakların dikkate alınması gerektiğinin altını çiziyor. Peki, Türkiye’nin devrimcileri nasıl bir yol izlemeli? Devrimci bir stratejinin pratikte nasıl şekilleneceği konusunda belirli bir fikrimiz olmasa bile, sosyalizm hedefinin unutulmaması öncelikli olandır. Bu hedef gözden yitirilirse uygulanacak stratejiler, programlar güncel görevler konusunda ne kadar yaratıcı olursa olsun siyasal hareketi sisteme, dahası rejime gizli açık boyun eğmeye zorlar. Hedefi gözden yitirmeden hazırlanacak stratejik hedefler ve uygulanacak programlar hamasi sosyalizm söylemiyle örtülmemeli, ama atılacak adımlar geleceği hazırlamanın pratiği, somut olarak her koşulda kendini göstermelidir. Daha somutlamak gerekirse, Türkiye’de sınıf mücadelesinin zayıflıklarını sınıfların siyasi mücadeleye katılmalarındaki önemli ve aşılması zor eksiklikleri bilerek, gerçekçi adımlar atmak gerekiyor. Bu da geniş kesimlerin birlikte mücadelesinin yollarını aramayı, bulmayı zorunlu kılar. Halkta, tabanda gelişen birlikte mücadele eğiliminin siyaset düzeyinde de hızla gerçekleştirilebilmesi bu nedenle yaşamsaldır. Türkiye’de ekonomik, politik ve toplumsal psikoloji açısından koşullar, iktidardaki koalisyonun erki koruyabilecek gücü yitirdiğini gösteriyor. Ana muhalefeti oluşturan, solun ve HDP'nin içinde yer almadığı partiler koalisyonu ise değişimin radikal bir değişim olması konusundan çok uzaktırlar. Yine de önümüzdeki seçimlerin öncü değil öndeki gücünü siyasal iktidarı değiştirmekle sınırlı bir programı olan altı partiden oluşan muhalefet bloku oluşturuyor. Sol bu koşullarda ne yapabilir, değişim fırsatını nasıl değerlendirebilir? Hayalci olmamak, gerçekleşebilir hedefleri gözeterek adım atmak mümkündür. Eksiksiz sol parti ve hareketlerin Kürt siyasi hareketi ile birlikte oluşturacakları blok, ana muhalefet blokunu daha doğru bir stratejiye yönlendirebilir, muhtemel tehlike ve tehditler konusunda uyarabilir. İktidar blokunun son bir yıl içinde attığı adımlar, seçimlerin özgür bir ortamda gizli oy açık sayım ilkesine uygun bir şekilde yapılacağı konusundaki kuşkuları artırdı. İktidar blokunun tüm devlet imkânlarını açık ve sınırsız bir şekilde kullandığı ve kullanacağı ortadadır. Bu nedenle halkın seçimlere sahip çıkmasını sağlamak, ana muhalefetin "oy ver yeter" anlayışının yetersizliğinin, oldu bittilerin kabul görmeyeceğinin seçimlere seçimlerden önce de örgütlü halk hareketiyle sahip çıkılabileceğinin gösterilmesi büyük önem taşıyor. Ve nihayet, seçimlerin sonuçları ne olursa olsun, ister iktidar, ister ana muhalefet bloku kazansın parlamentoda güçlü, gücünü işçi sınıfından, örgütlenmiş halk kesimlerinden kadın, gençlik, iklim ve çevre hareketlerinden, demokratik kitle ve meslek örgütlerinden alan bir sol blokun oluşması bu dönemin ana hedefi olmalıdır. Çünkü sık sık söylendiği gibi gelecek ertesi günden ibaret değildir; " gelecek uzundur."

Solun gücü, hedefi…

Ağustos 13, 2022

·

Makale

Biz kadınlar İstanbul Sözleşmesi'nden vazgeçmiyoruz

Canan Güllü Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Ülkemizde 2012 yılında kabul edilen ve 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe giren "Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi" yani kısaca Uluslararası İstanbul Sözleşmesi biz kadın STK'ları tarafından "kadınların anayasası" olarak kabul edilir. Önleme, koruma, kovuşturma ve politika üretme ayaklarından oluşan bu uluslararası sözleşme, sorunun oluşmadan önlenmesini amaçlayan mekanizmalarla, kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik bir direktifler yönergesidir. Birbirini tamamlayan ve besleyen, sahadaki çakıl taşlarını temizleyerek yolları açan saha deneyimlerinin yansımalarıdır. Sorunların tespiti ve çözüme yönelik mekanizmalarla devlet iradesinin önleme kararlılığı ile tamamlanmış bir belge olması onu önemli kılar. Bu yüzden ortak kararlılıkla tamamen yerli ve millî bir belgedir İstanbul Sözleşmesi. Ancak siyasi saiklerle kabul tarihinden itibaren uygulanmamış ve nihayetinde Cumhurbaşkanı imzası ile hukuksuzca yürürlükten kaldırılmıştır. Bir adım geriden: Nahide Opuz Biraz geriye dönelim ve 1990 yılında henüz şiddetin şikâyete bağlı olduğu yıllardan bir vaka hatırlayalım birlikte. Diyarbakır ilinde dinî nikahla bir birliktelik yaşayan Nahide Opuz defalarca uğradığı şiddet sonrası kolluğa gitmiş, ancak şikâyet etme cesaretini gösteremediği için gerisin geri şiddete uğradığı eve ve onu döven erkeğin yanına dönmek zorunda kalmıştır; çünkü eğer şikâyet ederse onu koruyacak yasal mevzuatın yokluğu Nahide Opuz'u çaresizlik içinde bırakmaktaydı. Nihayetinde koca 7 bıçak darbesiyle sonuçlanan bir şiddet sonrası kasten yaralama suçu ile yargılanmış, kısa bir süre ceza almış ve yargılaması 8 taksitte ödenmek üzere 800 lira para cezasıyla tamamlanmıştır. Geçen süre içinde hapisten tehditler alan Nahide annesini de yanına alarak şehri terk etme kararını hayata geçirdiği zaman da tahliye olan fail koca eşyaların yüklü olduğu kamyoneti yoldan çevirmiş ve Nahide'yi yaralayarak annesini katletmiştir. Yargılama sürecinde verilen cezanın azlığı nedeniyle davacı taraf bu kez de iç hukuk yollarına başvurmuş ve orada da hukukun işlemediğine tanıklık edilmiştir. İç hukuk yollarının tükenmesi sonucu dava AİHM'e taşınmıştır. Uzun soluklu süreç sonucunda AİHM tarihinde ilk defa vatandaşının hayatını koruyamayan devlet olarak Türkiye'yi tazminata mahkûm etmiştir. Çağdaş demokrasi adımı: İstanbul Sözleşmesi 2000'li yılların başı ve iktidarda AKP hükümeti vardır. Avrupa Birliği üyeliği için uyum yasaları çıkarılmaktadır ve Avrupa Konseyi dönem başkanlığı Türkiye'dedir. "İşte tam zamanıdır" denerek ve şiddetsiz bir Avrupa dileyerek ülkelerin kapıları çalınmış ve ilk imzacısı olmakla övündüğümüz İstanbul Sözleşmesi üye devletlerin imzasına açılmıştır. Türkiye de bir bayram havası vardır. Nahide Opuz utancını ortadan kaldırmakla kalmayacak aynı zamanda Avrupa'dan da bir adım önde olacaktık. Atatürk'ün seçme ve seçilme hakkıyla kendi kadın nüfusuna yasal haklar tanımış Türkiye yine yeniden çağdaş demokrasi adımını atmıştı böylelikle. Ancak iktidara gelmek için demokrasi trenine binerken özgürlükten, modern yaşamdan, eşitlikten söz edenlerin iktidara geldiklerinde takındıkları tavırla henüz karşılaşmamıştık. Sözleşme TBMM'de neredeyse havai fişeklerle kutlanmasına rağmen bir gariplik vardı. Sözleşme mekanizmaları hayata geçmiyordu. İç hukukta uluslararası sözleşmeleri destekleyecek yeni yasal mevzuat hazırlanırkenki adı "Kadına şiddetin önlenmesi" iken parlamentoya onaya geldiğinde adı "Ailenin Korunması ve Kadına Şiddetin Önlenmesi" olmuştu. İşin içine aile girmiş ve eşitlik rafa kalkmıştı. "Biat et, rahat et" Kadınlar evde, sokakta, iş yerinde, her yerde incir çekirdeğini doldurmayan sebeplerden öldürülmeye başlandığı zamanlarda önleyici politikalar yoktu. Ailenin tamamlayıcı unsuru kadınlar "biat et, rahat et" felsefesine feda ediliyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi sözleşme iç siyasetin pazarlık malzemesi yapılmış ve Saadet Partisi Disiplin Kurulu üyesi Oğuzhan Asiltürk tarafından İstanbul Sözleşmesi'nden vazgeçilmesi hâlinde tabanın AKP oy vereceği konuşulmuştu bir buluşmada. Talepten gerçeğe Akla hayale sığmayan bu talep gerçek oldu ve 21 Mart 2021 günü Resmî Gazete'de Cumhurbaşkanının tek başına kararı ile sözleşmeden çekilme kararı yayımlandı. Hepimiz şaşkındık. 2008-2021 yılları aralığında 3 bin 750 kadının katledildiği ülkemizde sözleşmeden vazgeçmek akıl işi değildi. Yaklaşık 220 kurum ve kişi tarafından kararın iptali yönünde Danıştay’a dava açıldı. Bu davaların bir kısmı duruşmalı olarak yapıldı. Danıştay salonunda yaklaşık 40 kişi ve kurumun duruşması oldukça yoğun bir katılımcıyla takip edildi. 4 kez yapılan toplu duruşmaların savcıları mütalaalarında istemin haklı olduğu ve kararın iptali yönünde görüş bildirdi. Ancak Danıştay 5/2 oylama ile bu hukuksuz kararı onayarak ona meşruiyet sağlamıştır . Bu onama; Anayasamızın 90. maddesi, uluslararası sözleşmelerin yürürlükten çekilme durumlarında sözleşmenin kabul edildiği şekliyle, yani parlamento kararıyla çekilmesini gerekli kılar. Bu kararla Danıştay, Anayasa'ya "darbe" yapmıştır. Parlamentonun yetkileri gasp edilmiş olup TBMM’ye "darbe" yapılmıştır. Ülkede hukuk katledilmiştir ; hem de yüksek mahkeme eliyle. Ayrıca tek adam rejimiyle bir gece uluslararası sözleşmelerden çekilme riski kapımızın önünde tehlike olarak, patlamaya hazır bir bomba olarak bırakılmıştır. Kim bilir hangi gizli görüşmelerde nelerin pazarlıkları yapılacaktır. İşin bu kısmın bilemeyiz; ama bildiğimiz bir şey varsa o da bu ülkenin kadınları öyle kolay pes etmez. Bu karara itiraz yolu açıktır. Hukuki olarak yola devam ederken sahada mücadeleye devam edeceğiz. İstanbul Sözleşmesi'nin önleme politikalarını sürdürmek için yerel yönetimlerle iş birliklerimize ve özel sektörle zihniyet değişimi çalışmalarımıza hız kesmeden devam edeceğiz. Çünkü biz biliyoruz ki mücadele kazandırır. Biz kadınlar, İstanbul Sözleşmesi'nden vazgeçmiyoruz. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Biz kadınlar İstanbul Sözleşmesi'nden vazgeçmiyoruz

Ağustos 6, 2022

·

Makale

“En Hayati Seçim”

Günel Cantak Son 20 yılda her seçime "en hayati" seçim dendi. Neredeyse hepsi de doğruydu. Şimdi de önümüzdeki seçim için söyleniyor ve bu da doğru. Çünkü Türkiye, yeni bir yol ayrımında… Çok partili demokrasimizin, kesintilerle de olsa 76. yılındayız. Türkiye, ne olursa olsun sandığı sevdi ve bu yıllar içinde sandıklardan büyük değişimler çıkarmayı da başardı. Lakin her seçim döneminin kendine özgü zorlukları da olmadı değil. 76 yılda öyle şeyler yaşandı ki adım attığımız artık belli olan bu seçim dönemine girerken bunlardan bazılarını hatırlamakta fayda var. İlk önce tabii ki 1946 seçimleri, Cumhuriyet’in ilk çok partili genel seçimi, şaibelerle doluydu. Adli denetim dışındaydı ve belki de en önemlisi açık oy - gizli tasnif usulüne göre yapıldı. Yani cumhuriyeti kuran parti CHP'nin her anlamıyla etkin olduğu bir ortamda vatandaşın oyu izlenmiş ve sayım da kapatılmıştı. Seçimler elbette CHP'nin %85 oy alarak birinci parti olmasıyla sonuçlandı. Bu seçim tarihe " şaibeli seçim" olarak geçti. İlk Erken Seçim: 1957 Neredeyse 10 yıl sonra, yedi yıldır iktidarda olan Demokrat Parti yönetiminde 46 seçimlerinin intikamı alınmış gibiydi. CHP'li seçmenlerin kütükten yok edilmesi, oy kullanımı tamamlanan sandık sonuçlarının seçim devam ederken radyodan açıklanması ve CHP'nin itirazlarına konu olan Gaziantep seçimlerinin pusulalarının saklandığı adliye binasının bir gece yarısı yanması gibi olaylarla akıllara kazındı. Tabii o dönemde CHP lideri İsmet İnönü' nün yurt gezilerinde fiziki saldırılara uğraması da not edilmeli. Suikastlı Seçim: 1977 Bir başka CHP lideri Bülent Ecevit bu seçim kampanyası döneminde ölümden bir kaç kez döndü. İki gün arayla Ecevit'in konvoyuna saldırıldı. İzmir Çiğli'de suikast girişiminde bulunuldu. Ecevit kurtulurken CHP'nin il başkanı Mehmet İsvan yaralandı. Ecevit'in Taksim Meydanı mitingi için suikast ihbarı yapıldıysa da CHP ve Ecevit geri adım atmadı ve büyük bir miting gerçekleşti. 2007: Cumhurbaşkanlığı Seçimi, Erken Seçim ve Referandum 2007 yine olaylarla dolu bir seçim yılıydı. 2007'ye gazeteci Hrant Dink suikastı ile giriş yaptık. Hemen arkasından Cumhurbaşkanlığı seçimleri kapıyı çaldı ve olaylar daha da tırmandı: 367 krizi, e-muhtıra, Cumhuriyet Mitingleri ve siyasi pazarlıklar… 2007 de bu üç seçimle ülkenin en gergin seçim yıllarından biriydi. Kasetli Seçim: 2011 2011 seçimlerine iki ay kala MHP' nin üst düzey isimlerinin özel hayatlarına dair kasetlerin saçılmasıyla MHP çok zor durumda kaldı. Kasetlerle siyaset dizaynı devam ediyordu. Kanlı Seçimler: Haziran - Kasım 2015 2015 yılında yapılan Haziran seçimleri öncesinde başlayan ve Kasım ayında tekrarlanan seçim sürecinde artarak devam eden terör olayları, seçim dönemlerinin ne kadar kanlı geçebileceğinin en dikkat çekici örneklerinden. Haziran’daki seçimler öncesi HDP Diyarbakır mitinginde patlayan bombalar ve 10 Ekim Gar Katliamı ile bu seçim dönemi de tarihe geçti. Cumhuriyet’in 100. Yıl Seçimleri 2022’de veya 2023’de yapılması fark etmez, önümüzdeki seçim, "Cumhuriyet’in 100. Yıl Seçimleri" olacak. Sadece bir Cumhurbaşkanı seçimi değil; bir sistem seçimi, bir anlayış seçimi olacak. Şimdiden bu seçimi cumhuriyetin en önemli seçimi olarak adlandırmak abartılı olmaz. Yukarıda bahsettiğim örnekleri göz önüne alırsak, bu seçim dönemi hepsinden çok daha zor geçebilir. Şimdiden işaretleri başladı da: İktidarın seçim sistemi değişikliği, artırdığı baskı, siyasilere getirilen yasaklar, basın üzerindeki katlanılması çok zor olan baskı, saçılmaya yüz tutmuş kasetler, ifşalar derken tüm kesimler işaret fişeğini bekliyor. Herkes büyük bir baskı altında; siyasiler, anket firmaları, akademisyenler, bürokratlar, say say bitmez, aklınıza kim geliyorsa. En önemlisi biz gazeteciler. Zaten mayınlı arazide yapmaya çalıştığımız mesleğimiz bu dönemde çok daha zor olacak. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun " SADAT Baskını" da bu seçim döneminin zor geçebileceğinin önemli bir işaretini verdi. Büyük bir ekonomik kriz altında ezilen ülke, bu süreci atlatacaktır ama bu seçimler tarihe nasıl geçecek hep beraber yaşayacağız. Lakin umut her zaman baki… Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

“En Hayati Seçim”

Temmuz 30, 2022

·

Makale

Dış politika Cumhur İttifakı'nın tutkalı mı, çatlağı mı?

MHP lideri Devlet Bahçeli, geçtiğimiz hafta yaptığı bir ülkü ocağı ziyaretinde Yunanistan’a ait pek çok adanın "denizlerdeki Misak-ı Millî'miz" ifadesiyle Türkiye toprağı olarak gösterildiği bir tabloyla görüntü verdi. Yunanistan ile Türkiye arasındaki gerilimin tırmandığı bir dönemde verilen bu poz, Yunanistan kamuoyunda tepkiyle karşılandı. AK Parti'den konuya ilişkin açıklama yapılmadı. Yunanistan'dan tepkiler Yunanistan merkezli Kathimerini gazetesine konuşan diplomatik kaynaklar, "Maalesef bu görüntü, bizim Türkiye'yle her gün yaşadığımız ve gerilimi tırmandıran aşırı uçtaki açıklamaların bir kısmı. Bir an önce ülkemizin toprak bütünlüğünü şüphede bırakan bu kabul edilemez olayın düzeltilmesini bekliyoruz." açıklamasında bulundu. Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis de "Bu haritaya iyi bakın. Girit, Rodos, Midilli, Sakız, Samos hepsi Türkiye tarafından alınmaktadır. Bu, aşırılıkçıların ateşli rüyası mı yoksa Türkiye'nin resmi politikası mı? Başka bir provokasyon mu yoksa gerçek hedef mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan, küçük koalisyon ortağının son maskaralıklarına ilişkin tutumunu netleştirmeli." mesajını paylaştı. Yunanistan da gerilimi tırmandırıyor Yunanistan ile Türkiye arasındaki gerilimin tırmanmasının tek taraflı bir sebebi yok. Miçotakis’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’la karşılıklı güven ilişkisini yok edeceğini bilerek ABD Kongresi’ne Türkiye’yi şikâyet etmesini, Savunma Bakanı Nikos Dendias’ın sürekli Türkiye’yi suçlayan açıklamalarda bulunmasını ya da emekli bir Yunanistan amiralinin “Boğazları bombalama” tehdidini tüm kamuoyu hatırlıyordur. Türkiye’nin gerçek anlamda burnunun dibindeki adaların Yunanistan’a ait olmasına hayıflanmak, Yunanistan’ın bu adaları uluslararası anlaşmalara aykırı şekilde silahlandırmasına itiraz etmek ya da Ege’deki deniz sınırlarında ulusal çıkarları savunmak oldukça makul ve beklenecek siyasi tutumlar. Büyük bir diplomatik kriz çıkmasına sebep olabilecek tavırsa bir ülkedeki iktidar ortağının bir başka ülkenin toprağı üzerinde hak iddia etmesi. Cumhur İttifakı’nın dış politikası Genelde dış politikayı söylem düzeyinde iç politika için araçsallaştırmakla bir problemi olmayan AK Parti, pratikteyse 2010’ların başındaki gerçeklerden kopuk idealizmi bir kenara bırakarak daha temkinli ve realist adımlar atıyor. Örneğin Ukrayna’da taraf olmaktansa denge politikası izliyor, NATO’nun genişlemesine engel çıkarmıyor, Körfez ülkeleriyle, İsrail’le, Mısır’la ve Ermenistan’la karşılıklı normalleşme adımları atıyor ve dahası uluslararası aktörlerin tepkisinin ardından Suriye’de yapılması planlanan askerî operasyona başlamıyor. Buna hem uluslararası siyasetteki güncel büyük değişimler hem de Türkiye’de tüm dünyadakinin misliyle hissedilen ekonomik kriz sebep oluyor. AK Parti'nin ittifak ortağı Bahçeli ise "Suriye’ye ezici harekâtın zorunlu hâle geldiğini, terörün belinin kırılacağını, fitnenin başının yerinde koparılacağını” söylüyor . Yani harekâtı talep ediyor ancak harekata başlamayan ya da başlamak için doğru zamanı bekleyen AK Parti’yi bu konuda fazla da sıkıştırmıyor. Tutkal mı çatlak mı? Son günlerde kimi belediye meclislerinde AK Parti ve MHP’li üyelerin tartışması ya da Bahçeli’nin daha önce "enflasyonun açıklananın çok üzerinde olduğunu, zamların milletin belini büktüğünü" söyledikten sonra MHP’den ihraç edilen milletvekili Baki Ersoy’u yeniden partiye davet etmesi ekonomik kriz nedeniyle anketlerde Millet İttifakı’nın gerisine düşen ve oy kaybı süren Cumhur İttifakı’nda “çatlak” söylentilerinin artmasına sebep oldu . Bu “çatlağın” şu an muhalif kesimin bir temennisinden öteye gitmediğini, birbirine karşılıklı şekilde bağımlı hâle gelen AK Parti ve MHP’nin özellikle seçimden önce farklı yollara sapmayacağını düşünüyorum. Hatta, oy kaybını telafi etmek ve bir kere daha seçim kazanmak isteyecek AK Parti’nin dış politikada en azından söylem düzeyinde şahinleşerek MHP’nin çizgisine yaklaşmasını bekliyorum. Öte yandan, Süleyman Demirel’in dediği gibi siyasette 24 saat çok uzun bir süre. MHP’nin yayılmacı dış politika savunusunun yol açabileceği bir çatışma ya da diplomatik kriz, AK Parti’yi bu ekonomik koşullar altında taşımak istemeyeceği bir yükün altına sokabilir, AK Parti MHP ile arasına mesafe koyarak yeni ittifak ortakları arayışına çıkabilir. Ya da MHP oylarının daha da erimesi ve partinin de ekonomik krizin sorumlusu olarak görülmesi, MHP’nin belki de yıllardır biriktirdiği AK Parti’ye yönelik eleştirilerini bir anda ortaya dökmesine de yol açabilir. Bu durumda MHP için dış politika, AK Parti'den kendini ayrıştırabileceği bir alan olabilir.

Dış politika Cumhur İttifakı'nın tutkalı mı, çatlağı mı?

Temmuz 16, 2022

·

Makale

Kazanarak kaybedenler

Özlem Gürses Yorgunuz. Haber yorgunu, siyaset yorgunu, kutuplaşma yorgunu, geçim sıkıntısı yorgunu, işsizlik yorgunu, polemik yorgunu… Bugün bayram; ortada ne bir bayram havası var, ne de bir bayramlaşma hevesi. Kimsenin hayatında “ incelikler ” kalmadı. Kolay yoldan zenginler şuursuz bir gösterişin dibine vurmuş, yoksul zaten vasatın esaretinde. Bir kabalık, bir nobranlık, bir öfke… ***** Oysa 20 senedir sürekli sandıktan daha çok oyla “ kazanarak ” çıkan bir iktidar var. Cumhurbaşkanı’nın deyimiyle “ çıraklıktan ustalık dönemine geçen ” bir iktidar. Her seçimde gücünü daha da artıran, yerleşmedik köşe bucak bırakmayan bir iktidar. Cumhuriyet tarihimizin kesintisiz en uzun dönemi… Ve vardığımız yer, dünyanın en mutsuz üçüncü, en öfkeli ikinci ülkesi olmak. Göç edip gitmiş yüzbinlerce genç insan… evladına hasret yaşlanan umutsuz anne babalar… Her gün katledilen kadınlar, doktorlar, avukatlar… Kendileri gibi olmak, düşüncelerini ifade etmek “ suçundan ” yaka paça gözaltına alınan, sokaklarda itilip kakılan gençler… Ve her akşam ekranlarda “ gazetecilik ” adına tanık olduğumuz kayıkçı kavgaları, bitmeyen siyasi hamaset, her sabah yenisine uyandığımız pusular, tuzaklar, rezillikler. ***** Son döneme kadar “ kazananlar partisi ” kendi seçmenini “ onların da kazandığına ” inandırmıştı. Eser siyasetinden, eşi benzeri görülmemiş refahtan, Büyük Türkiye’den, göklerden gelen kararlardan çekyatın üzerinde fasulye ayıklayan teyzemiz de, torunu işsiz amcamız da heyecanlanıyordu. Şimdi yavaş yavaş da olsa anlaşılıyor ki, AK Parti ve bir küçük grup sürekli kazanırken, Türkiye telafisi zor biçimde kaybetmiş… Adaleti, kardeşliği, orta sınıfı, çalışarak başarmayı önceleyen bir değer sistemini, yaratıcı ve özgür düşünceyi, kadınlarını, gençlerini, doğasını ve neşesini kaybetmiş bir ülke var elimizde. Kazanarak kaybedenler ülkesi. ***** Memleket, dünyadaki en sarsıcı çağ dönümlerinden birine ne yazık ki böyle bir kadro ile yakalandı. Yeni dünyayı ve genç kuşakları anlamaya çalışmaktan çok uzak, “ kazanmayı ” sadece sandıktan çıkmak olarak kurgulayan bir siyasi akıl. Türkiye, geçen 40 yılda bir türlü çözemediği sorunlarının üzerine, şifası çok da kolay olmayacak olan derin yaralar ekledi. Siyaset, sorunlara çözüm üretmeyen, tam tersine her sabah yeni krizler yaratan bir kördüğüme dönüştü. İnsanoğlunun en muhteşem buluşlarından olan “ demokrasi ” vahşi kapitalizm ve popülist söylemlerin altında kan ağlıyor… İyi de buradan nasıl “ çıkacağız ?” ***** İtalya’da Z kuşağına sormuşlar, “demokrasinin devamı için meclis mi siyasi partiler mi vazgeçilmezdir?” diye… Gençler, meclis diyor: “Siyasi partiler olmasa da olur, temsilcilerimizi seçmenin bir yolunu buluruz.” Bizim topraklarda “ apolitik ” olarak tanımlanan ve genellikle küçümsenen bu bakış açısı, aslında son derece bilinçli bir tercih ve “ antipolitik ” yani siyaset karşıtı bir siyasi düzeni anlatıyor. “ Sorunları çözün kardeşim ” sistemi de diyebiliriz. Ve geldiğimiz noktada ülkenin en büyük seçmen grubu olan “ kararsızlar ” çözümü hiçbir siyasi partide bulamıyor. ***** Yorgunuz… Ben kendi adıma hem iktidar, hem muhalefet yorgunuyum. Siyaseti bu Hacivat – Karagöz oyununa kilitleyen dönem ne zaman bitecek diye bekliyorum. Ne zaman yetişkinler gibi gerçek sorunlarımızı açıklıkla ve yüz yüze konuşarak , samimiyetle çözüm arayacağız? Ne zaman iktidar olmak ya da muhalefet etmek değil, bir masanın etrafında aynı değil, çok farklı düşünerek de oturabilmek değerli olacak? Ne zaman kazanarak değil, vazgeçerek kazanmayı öğreneceğiz? ***** P.S. Bu vesile ile zevkle ve merakla takip ettiğim Aposto’yu yaratıcı ve yenilikçi bu fikir için kutluyorum ve hepinize mutlu, huzurlu bir bayram diliyorum. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Kazanarak kaybedenler

Temmuz 9, 2022

·

Makale

Dünyayı kurtarması beklenen yakışıklı adam

Yıldıray Oğur 1963 yılı, Eskişehir Birinci Hava Üssü. Üs komutanı, 8 yıl sonra Hava Kuvvetleri Komutanı olarak 12 Mart Muhtırası'nın altına imza atacak Muhsin Batur. O yıl üs, tarihte ilk defa bir film çekimleri için kapılarını açmıştı: Şafak Bekçileri . Film, Hollywood 1980’lerde Top Gun ’ı neden çektiyse aynı amaçlar için çekilmişti: Hava Kuvvetleri’ne gençleri teşvik etmek. Bu yüzden ülkenin en yakışıklı erkek oyuncuları filmde rol almıştı: Göksel Arsoy, Ekrem Bora. Filmin yönetmeni, Halit Refiğ’di. Üssün kapılarını filme kayınpederi emekli bir general olan devrin en ünlü jönü Göksel Arsoy açtırmıştı. Arsoy izni aile dostları olan devrin Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’den almıştı. 27 Mayısçı olan Tansel, bir yıl önce Talat Aydemir darbesine karşı çıkan askeri kadro içindeydi. Bir yıl sonra da Kıbrıs’a ilk hava harekâtını yönetecekti. Filmde hava üssünde görevli subaylar da rol almışlardı. O rol alanlardan biri olan Ahmet Çörekçi, 28 Şubat döneminde Hava Kuvvetleri Komutanlığı yaptı. Halit Refiğ, film için üsteki genç subaylar arasından seçme yaparken birinin yakışıklılığı çok dikkatini çekmişti: Üstte askerliğini yedek subay olarak yapan tabip teğmen Fahrettin Cüreklibatır . Eskişehirli, uzun boylu sarışın bir Tatar’dı. İstanbul Üniversitesi’nde tıp okurken bir taraftan Cemal Süreya’nın yakın çevresine girmiş, dergisine hikâyeler yazmıştı. Bir taraftan da Artist adlı bir magazin dergisinin yarışmasına girip birinci seçilmişti. Halit Refiğ çok istemesine rağmen başrollerdeki bütün jönlerden yakışıklı bu genç subayın filmde oynaması mümkün olmamıştı. Genç doktor Fahrettin, askerliğini bitirdikten sonra İstanbul’a gidip Halit Refiğ’i ziyaret etti. O da onu Gurbet Kuşları filminde oynattı. Filmin yapımcısı, "Fahrettin Cüreklibatır diye oyuncu adı olmaz," diyerek ona yeni bir isim buldu: Tiyatrocu Cüneyt Gökçer’in Cüneyt’i ve kitapçı Ramazan Arkın’ın Arkın’ından Cüneyt Arkın . Geçen hafta 84 yaşında hayatını kaybeden Cüneyt Arkın’ın bir oyuncu olarak doğuş hikâyesi böyle… Hikâyeyi biraz zorlarsanız buradan politik bir Cüneyt Arkın profili bile çıkartabilirsiniz. Tıpkı Cüneyt Arkın’ın arkasından yazılan bazı yazılarda yapıldığı gibi. Hâlbuki Cüneyt Arkın, 1960’lı yılların ortasından itibaren renkli bir hayatı olan, çapkın, magazin basınında gündemden düşmeyen, bazen karakolluk da olan devrin en gözde erkek yıldızlarından biriydi. Ve hiçbir zaman politik bir misyonun adamı olmamıştı. Kara Murat, Malkoçoğlu ya da Battal Gazi'yi oynamasının sebebi de Türk milliyetçisi olması değildi. 1970’de Türk-İran ortak yapımı bir filmde Kürt Selahaddin Eyyübi'yi de oynamıştı. İran’da Fahrettin olarak ünlenmişti, İtalya’da John Arkin, Avrupa’nın başka ülkelerinde Steve Arkin, George Arkin, Uzakdoğu’da Lee Arkin olarak tanınmıştı. Yakışıklı, atletik bir oyuncuydu, rol için sirkte atla akrobasi dersleri alacak kadar mesleğine değer veriyordu. O yüzden vefatının ardından çektiği sınırlı sayıdaki politik filmlerinden sahneleri gösterip Cüneyt Arkın’dan bir devrimci çıkarmaya çalışanlar da ya da oynadığı tarihi filmlerdeki milliyetçi sahneleri hatırlatıp sanki senaryolarını o yazmış gibi siyasi doğruculuk sopasını çıkaranlar da yanlış bir Cüneyt Arkın portresi çiziyorlar. Cüneyt Arkın filmografisinden ille de politik anlamlar çıkarılacaksa peş peşe çektiği üç politik filme biraz daha yakından bakmak faydalı olabilir. Ama Cüneyt Arkın’ın siyasi misyonunu anlamak için değil, Türkiye’de siyasi propagandanın ne kadar çiğ yapıldığını görmek için… Güneş Ne Zaman Doğacak Bu filmlerden ilki, 1978 yılının Nisan ayında gösterime giren Güneş Ne Zaman Doğacak . "Orhun" adlı Ülkücü bir yapım şirketinin yaptığı filmin yönetmeni Mehmet Kılıç ve senaristi Tufan Güney’di. Bu iki isim 1980’lerde Osman Sınav’la yapım şirketi kurmuş iki milliyetçi sinemacıydı. Film 1945’de Türkiye’nin SSCB’ye iade ettiği ve Boraltan Köprüsü’nden geçişleri sırasında öldürüldükleri iddia edilen 195 Azerbaycan Türk’ünün hikâyesinden esinlenmişti. Cüneyt Arkın, filmde yıkık bir minarede ezan okuduğu için Sovyet gizli polisi tarafından yakalanan ve işkence gören Kafkasyalı Türk Yavuz’u oynamıştı. Yavuz, Sovyet ordusunda albaylığa kadar yükselmiş dava arkadaşı Alp Giray’la birlikte bir Rus gemisine binmiş, İstanbul’da denize atlayıp ve Türkiye’ye sığınmıştı. Ama umdukları cennet Türkiye’de de yoktu. Burada da “kızıllar” vardı. Sağ-sol çatışmalarının haberlerinin yer aldığı gazeteleri üzülerek okuyan Yavuz, Türklerin Türkleri öldürmesine anlam veremiyordu. Muhakkak bu işin içinde “azınlıklar” olmalıydı. Sağ-sol kavgasını “Siz böyle kavga ederken onlar seviniyor,” diyerek duvardaki Yankee karikatürünü göstererek çözmüştü. Filmde komünistler sadece komünist oldukları için kötü değildi. Sovyetlerdeki bir okulda geçen sahnede "Allahsızlığı Yayma Kurumu"nun başındaki albayla okul müdiresi arasında şöyle diyaloglar duyarız: — Okulunuzdaki öğrencilerin artış hızında azalma var. — Albayım, bunda bizim hiç suçumuz yok. Yüz lira normal evlilikten çocuğu olanlara veriyoruz, evlilik dışı çocuğu olanlara 600 lira veriyoruz. Ama bir türlü yıkamadık şu çağ dışı evlilik müessesini. Efendim, ileride partimizin bel kemiğini oluşturacak bu evlilik dışı neslin yetişmesindeki başarımızı raporunuzda belirtirsiniz umarım. Sık sık Çırpınırdı Karadeniz çalan filmin sonunda Cüneyt Arkın, arkadaşı vurulunca kaçmaktan vazgeçip teslim olur, devlet onu SSCB’ye geri gönderir, başına gelecekleri bile bile Boraltan Köprüsü’nde yürürken Sovyet tarafından silahlar patlar. Türkiye’nin her yerinde pek çok sinemada kapalı gişe oynayan filme Ülkücüler aylarca akın ederler. Sık sık sahneler sloganlarla kesilir. Sovyetler’e ve komünizme dönük sert eleştiriler yüzünden film solun da tepkisini çeker. Beşiktaş’ta filmin gösterildiği bir sinemaya bomba atılır. En kanlı olaylarsa Maraş’ta olur. Maraş’ta filmin gösterildiği sinemaya bomba atılır, yaralananlar olur. Bombayı komünistlerin attığını düşünen Ülkücülerin karşı saldırısı Türkiye tarihinin en korkunç pogrom 'larından Maraş Katliamı 'yla sonuçlanır. Kötü bir propaganda filmi, bu filme tahammülsüzlük ve bir bombanın kışkırttığı kalabalıkların yaptığı korkunç katliam… Tabii bütün bunların Cüneyt Arkın’la bir ilgisi yoktur. Hatta Cüneyt Arkın, filme soldan gelen yoğun tepkilerden çekindiği için “filmde tehditle oynatıldığı, evine kurşunlar gönderildiği” şayialarının yayılmasını sessizce izler, soranlara yorum yapmaz ama bu iddiaları da yalanlamaz. Cüneyt Arkın, bu imajı silmek için birkaç ay sonra daha net bir adım atar. Yavuz Özkan’ın Tarık Akan’la birlikte senaryosunu yazdığı ve yönettiği Maden filminde başrol oynar. Maden Hababam Sınıfı serisinden ve Arzu Film’den yapımcı ve yönetmen Ertem Eğilmez kendisine hakaret edince ayrılan Tarık Akan’a diğer yapım şirketleri de kapılarını kapamıştır. O da Cüneyt Arkın’ın kapısını çalar, ona ortak yapımcılık teklif eder ve senaryodaki rollerden istediğini seçmesini ister. Cüneyt Arkın kömür madeni işçilerinin lideri İlyas olur. Tarık Akan da onun yetiştirdiği genç işçi Nurettin. Cüneyt Arkın’ın ağzından film boyunca devrimci hamasi sözler duyarız: Bu dünyayı biz kuruyoruz ellerimizle arkadaşlar. Ama bunun farkında değiliz, olmalıyız. O dönem pek çok ödül alan, hâlâ politik mesajları yüzünden övülen film de aslında kötü bir propaganda filminden fazlası değildir. Mesela filmdeki diyaloglardan biri şöyledir: Okula gidemiyoruz. Emperyalizm maşası faşist çeteciler canice saldırılarını artırarak sürdürüyor. İyiye yaklaşıldıkça tehdişçilerin saldırıları artıyor. İşi devrimci aydınların, yurtseverlerin peşlerine düşmeye vardırdılar. Dünyayı kana boyamayı sürdürüyorlar. Aslında kafamı karıştıranlar bunlar değil tabii. Emperyalizmin ilk tezgâhı değil bunlar. Dünyanın birçok yerinde aynı oyunu oynadı, oynuyor. Benim kafamı karıştıran faşizme karşı birleşik cephe oluşturması gereken devrimci güçlerin daha da bölünmesi. Tabii bunun da emperyalizmin bir oyunu olduğunu gözden uzak tutmuyorum. Ama bunca deneyden geçtikten sonra hâlâ bu oyuna gelmemizi bir türlü anlayamıyorum. Filmin sonu yine Cüneyt Arkın’a yakışan bir kahramanlıkla biter. Çöken madendeki arkadaşlarını kurtarırken hayatını kaybeder İlyas… Cüneyt Arkın 1979’da yine sol duyarlılık mesajlarıyla dolu Vatandaş Rıza ’da oynar. 1980 darbesinden sonraysa solcu olmak artık tehlikelidir. 1981 yılını devlet Atatürk’ün 100. doğum yıldönümüne adamıştır. Bu yıla özel olarak çekilen filmlerden birinin başrolünde görürüz bu kez Cüneyt Arkın’ı, Öğretmen Kemal olarak. Öğretmen Kemal Öğretmen Kemal, aslında bir çeşit Kubilay’dır. Eski bir Kuvvacı olan Kemal, öğretmen olarak Anadolu’nun bir köyüne gönderilmiştir. Karşısında köyün ağasını, onun emrindeki köyün hocasını ve onlara akıl hocalığı yapan Leon adlı şişman bir Ermeni tüccarı bulur. Cem Yılmaz’ın Erşan Kuneri’deki Kooperatif Kemal bölümüne ilham olacak kadar kült bir filmdir Öğretmen Kemal . Köyde Afrika’da safariye çıkmış bir İngiliz kılığında dolaşmaktadır. Öğretmen Kemal işe köyün adak ağacını baltayla keserek başlar, keserken şöyle bağırmaktadır: Kör taassup yıkacağım seni, yıkıl. Halkımı cahil bırakan safsata yıkıl, yıkıl. Yıkıl çağların gerisindeki karanlık düşünce, yıkıl. Taassubu yıktım, kör inancı. Sonra etrafına dolan köylülere seslenir: Siz tembeller bilmez misiniz ki bu ağacın kendisine bile faydası yoktur. Şimdi kutsal, ulu bir işe yarayacak. Bakın arkadaşlar. Ben kaba güce karşıyım. Çünkü öğretmenim. Barış adamıyım. Barışı belleten, yayan bir adamım. Ben Kuvayı Milliyeciyim. Atatürk’ün askeriyim. Çalışanın yeri yanımda tembelinki karşımda. Öğretmen Kemal, adak ağacını yıkıp ağaçtan okul yapar. Okula bir gün Atatürk’ün ölüm haberi ulaşır. Öğretmen Kemal, kendisini dağlara taşlara vurur, hıçkırıklarla bağırır. Neden bunca acıyı, bunca yorgunluğu bana bırakıp gittin. Şimdi sen yeniden doğan bir ölü, bense can çekişen bir diriyim. Ben senden öksüz kaldım. Nerede karşılaşacağız bir daha? Ufuğun hangi ölü noktasında? Öğretmen Kemal, film boyunca köylülere atar yapar: Şimdi gidiyorum. Köyden okuldan tüm gidiyorum. Softanızdan, zorbanızdan korktuğum için değil. Aydınlığın temsilcisini terk edip karanlığın bekçilerinin peşine düştüğünüz için cezalandırıyorum sizi. Okumayacaksınız, öğrenmeyeceksiniz. Pislik içinde sefil kalacaksınız. Uygarlıktan uzak bir hayvan gibi yaşayacaksınız. Cezalısınız, sömürüleceksiniz. Ateşler içindeki çocukları muskayla tedavi etmeye çalışan köyün hocasına bağırdığı sahne sosyal medyada yıllardır çok meşhur: Sen susacaksın yobaz. Ben oldukça susacaksın. Ben senin kaderinim. Baş kaldırdıkça karşına çıkacağım, ezeceğim. Filmin sonu diğer filmler gibi biter. "Gavur Leon"un verdiği akıllarla hareket eden ağanın komplosuyla Öğretmen Kemal, köylüler tarafından linç edilir. Kahramanımız yine kahraman olarak veda eder. Üç yıl, üç siyasi film Üç yıl içinde üç siyasi filmde sırayla ülkücü, devrimci ve Kemalist olur Cüneyt Arkın. Bu filmlerden sonra 1982’de en meşhur kült filmi Dünyayı Kurtaran Adam ’da oynar. Ülkücü, devrimci ve Kemalist olarak dünyayı kurtaramayan Cüneyt Arkın, şansını bu kez uzaylılara karşı dener ve dünyayı kurtarır. Aslında attan ata atlarken kalelere tek başına saldırırken, 10 kişiyi birden yere sererken politik filmlerindekinden çok daha gerçektir. Dünyayı kurtarmaya çalışmadığı zamanlarda çok daha yakışıklı ve kahramandır. Hatıralarımızda da öyle kalacak: dünyayı kurtarması beklenmeyecek kadar yakışıklı bir jön olarak… Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Dünyayı kurtarması beklenen yakışıklı adam

Temmuz 2, 2022

·

Makale

Anlamsız ya da bağlamsız kuşak analizleri ve bize düşenler

Şeyda Taluk Son yıllarda dünyanın farklı ülkelerindeki siyasi yükselişlerin neredeyse hepsinin arkasında genç seçmenin olması, Türkiye’de de gözleri genç seçmene çevirmiş durumda. Varolan politik yapıyı değiştirecek dip dalganın "gençlik depremi" olacağına dair bir beklenti oluştu. "Yeni nesil siyaset" söylemi çerçevesinde genç kuşaklar üzerine ateşli tartışmalar sürerken kuşak analizi üzerinden yapılan ve tarihsel gelişmelerin göz ardı edildiği "Z kuşağı" tartışmalarının (içi boş güzellemelerin!) gelmekte olan dünyayı anlamaya ve fazlasıyla "dilimize sakız" ettiğimiz genç kuşakları bu geleceğe hazırlamaya pek faydası yok. Kaldı ki: Sadece durum ve sorun tespitini içeren bu tartışmalarla konunun öznesi olan genç kuşaklar zaten pek ilgilenmiyor. Onlar bir anlamda, kendilerinden yaşlı kuşaklardan umutlarını kesmiş, onlara verilen vaatlerin yerine getirilmediğini gördükçe de politikadan uzaklaşıyor, kuşaklar arası uçurum daha da artıyor. "Kaynakları israf etme alışkanlığımızı yeni dünyaya da taşıdık" Dijital dünyanın hızına doğan yeni kuşakları kapsayacak bir politik dil arayışındaki Türkiye’nin siyasi yapılarının yaptığı en büyük hatalardan biri “geleceğe” dair bir düşünce biçimi geliştirmek yerine gündelik yaşama ait semboller üzerinden bu katmanların oyunu alabileceğine inanması. " Bizim göçmen kuşağımız, eskiden getirdiği alışkanlıklarla üssel büyüyen devinime balıklama daldı" diyor Faruk Eczacıbaşı , Daha Yeni Başlıyor adlı kitabında ve ekliyor: Kendi bildiğimiz şekilde, çıkarlarımız doğrultusunda elimize geçen fırsatları bir taraflara çekiştirmeye çalışıyoruz. Geçmiş kuşaklardan devraldığımız ama gelecek kuşaklara da borçlu olduğumuz kaynaklarımızı israf etme alışkanlıklarımızı da bu yeni dünyaya taşıdık. Eczacıbaşı, gelişmelerin ve getirdiği kırılımların sürekli olduğunu anlamak, bu kırılımların alışkın olmadığımız bir biçimde gittikçe artan bir hızla değişmesine hazırlıklı olabilmenin gerekliliğine de dikkat çekiyor. Ağ toplumunu anlamak Tabii öncelikle de bu devinimi iyi anlamak gerekiyor. Bugün içinde yaşadığımız dünyanın "yeni" bir gerçeklik olduğuna dikkat çeken sosyolog Manuel Castells , internetle toplumsal hareketler arasındaki ilişkiyi göz ardı etmememiz gerektiğini söylüyor. Castells, ağ toplumunu, ağlar oluşturma mantığı etrafında merkezsiz, hiyerarşi içermeyen, yatay ilişkilerin hâkim olduğu bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak tanımlıyor. Sosyolog, "ağa bağlı toplumsal hareketler" olarak tanımladığı farklı ülkelerde ortaya çıkan protesto gösterilerinin belli bir ideolojik ve politik altyapısı olmasa da insanlar ortak acı, sorunlarını paylaşıyor, korkusuzca itirazlarını dile getiriyor. Kuşkusuz, teknolojinin bu hızlı değişimi, yani bir yaşam hâline gelmesi politik yapılarda büyük değişim yaratacak. Bu değişime hazırlıklı olabilmek için kuşakları anlamaya çalışmak kadar “zamanın ruhunu” da anlamak son derece önemli. Zira internet, yeni bir dijital vatandaşlık kültürü yaratırken Reddit, Discord, TikTok videoları veya özel sanal odalar, uygulamalar üzerinden örgütlenebilen farklı politik görüşlerden, katmanlardan “apolitik” (aslında başka anlamda politik ama var olan siyasi yapılara karşı) bu gençler, televizyon seyrederek büyüyen ailelerinin aksine odalarından, akıllı telefon veya tabletler üzerinden dünyayı değiştirebileceklerine inanıyor. Dijital dünyanın siyasete etkisi Medya iletişimi teorisyeni Herbert Marshall McLuhan ’a göre iletişim, araçları toplumları şekillendirir. Tam da bu nedenle önümüzdeki dönemin siyasetine ve genç oylarına bakarken giderek “yaşam alanına” dönüşen dijital dünyanın siyasete, toplumsal yönetişimine etkisine bakmadan ilerlemek, bunun yaşamın her alanını nasıl etkileyeceğini anlamadan yola çıkmak bu yüzyılın ruhuna aykırı. Belirli bir çerçeveye hapsedilmiş persona 'lar üzerinden değil daha çok geleceği anlamaya çalışarak genç kuşakları anlayabiliriz. Baş döndürücü hızla ilerlemekteki dijital dönüşümü mercek altına almak, bu süreçten etkilenen kuşakları da bu çerçevede anlamaya çalışmak, Türkiye siyasetinin ve genç kuşaklarının buna ne kadar hazır olduğu üzerine kafa yormak, “ülkenin, dünyanın geleceği” dediğimiz farklı katmanlardan gençler için daha yararlı olacaktır. Bunu yapmak için kristal bir küreye ihtiyacımız yok, zamanın ruhunu bilimsel veriler ışığında yakalamaya çalışmak, tarihe yüksek bir dağın tepesinden aşağıdaki yerleşim noktalarına bakıyormuşçasına bakmak, neden sonuç ilişkisini iyi saptamak, sağlıklı analizler yapmak gerekiyor. “Sıradan” insana sesini veren, onu daha da güçlü kılan siber alemin modern agoralarında öncelikli olarak adalet arayışının, küresel ısınma, çevre ve özgürlük mücadelelerinin, dijital aktivizm in yükseleceğini öngörmek mümkün. Bütün bunların ışığında, iletişim devriminin şekillendirdiği genç kuşaklar, bireyi odağına alan, merkeziyetçi yapıları dönüştüren dijital demokrasiyi kurmayı başaracaklar mı ya da başarabilecekleri bir dünyayı kurmalarına destek olabilecek miyiz? Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Anlamsız ya da bağlamsız kuşak analizleri ve bize düşenler

Haziran 25, 2022

·

Makale

Belirsizliğin şiddeti

Dr. Nesrin Nas 2022'nin ilk 6 ayı, 99 yıllık Cumhuriyet tarihimizde, İkinci Dünya Savaşı yılları hariç, enflasyonun en hızla arttığı bir dönem oldu. Yazıya başladığımda Türkiye’nin CDS primi 900 dolaylarındaydı ve piyasalar endişeyle FED’den gelecek kararı bekliyordu. Nihayet, FED faizleri, yıllık %8,6 enflasyonu, yapışkan hale gelmeden önlemek için, dünyada var olan savaş ve arz kısıtlarının kalıcı olduğu öngörüsüyle 75 baz puan artırdı. FED’in aksine biz risklerin geçici olduğu savıyla eksi 53 milyar dolarlık rezervimiz, %73 TÜFE enflasyonumuzla negatif reel faizi eksi %56 seviyesinde tutmaya devam ediyoruz. Üstelik etkisi kısa süreli de olsa kuru bir süre 18 liranın altında tutan kur korumalı mevduat (KKM) gibi sihirli bir alet daha yok heybemizde. Son açıklanan gelire endeksli senedin heyecan yaratmaması bunun kanıtı. Ayrıca artık bireysel döviz talebi çok az. Dövize talep zorunlu ithalat kanalından geliyor. Yani teşhis yanlış. Dahası, toplam mevduatın KKM'yle birlikte %72’sinin döviz olarak tutulduğu ve üretim yapmak için gerekli enerji ve emtianın %72-74’ünü, sermaye mallarının da %11-12’sini ithal etmek zorunda olan Türkiye’de, Cumhurbaşkanı faizlerin daha da indirileceğini söylüyor. Hükümetin önceliği enflasyon değil, büyüme 2022’nin ilk çeyreğinde %7,3 büyüme oranıyla ekonomi dolar bazında %4,3 küçüldü. Bakan Nebati, “Biz tercihimizi enflasyondan değil, büyümeden yana yaptık,” derken, yasamanın, yürütmenin ve hatta yargının başındaki Cumhurbaşkanı, bazı sorunlar olmasına rağmen işlerin yolunda olduğunu söylüyor. İşler iyi gitmiyor diyenlere had bildiren, “Fakirleşerek büyüyoruz…iktisat bilimiyle çelişen bir yaklaşımı sürdürmemeliyiz,” diyen TÜSİAD Başkanı’nı sert sözlerle uyaran Cumhurbaşkanı’nın da önceliği çarkların dönmesi. Ama çarklar dönmekte giderek zorlanıyor. Çünkü çarkları yağlayacak döviz tükenmek üzere. Ekonomik gidişata dair gerçekçi bir fikir edinmek için yıllık büyümeye değil, çeyrekten çeyreğe büyümeye bakmak gerekir. Geçen yılın son çeyreğinden bu yılın ilk çeyreğine büyüme oranı sadece %1,2, 2021’in 3'üncü çeyreğinden 4'üncü çeyreğine büyüme de %1,5 olmuştu. Bu arada büyümenin en önemli 2 dişlisi de durmaya yaklaşmış; özel tüketim üç ayda %2,8, ihracat %3,2 azalmış. Maalesef şimdi 6 ay öncesinden çok daha kötü bir yerde duruyoruz. KKM için bugüne kadar 157 milyar lira harcadık. En kötüsü enflasyon Kasım 2021’in neredeyse 4 katı, Aralık’ın 2,5 katı. Bu arada üretici fiyatları aylık %8,76 artmış. Yıllık artış %132,16. Hâliyle yoksulluk artıyor. Ipsos Araştırma'ya göre ülkede nüfusun %84’ü sadece hayatta kalmaya çalışıyor. Birleşmiş Milletler’e göre Türkiye’de 14,8 milyon insan açlık çekiyor. Dönüm noktası hibrit sistem 2018, bizim için bir dönüm noktasıdır. O yıl, siyasi sorumluluğu, kamuya hesap vermeyi ve şeffaflığı reddeden, tüm güç ve yetkiyi tek kişinin eline bırakan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen hibrit bir sisteme geçişle birlikte her şey bozulmaya başladı ve topyekûn çöküş hızlandı. O güne kadar epey hasar almış olan hukuki ve ekonomik kurumsal altyapı büyük ölçüde tahrip edildi. Merkez Bankası ve TÜİK ağır hasar aldı. Oysa iki kurumun itibarı ve güvenilirliği hayatidir. Böylece kur-enflasyon sarmalına girildi. Enflasyonun dörtte biri dışarıdan, dörtte üçü içeride bozduğumuz kurun seviyesinden geliyor. Kuşkusuz iktidar sadece "faiz sebep enflasyon netice" tezini değil, aynı zamanda ekonomide "imkânsız üçlü" hipotezini de kanıtlamaya çalışıyor. Sonuçta enflasyon nedeniyle borç stoku artmadan gelecek yıllara ve nesillere aktarılan faiz yükü artıyor. Dış ticaret açığı ve cari açık büyüyor. Daha kötüsü: Bu irrasyonalitenin doruklarındaki yolculuğun ya bir kur şoku, ya faiz şoku ya da ödemeler dengesi sorunu veya üçünün aynı anda gerçekleşmesiyle son bulma olasılığının çok artmış olmasıdır. Asıl beka sorunu Özetle kimse yarının nasıl olabileceği üzerine tahmin dahi yürütemiyor. Bu bir şiddet biçimidir. Belirsizliğin şiddeti diyoruz. Bekir Ağırdır şöyle diyor: Türkiye’de sokakta, iş yerinde, evde hissedip hissebileceğiniz en görünür öğelerden biridir belirsizlik. Hegemonik bir duygu hâline gelmiştir ve bu hissin altında ezilen on milyonlar görürsünüz. Ev genci denilen 30 yaş altı seçmenin 20 milyonunun aileden aldığı harçlıkla yaşamaya çalıştığı bir ülkede, tercih edilen bu politika ve yaklaşımın gençleri sadece yarınlardan değil, ülkeden de kopardığını görmek istemeyen tek karar verici, parlak günler için 2023 yılı şubat ve mart aylarını işaret ediyor, yoksullaşmayı yok sayarak enflasyonu ve tabii ekonomik ve siyasi reform ihtiyacı olduğunu da reddediyor. Bu, gençler için, belirsizliğin en açık şiddetidir. Onların geleceğe değil, ülkesine karşı da umutlarını ve güvenini yok ediyor. Asıl beka sorunu budur. Siyasetin temel önceliği bu şiddeti ortadan kaldırmak ve herkes için öngörülebilir ve güvenli bir gelecek yaratmak olmalı. Gençlerin kırık kalbi ancak böyle onarılır ve güven böyle kazanılır. Not: Serbest Kürsü'de yer alan tüm görüşler yazarlara ait olup, Aposto'nun editoryal bakış açısını yansıtmamaktadır.

Belirsizliğin şiddeti

Haziran 18, 2022

·

Makale