aposto-logo
TR
TREN
Bültenler
Radyo
Üyelik

Bültenler

Radyo

Aposto Üyelik

Aposto Hakkında

Kategoriler

Alıp Başını Gidenler

Her hafta 20lik bültende havalı 20liklerle tanışıyoruz. Hepsine buradan ulaşabilirsiniz. 20lik partisine hoşgeldiniz 🕺🏻

42 Hikâye

Gurbet Komedya: Maison Scoreboard

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Maison Scoreboard ’la birçok insan gibi yaz aylarında 143 binden fazla kişinin izlediği ve yurtdışında Türk olmak üzerine yaptıkları video sayesinde tanıştım. Yurt dışında okumuş biri olarak, gurbetçiler ve yurt dışında okuyan/çalışanlar ile ilgili bu Instagram ‘meme*’ sayfası beni güldürmekle kalmadı, 20lik bülteni ilk başlatırken kesinlikle konuşmam gerekenlerden biri olarak not defterime yazıldı. Geçtiğimiz pazar günü de bu grubun 5/7 si ile Zoom üzerinden konuşma şansını yakaladım. Maison Scoreboard 20 yılı aşkın bir arkadaşlıktan doğmuş aslında. Pierre Loti çıkışlı Rasih Ramazanoğlu, Alper Goldenberg, Alp Batuk, Can Keyder, Aksel Tutcu ve Deniz Türel 3 yaşından beri aynı okuldalar — Mustafa Gümüşkaya da aralarına 6. sınıfta katılmış. Beraber büyümüşler, her gün yaklaşık sekiz saatlerini beraber geçirmişler. “Birlikte büyüdüğümüz için, her günümüz birlikte geçti,” dedi Rasih. “Yanındaki insanın her şeyini tanıyorsun, ailenden biri oluyorlar.” Bu bağlarının da mezuniyet sonrasında devam etmesi için aslında 14 kişilik olan bir WhatsApp grubu kurmuşlar ama yoğunluklarından dolayı sadece bu 7 kişi Instagram hesabına katkıda bulunuyor. Fransa, İspanya, Amerika gibi dünyanın farklı yerlerine dağıldıklarından da bu grup üzerinden hayatlarını, yaptıklarını, tanıştıklarını paylaşmışlar ve ilişkileri böylece devam etmiş. “Scoreboard hepimizin üniversite hayatı boyunca devam etti. COVID hayatımıza girince grup üzerinden daha da konuşmaya başladık. Bu olayları, yaşananları, hepimiz ne yapıyoruz ve o bir şekilde bu sayfaya evrildi,” dedi Alper. Bu dönemde kendilerini nasıl oyalayabileceklerini düşünürken, Can Instagram sayfası açma fikrini ortaya atmış. Hatta pandemi olmasa böyle bir sayfanın olabileceğinden şüpheliler. Meme sayfalarının etkileşimi yüksek ve sevilerek takip edilebilen bir tür olduğunu düşünmüşler ama daha yaygın olan İncicaps ve krdsturkiyeburanebeklion gibi Türk mizah sayfalarından farklı bir temayla ilerlemeye karar vermişler. Yurtdışı eğitimi, İstanbul'un popüler mekanları ile ilgili bir meme sayfası olmadığından da belli bir kitleye bu hesap sayesinde ulaşabilecekleri düşünmüşler. Her gün grupta konuştukları için, fikirleri organik bir şekilde oluşuyormuş. Komik buldukları memeleri genelde Can düzenleyip paylaşıyormuş. Bir aya, Alp'in deyimiyle "sene-i devriyesini tamamlayacak" olan hesap, bu gruba da yeni bir bakış açısı kazandırmış. Mesela Can, artık kafasında her şeyi meme’e dönüştürdüğünden bahsetti. Alp ise “Bende o mesleki deformasyon olmadı ama kas hafızası oldu,” diyerek artık bunun hep aklının ucunda olduğunu belirtti. “Başlarken 20 binden fazla takipçimiz olacağı aklımıza gelmezdi,” dedi Can. “Önce kendi okulumuz ile ilgili içeriklerle, kendi aramızda saçma sapan şeyler paylaşarak başladık, hiç beklediğimiz bir şey değildi yani.” Yazın bir videolarının “patlamasıyla” büyümeye ve daha geniş kitlelere ulaşmaya başladılar. Sayfaları İzmir, Ankara, İstanbul gibi büyük şehirler ile beraber Anadolu’da da bir kesime ulaştı. Bununla beraber, Japonya, Çin, Amerika, Kanada, Avustralya gibi ülkelerden de takipçileri ile aslında gayet küresel bir ağ oluşturmuş oldular. “Meme inanılmaz bir şekilde farklı kesimlerden insanlara hitap eden, çok başka yerlere ulaşabilen bir iletişim aracı oldu bizim için. Ve eğleniyoruz, çok eğleniyoruz.” dedi Alper. Bu ağda sadece yurt dışında yaşamış, gezmiş insanlar da yok. “Bazı takipçilerimiz hiçbir şekilde yurtdışı eğitimi olmamasına rağmen yüzünü yurtdışına çevirmiş, atıyorum Erasmus vasıtası ile yurtdışına gitmek isteyenler...” diye ekledi Mustafa. “Bize özelden yurtdışı eğitimimiz hakkında sorular geldi.” Yaptıkları şakalar çok spesifik bir kitle ile ilgili olsa da, şakayla karışık bir kritik de olduğunu düşünüyor Mustafa. “Yapmış olduklarının kritik edilecek tarafları var biz de bunları biraz karikatürize ediyoruz. Bunlara gülerken düşünen de vardır.” Sayfalarında siyasetten olabildiğince uzak durmaya çalışsalar da bir sürü siyasetle ilgili paylaşımları da olduğunu belirtti Alp. “Hangi noktaya kadar durabilirsin ki? Ortada bir ekonomik kriz var bunun şakasını yapmayacaksan olmaz ki yani,” dedi Mustafa. Maison Scoreboard’un misyonunu “Kendimizi bu kadar güldürüyoruz, başkalarını da güldürürüz deyip yola çıktığımız bir sayfa aslında,” diyerek özetledi Rasih. “Başkasının memeine güleceğimize, kendimizinkine gülelim,” diye ekledi Mustafa. Scoreboard’dan uzaklaşıp 20lik olmanın onlarda ne gibi hisler uyandırdığını sorduğumda da hepsi bu yaşların enteresan bir geçiş dönemi olduğundan bahsetti. Alper, hem yaş hem dönem olarak çok ortada kalan ve her şeyi az çok yaşamış bir jenerasyon olmanın ilginçliğine değindi. “Bir şeylerin belirlendiği yaşlar o yüzden onun verdiği genel anlamda bir heyecan var,” dedi Alp. “Geleceğin iki adım uzağında gibisin, büyük bir kariyere başlamanın ya da tekrar öğrenci olmanın ya da evlenmenin… Aramızda evlenecek biri yok da. Aynı zamanda dünyanın dönüştüğü şeye adapte olmak zorundayız. Biz adapte olamayacaksak kim adapte olacak?” “Benim düzenim oturdu. çalışıyorum zaten İstanbul'da,” dedi Rasih. “Son 1,5 sene hepimizi biraz sarstı. Bu bir sınav, bunun da üstesinden geleceğiz ve gayet keyifli zamanlara geçeceğiz diye umuyorum.” dedikten sonra tüm grup ‘yürüü be’ diyerek güldü. Bu Zoom’un sonuna gülerek ve eğlenerek gelince 20lik bülten adına da anlaşılmış hissettim aslında. Rasih, Alp, Can, Mustafa, Alper, hepsi, 20lerinde olmanın getirdiği heyecan ve bilinmezlik içinde yollarını bulmaya çalışıyorlar, bunu yaparken de gülüp eğleniyorlar. Bu komik arkadaş grubun da dediği gibi: “20'li yaşlara, küçük bir 20lik açılır." * Meme kelimesini yazı boyunca me-me, yani göğüs, olarak okuduğunu tahmin ettiğim bazı aile büyüklerine buradan küçük bir açıklama yapmak istedim. Meme | miim | komik bir video, resim, yazının internet üzerinde bolca paylaşmasıyla ortaya çıkıyor. İnanın, ben de yazarken hep ‘miim’ yerine meme olarak okudum.

Gurbet Komedya: Maison Scoreboard

Mart 18, 2021

·

Makale

Bir 21. Yüzyıl Kaşifi: Duygu Özdemir

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Türkiye’den Evliya Çelebi, Coşkun Aral ya da Ayfer Er gibi birçok kaşif/gezgin çıktı. Ama benim dünyamda, iyi bir kaşif olmak için dünyayı gezmek ya da yelkenli ile okyanuslar geçmek gerekmiyor. Belirli bir yerde keşfedilmemiş, fark edilmemiş yerleri bulmak bu ünvana sahip olmak için yeterli. Ayrıca burası 20lik, kuralları ben koyuyorum. İstanbul'un mekan ve edebiyat kaşifi tacını da 1 Kitap.1 Mekan kurucusu Duygu Özdemir’e takdim etmekten gurur duyuyorum. Duygu’nun, İstanbul’da unuttuğumuz, duymadığımız ya da farketmediğimiz yerleri bulma yeteneği var. “ Kahvemin yanında hangi kitap gider ?” ve “ Bugün acaba kahvemi nerede içsem ?” sorularına cevap vermek amacıyla başlattığı 1K1M , takipçilerini, adından da anlaşıldığı üzere, mekanlar ve kitaplar ile tanıştırıyor. Francophone kültürü içinde büyüyen Duygu, lisede Sainte Pulcherie Fransız Lisesi’nde okudu. Ardından Galatasaray Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Fransız kültürüne duyduğu ilgi annesinin onu francophone okullara yollaması sayesinde başlamış. Duygu’nun “iyi ki” dediği kararlardan biriymiş bu. “Ailemde İtalyan akrabalarım olduğu için benim de çocukluktan beri merak ettiğim bir soru bu: neden fransızca? İlkokuldan beri francophone okullardaydım, bir dili kültürüyle beraber küçük yaşta öğrenmek, o kültürü çok daha hızlı benimsemenizi sağlıyor. Bu yüzden hayatımda çok önemli bir yer edindi fransızca.” Onu ilk etkileyen kitabın Gülten Dayıoğlu’nun “Ganga” adlı kitabı olduğunu paylaşıyor. “Bir kızın balık olarak Hindistan’da, Ganj Nehri’nde gezinmesini, o kültürün özellikleriyle anlatıyordu. Küçükken reenkarnasyon, ölülerin yakılması gibi inanışlar beni çok etkilemişti hala kapağındaki resim dün okumuşum gibi aklımda.” En ideal okuma ortamı günlük ruh haline göre değişse de, akşamları okuma koltuğunda hafif bir müzik ve mum eşliğinde yaptığı okumalar, günü nasıl geçerse geçsin, değişmeyen bir rutini. Sıkça kitap okuduğu için, kitaplarını belli kategorilere koyuyormuş, böylece hem daha hızlı hem de daha çok okuyabildiğini paylaşıyor. “Genellikle ince kitapları gün içinde hareket ederken, yolda okumayı seviyorum. Odaklanma gerektiren romanları akşam uyumadan önceye saklıyorum; o zaman dilimi, üzerine düşünmeyi en çok sevdiğim saat. Araştırma kitaplarını daha çok ders kategorisine alıyorum çünkü not çıkararak okuyorum. Biraz daha ağır geçen bu okumaları keyifli hale getirmek için mekanları tercih ediyordum, pandemiyle beraber evde kahvemi alıp çalışma saati olarak ayırdığım zamana dahil oldular.” 1K1M fikri de Galatasaray Üniversitesi’nde aklına gelmiş. O dönemlerde bir “paylaşım, öneri alanından” fazlası olacağını düşünmese de Bilgi Üniversitesi’nde Kültürel İncelemeler Bölümü’nde yüksek lisans kararını 1K1M’ye göre almış. Böylece farklı disiplinleri bir araya getirme becerilerini geliştirmiş ve İstanbul’un aşure kıvamındaki kültürel çeşitliliğini de böylece yeniden keşfetmeye başlamış. “Farklı alanlardan daha çok okuma yapıp bunları değerlendirebileceğim bir bölüm seçmek istedim. 1K1M ilk çıkışında benimle şekillenen bir özgürlük alanı iken belli bir noktadan sonra hayatımı şekillendirmeye başladı.” Sosyal medyada takipçilerinin artışı organik olarak gelişmiş. 1K1M’yi iş olarak görmediği için de fazlasıyla besleyici bir deneyim olduğunu paylaşıyor. Özel hayatını karıştırmadan, özgürce ve istediği gibi yönetiyor hesabını. “Benim gözümden mekanları görmek, okumalarımda bana eşlik etmek isteyenlerle olduğum bir platform benim için bu hesap. Bir zorunluluk, “mış gibi” görünme çabasından çok uzak. Belki de en güzel yanı bu, çünkü oradan kurduğum bu içten iletişim hayatımın çoğu alanında beni motive ediyor.” Duygu’nun 1K1M için paylaştığı mekanların bazıları İstanbul klasikleri, bazıları ise merdiven altlarında, eski tuğla duvarların arkasında saklanan rüya gibi yerler. İçindeki bu kaşifliği de bolca pratiğe ve algıda seçiciliğe bağlıyor. Bazen farklı mekanların davetleri ya da arkadaş önerilerine göre hareket etse de çoğunlukla mekanları kendi gezerek buluyormuş. “Keşif günlerim dışında sokakta geçerken bile mekan tabelaları dikkatimi çeker oldu. Genellikle kaybolarak ve semtlerde plansız geziler yaparak buluyorum.” 1K1M platformu dışında, Narmanlı Sanat ile organize ettiği kitap kulübü sayesinde de farklı insanlar ile beraber kitaplar okuyor ve üzerine konuşuyor. Bunun özellikle pandemide en keyif aldığı süreç olduğunu paylaştı. “Farklı alanlardan insanlarla birçok açıdan kitapları değerlendirebilmek gerçekten çok iyi hissettiriyor. Bir sürü yeni düşünceye dahil olmuş hissediyorum. Evlere kapanıp, sosyalleşmekten bu kadar uzaklaştığımız bu süreçte, yeni insanlar tanımak ve onlarla rahatça konuşabilmek aslında iletişim kurma ihtiyaç ve alışkanlığımın da hayatımda ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu gösterdi bana.” Çoğu zaman film yerine kitabı tercih edenlerden olan Duygu, filmlerden de çok zevk aldığını söylüyor. Ölü Ozanlar Derneği ve Guguk kuşu kitaptan çok filmini sevdiği yapıtlar arasındaymış. Aklındaki ideal bireyin kitap karakteri olarak şekillenmiş hali ise Mrs Dalloway. “[Virgina] Woolf’un Dalloway’in düşünme biçimini yansıtma şeklini çok beğeniyorum. Düşündükçe sorgulayan, sorguladıkça o düşüncelerde kaybolan bir kadın…” Duygu’nun hayatının 20lik bölümünü bitirmesine bir yıl var, bu yüzden benimle bu yaklaşık 10 yıllık süreçte yüzleştiği en büyük sınavı paylaşıyor: Zaman. “Düşündüğüm kadar kolay kontrol edilemiyormuş,” dedi. “20’lerin ikinci yarısı hayatla yüzleşme oldu benim için...Okul hayatı sona erince yıllardır içinde olduğum koza yırtıldı, hem kendimi bulma hem hayatımı şekillendirme dönemine girdim ki bence hepimiz için en zor geçen süreç bu. 30’lara o karmaşadan çıkmış bir şekilde daha ne istediğimi bilen adımlarla giriyorum o yüzden gerçekten çok daha iyi hissediyorum ama sanki 30 eşiği hayatımdaki tüm umarsız olabileceğim dönemi geride bırakmak zorundaymışım gibi de hissettiriyor.” 1K1M de büyüyen, gelişen bir platform. Aklına gelen tüm fikirleri biriktirdiği için projelerinin asla bitmeyen bir “düşünce havuzu” olduğunu belirtiyor. Yakın gelecekte ise bir “yeni nesil, modern kütüphane” fikri varmış. Son olarak da İstanbul kaşifimizden, şehri yeniden keşfetmek isteyenler için bir tavsiye vermesini rica ettim: “İstanbul, yaşanmışlıklarla dolu bir şehir. Her bir köşesi, sokağı, sakini yepyeni hikayelere kapılar aralıyor. Bence bu şehri keşfetmenin en güzel yolu da sokaklarda kaybolmaktan geçiyor. Kendinizi şehrin karışık temposuna bırakmanızı tavsiye ediyorum... bu karışıklığın detaylarında da bir o kadar naif bir uyum saklı.”

Bir 21. Yüzyıl Kaşifi: Duygu Özdemir

Nisan 8, 2021

·

Makale

Bir Daldan Diğerine: Cody Mehmet Çatal

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Cody Mehmet Çatal 28 yaşında ve yerinde duramayan biri. TikTok, Instagram ve YouTube’da aktif olarak içerik üretirken, bir ajansta Community and Content Manager olarak Disney, Kelloggs, Pringles ve Oreo markalarının lokal dijital projelerini hazırlarken, sosyal medya hesaplarına içerikler üretiyor (evinde bolca Oreolar, Milka çikolatalar bulunuyormuş). Bir de bu yılın sonunda bitirmeyi umduğu bir gençlik romanı yazıyor. Mehmet, memur olan ebeveynlerinin o dönem çalıştığı yer olan Batman’da doğmuş. 3 aylıkken oradan taşınıp İstanbul’a gelmişler. Bundan sonra da Aksaray, Mersin, Ankara derken yaklaşık 6 farklı ilde yaşamış, üniversiteyi İstanbul’da kazanarak da kısa süreli bile olsa köklerini biraz burada salmış. Ortaokul ve lise yıllarını hep farklı okullarda geçirdiği için, sürekli arkadaş çevresini değiştirmesi, yeni insanlarla tanışması gerekmiş. Bu kadar taşınmaya rağmen ilkokuldan ve liseden tanıştığı arkadaşlarıyla çok yakınlarmış. Ancak, durmadan taşındıklarından küçükken kendini sevdirebilmek için, bir timsah sahibi olduğunu iddia etmesi gibi, beyaz yalanlar söylemeye başlamış. Kendi ile ilgili böyle hikayeler yaza yaza da, gerçekten yazmaya başlamış. Lise yıllarında 80 sayfalık bir korku romanı ortaya çıkarmış, hatta babası ile bastırıp okulda bütün arkadaşları ve öğretmenlerine dağıtmışlar. Mehmet’in ailesinin ona sunduğu destek bununla kalmamış. Mehmet Çatal ismini fazlasıyla jenerik bulduğundan ( ailesinde bile 2-3 tane Mehmet Çatal var) kendine ikinci bir ad koymaya karar vermiş. “Türkiyede doğduysan adın Mehmet Çatal olarak doğarsın” diyerek gülüyor. “Default geliyor sana Mehmet ismi.” İyiliksever, yardımsever ve enerjik anlamına gelen Cody ismine karar kılmış. Yabancı bir isim seçmesinin nedeni de yakın gelecekte yurtdışına taşınma isteği. Ailesi ile isim değiştirmek için mahkemeye kadar gitmişler ancak sürecin uzun olduğunu gören Mehmet, adını yayma işini kendi üstlenmeye karar vermiş. 15 yıldır kendini Cody Mehmet olarak takdim edince de, isim üstüne oturuyor. İş arkadaşları bile email üzerinden haberleşmelerde ona Cody demeye başlamış. Mehmet okuduğu bölüm ile yaptığı işi tutmayanlardan. Boğaziçi Üniversitesi Kimya mezunu, bu seçimini de bölümden çok okula göre yapmış. “YGS ve LYS’de ful çektiğim için herhalde yapabiliyorum ben kimyayı dedim. 4 senede bitiririm sonra hayatıma devam ederim falan diye düşündüm ama gel gör ki öyle olmadı. Üniversiteyi 7 senede bitirdim,” dedi. 7 sene sürmesinin nedeni, kimya okumanın kaçınılmaz zorluğundansa, Mehmet’in aynı anda çalışması, Anadolu Üniversitesi'nde açıktan radyo televizyon sinema okuması ve YouTube’a içerik üretmesi. Kimya okumaya başladığında, bu bölümün ona göre olmadığını, daha sanatsal ve yaratıcı bir alana yönelmek istediğini anlamış. Boğaziçi Üniversitesi’nin de ona çok fazla kapı açtığını paylaşıyor. “Konser organizasyonlarında çalıştım, pazarlama departmanında çalıştım, kurumsal iletişimde çalıştım, gittim garson oldum. Ardından orada biriktirdiğim parayla İngiltere'ye gittim. Sürekli bir şeyleri değiştiriyor ve sürekli yeni şeyler deneyimliyordum. Bir noktada hem kendimi tanımayı, hem hayatta ne yapmak istediğimi anlamaya çalışıyordum.” Bu deneyimlerden aldığı en önemli iç görü de insanlar ile etkileşimde olmak ve mümkünse hayatlarına bir şey katabilmek istediğini öğrenmesi. Mehmet de, ben de YouTube’ın çıkışına tanıklık ettik. Daha YouTube’da birkaç bilindik — Charlie McDonnell, Zoella, Taylor Oakley gibi— içerik üreticisi varken izliyorduk. Mehmet de 2008 yılında ilk videosunu paylaşmış ama düzenli olarak 2015 gibi video çekmeye başlamış. Kanalında öneri ve tepki videoları çekiyor, izleyicilerinden gelen soruları cevaplıyor, dil öğrenimi ile ilgili bilgiler paylaşıyor ve hayatından bahsediyor. Mehmet’in genel sosyal medya içerikleri üretirken farkettiğim bir yaklaşımı da, yurtdışında olan trendleri Türk kültürüne, anlayışına ve diline uyarlaması. Böylece yurtdışında olan birçok şakayı aslında daha erişilebilir kılıyor. TikTok ’a girişi ise daha planlı olmuş. Eskiden Musical.ly olarak bilinen bu mecraya Mayıs 2019’da içerik üretmeye başlamış. 2020’nin ortasına kadar ( ya da pandeminin başına kadar) TikTok birçok ülkede biraz saçma ve "cringe" görülen bir şey olsa da popülaritesi giderek arttı ve günümüzde toplam yaklaşık 689 milyon kullanıcısı bulunmakta. Mehmet’in de 445 bin takipçisi var. Bu başarısının birçok nedeni var: iş deneyimlerinden kazandığı iç görü, kişiliği ve tam vaktinde bu mecralara girip düzgün bir strateji ile ilerlemesi. Kendini içine dönük ve çekingen olarak tanımlasa da yaptığı çoğu şey ona aşırı görünürlük sağlıyor. YouTube ve TikTok deneyimini lise boyunca yer aldığı tiyatro kulübünde sahneye çıkmaya benzetiyor. Tiyatroda büründüğü karakterin verdiği bir kalkan varken, sosyal medyada ekran bu görevi görüyor. “Karşında ne kadar biri olsa da aslında bir bariyer var. O yüzden daha rahat olabiliyorum konuşurken. Hata yaptığım zaman, o hatayı kesebileceğimi biliyorum. O beni biraz rahatlatıyor,” dedi. Mehmet aslında iki farklı kitleye hitap ediyor: Facebook ile başlayan ve sosyal medyanın olmadığı dönemleri hatırlayan kesim ile TikTok, Instagram gibi tüm bu mecraların içinde büyüyen kesim. Bu iki tarafın da farklılıklarını çok net hissediyormuş. “Mesela ben bir konuda nostaljik hissettiğimde o nostalji benim için lise oluyor. Ben liseden mezun olalı 11 sene falan oldu. Aslında baya geçmişe gidiyorsun,” diyerek gülüyor. “Ama yeni jenerasyona bakıyorum, mesela TikTok'ta nostalji olarak hissettikleri şey, Ocak ayındaki bir şey.” YouTube’da uzun videolar izlerken, TikTok’ta ortalama 20 saniyelik videolar izliyoruz. Komik bir video izlerken bir anda aşırı duygusal bir video karşımıza çıkabiliyor. Mehmet’e göre bu dijital tüketim de bu nesli daha hızlı yaşayan ve değişen bireylere dönüştürüyor. Bu nesil diyorum ama Mehmet Y jenerasyonu olsa bile kendini Z jenerasyonuna ait hissediyor. Daha harekete geçmeye meyilli ve tepki vermeye açık olarak gördüğü bu jenerasyon aynı zamanda alışılagelmiş işlerde çalışarak para kazanmaktansa farklı yerlere yönelerek para kazanmayı deniyor — mesela sosyal medya. İşinin farklılığı dışında, kendisiyle yaşıt arkadaşlarına bakınca da kendini çocuk gibi görüyormuş. “Şu an neredeyse hepsi evlendi, ben böyle akşam eve geliyorum TikTok çekiyorum. Ben kendimi hiç yetişkinmiş gibi görmüyorum. Ama sonra aynaya bakıyorum ya saçmalama 28 yaşındasın. Sonra da diyorum ki daha 28 yaşındasın. Git-gelli oluyor.” Bu kadar takipçisinin olmasının onu nasıl hissettirdiğini sorduğumda da genel olarak olumlu bir cevap alıyorum. “Her gün kötü yorum kesinlikle alıyorum, hepimiz alıyoruz. Ama onun yanında %10 kötü mesaj alıyorsam, %90 ı çok iyi mesajlar oluyor. Karşımdakilerle etkileşimde olmak, beni anlayabildiklerini görmek rahatlatıyor,” dedi. Ancak artan sayılara bakmamak mümkün değil. Benimle konuşurken haftada kaç saat telefonda geçirdiğine bakıyor: 6 saat 59 dakika. ( Geri kalan zamanını da işte ve uyuyarak geçiriyor). “Sayılar arttıkça baskı artıyor çünkü her yeni gelen insan sana belli bir içerikle geliyor. İnsanları tutmak o kadar zorlaşmaya başladı ki, bu işte yine insanların dikkat süresinin azalmasından da kaynaklı. Çünkü o kadar çok içerik üreten insan var ki internette, hangi birini seçip izleyeceksin. O kadar çok var ki, biri beni izlemese ertesi gün unutur.” Bu dolu temposunu da yönetmeye çalışmaktansa keyfini çıkarmaya çalıştığını anlıyorum. Sonuçta zaman hepimizin daha çok olmasını dilediği şey. Mehmet 9:30’ta başladığı ofis mesaisini 18:30’ta bitirdikten sonra 19:00’da “evdeki mesai”si başlıyor. Tüm aktif olduğu mecralara içerik üretiyor. “Bazen yorgun hissediyorum ama sonra diyorum ki kendime yatırım yapıyorum. mutluyum, ilerideki hayatım için yatırım yapıyorum.” Ancak her zaman kendine durmanın önemini hatırlatıyor. İlk panik atağını Boğaziçi’nde dersteyken geçirmiş. Hastanede yapılan testlerde hiçbir şey çıkmayınca psikologa yönlendirilmiş ve bedenine çok fazla yüklendiğini anlamış. “Onu yaşadıktan sonra dedim ‘tamam Mehmet günde en az 30 dakika ya da 1 saat olsa bile kahveni çayını alıyorsun, pencereden dışarı bakıyorsun.’ Günün sonunda ben iyi olmadığım sürece yaptığım işi de iyi yapamayacağım,” dedi. Aynı zamanda anneannesinin de tavsiyesi üzerine ayakkabısız çimlere basıp “elektriğini toprağa atmaya” çalışıyor. Pandemi ve kapatmalar ile de en çok özlediği aktivitelerden biri bu: parka gidip yeşillikte zaman geçirmek. Mehmet’in bir sonraki adımı çok belli değil, hangi dala konacağını daha kestirememiş durumda ama sosyal medyayı insanlara ulaşmak için kullanmaya devam etmek istediğine emin. “Kesin bir hedefim yok. Hedefim sürekli değişiyor ve bunun için açıkçası mutluyum. Tek bir noktada değil, birçok şey deneyerek, birçok şeye ulaşmaya çalışarak hayatımı devam ettiriyorum.” Cody Mehmet Çatal, yerinde duramayan biri. Doğasında mı var hayat deneyimleri mi diye sorarsanız, bence ikisi de.

Bir Daldan Diğerine: Cody Mehmet Çatal

Nisan 29, 2021

·

Makale

Arkadaşlık ve Neşeden Doğan Marka: Pemy Store

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Pemy , Pelin ve Miray’ın üniversiteye dayanan arkadaşlıkları ve kurumsal hayattan sıkılmaları sonucu oluşan, neşe ( ya da onların deyimi ile “joy”) hissini ön planda tutarak yarattıkları bir marka. Miray, 27 yaşında, İstanbullu ve ekonomi mezunu. Pelin ise 28 yaşında, İzmirli ve psikoloji mezunu. İkili, Sabancı Üniversitesi’nde tanışmışlar ve o zamandan beri de oda arkadaşılar. “Miray'ın eski erkek arkadaşı benim üniversitede en yakın arkadaşlarımdan biriydi. O bizi tanıştırdı, daha sonra onlar ayrıldı ben de Miray'la yoluma devam ettim,” diyerek gülüyor Pelin. Mezun olduktan sonra, Miray yetenek yönetimi ardından da danışmanlık, Pelin ise stratejik danışmanlık yapıyormuş. Miray kendilerini bir süre “hardcore kurumsalcı” olarak tanımlıyor ve hayatlarını kurumsalda devam ettireceklerini düşündüğünü paylaşıyor. Bu bir süre sonra değişiyor. Miray, ikisinin de kurumsalda “burnout” yaşadıklarını ve ev arkadaşı oldukları için de birbirinden etkilendiklerini anlatıyor. İkisi de kendi işlerinden ayrılarak, 2019’un yaz aylarında Pemy’yi başlatıyorlar. “Bırakmazsak bırakamayacağız, biz bu işe girişelim dedik. İnsan geride bıraktığı şeyden emin olunca, yapabiliyor. Aklında kalınca olmuyor. İkimiz de emin olduğumuzu anlayınca başladık.” dedi Miray. Bu cesaretin, daha kariyerlerinin başında olmalarından geldiğini açıklıyorlar. İkisi de becerilerine güvendiğinden, Pemy istedikleri gibi ilerlemezse iş bulabileceklerine inandıklarını paylaşıyorlar. “Ben mesela çıktığım şirketten ayrılırken şeyi bilerek çıkmıştım. Orada ekipten üstüm bana dedi ki istediğin zaman geri dönebilirsin. Yani bunlar bizim jenerasyon için çok önemli çünkü mutlaka bir yerde çalışmak, bir yere ait olmak, bunları istediğimiz için, biz ikimiz de kendimizi öyle telkin ediyorduk. Tamam en kötü döneriz,” dedi Miray. Bu kararı aldıktan sonra da, arkalarına bakmadan bu yola atılıyorlar. İlk satmaya başladıkları ürün, Pelin’in rakip analizi yaptığı dönemde geri dönüş yapacağını düşündüğü, çiçekli boncuk kolyeler. Nitekim o dönem bilindik birçok marka o kolyeleri satmaya başlıyor. İlk üç ay kolyeleri kendileri yapıyorlarmış. Pelin, kendi elinin becerikli olduğunu ama Miray’a kolye yapmayı öğretirken çok zorlandığını paylaştı. “Hatta ilk öğrendiğimizde dedim bu imkansız, ben asla yapamam falan. Sonra sevince gece 2ye 3e kadar böyle kör olana kadar yaptım. O kadar sevdim. Öyle bir süre baya kendimiz götürdük,” dedi Miray. Yavaş gelişeceğini düşündükleri bu süreç, tam tersine, insanların artan talepleri ile hızlanmış. Pemy adı da bu hızlı karar verme zorunluluğu ile ortaya çıkıyor. Tahmin edemeyeceğiniz kadar basit bir isim: Pelin ve Miray’ın adlarının birleşimi — tek fark Instagram’da PEMİ başkasına ait olduğu için Pemy koyuyorlar. ‘Ay bunu nasıl anlamadım’ diye zekamı sorguladıktan sonra da Miray arkadaşlarının bile “Pemy’i nereden bulmuştunuz” diye sorduğunu söyleyerek beni teselli ediyor. “Bizim 'branding'imiz, logomuz, stratejimiz, her şeyimiz yolda oturdu aslında çünkü biz işteyken buna vakit ayıramıyorduk sonra bir anda işten çıktık ve bir an önce başlamamız gerekti.” 3 ay sonunda kadın atölyeleri ile çalışmaya başlamışlar. Ardından bünyelerine tasarımcı ve sosyal medyalarına destek veren insanlar girmiş. Zaten öncesinde de tasarımları hep dışarıdan destek alarak yapıyorlarmış. “Gözümüz var bence ama tasarım yeteneğimiz asla yok,” dedi Pelin. Pelin ve Miray, yurt dışında beğendikleri Shopbando gibi her şeyin alınabildiği, “lifestyle” dükkanlarının Türkiye’de olmadığını fark etmişler. “Farklı kategorileri olan, insanların girince bir sürü şey alabileceği bir marka. Birçok kategoride iyi olmaya çalışıyoruz,” dedi Miray Pemy ile ilgili. “İleride kozmetik bile girebilir. Hiçbir sınırımız yok. Eğlenceli yapan da bu aslında, biz bile bir sonraki ay neye karar vereceğimizi bilmiyoruz ve bir anda onu çıkarmış oluyoruz,” diye ekliyor Pelin. Her kategori için ürün yapmalarının da sebebi, ürünlerinin her ortama ve her duruma neşe katmasını istemeleri. “Markanın çekirdeği neşe, keyif ve mutluluk diyebilirim. Ama aynı zamanda tüm hisleri de sahiplenen bir marka olmaya çalışıyoruz çünkü neşe dediğimiz şey mutsuzken de gelebilir. İnsan her zaman mutlu olmalı diye bir bakış açımız asla yok. Özünde bu var,” dedi Pelin. Şu an, Pemy’i 8 yılı aşkın arkadaşlıklarının sonucu oluşan bebekleri edası ile büyütüyor ve geliştiriyorlar. İkisi de markalarının gittiği yön ve süreç konusunda hem heyecanlı hem mutlular. Arada dizi izleyip, yoga yapmak dışında da tek odakları markaları. “Bizim 2019'dan beri tek yaptığımız şey Pemy. Her günümüz. Uyanıp, sosyal medya, PR, ürün üretimi, tedarik zinciri. Hepsini yaptığımız için hayatımızın %95 i falan Pemy oldu,” dedi Miray. Zamanlarının büyük bir kısmını, mumdan çantaya, kolyeden tişörte kadar uzanan kategorilerinin üretim süreci alıyor. Samimi bir ortam yaratmak için sosyal medya hesaplarını da kendi bireysel hesapları gibi yönetiyor, ajansla çalışmayı tercih etmiyorlarmış. #PEMYFRIENDS hashtagi ile topluluklarını geliştiriyorlar ve neredeyse bir kolektif gibi alıcıları ile iletişim halinde kalıyorlar. 50 Pieces ve Mae Zae ile yaptıkları işbirliklerini de bu samimiyete bağlıyorlar. 50 Pieces’ın sahibi Teni Dilara Yaşar’dan üretim süreçleri ile ilgili çok şey öğrendiklerini paylaşıyorlar. Mae Zae’i de çok girmek istedikleri ama bir türlü yanaşamadıkları bir dükkan olarak anlatıyorlar. Bu nedenle, Mae Zae’nin onlar ile iletişime geçmesi onları hem şaşırtmış hem de doğru yolda ilerlediklerini anlamalarını sağlamış. Tabii bir de fazlasıyla motive etmiş. Pemy için hayalleri de, Türkiye’yi test marketi olarak kullandıktan sonra yurtdışına açılabilmek. Şu an bu stratejiyi oturtmaya çalışıyorlar. Kurumsalda çalışmak ile kendi işlerini yapmayı karşılaştırdıklarında, en olumlu değişimin sabah daha motive uyanmaları olduğunu, daha zorlandıkları tarafın da kendi çalışma disiplinlerini sağlamak olduğunu paylaşıyorlar. “Kendi işimizde çalışırken başkalarına hesap vermemek dışarıdan özgürlük gibi gözükse de, olumlu/olumsuz sonuçların sorumluluklarını almak aslında oldukça stresli. Bu yüzden aslında ciddi bir disiplin ve otokontrol istiyor. Bunun en zor yanlarından birisi olmasına rağmen aynı zamanda da en geliştirici kısmı,” olduğunu belirttiler. 20lerinde öğrendikleri en önemli şeylerden birinin zıt kişiliklerinin Pemy’i ve arkadaşlıklarını nasıl beslediği olmuş. “Her şeyi geçtim, dışarıdan öğrendiğimiz, bizim karakterlerimiz inanılmaz zıt, arkadaşken de öyle, bu yüzden daha iyi besleyebildik Pemy'i. Yani bir tek iş yapış biçimi değil, iletişimsel anlamda da çok fazla şey öğrendik.” Böyle yakın ve sevgi dolu bir arkadaşlıktan başka nasıl bir proje çıkabilir ki zaten...

Arkadaşlık ve Neşeden Doğan Marka: Pemy Store

Nisan 15, 2021

·

Makale

Kendi yolunda, kendi kuralları ile: Erdem Ordu

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi,girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Erdem , ya da arkadaşlarının tabiri ile Edi, 29 yaşında bir dövmeci, bitki-sever ve Beyoğlu sakini. Etkileyici ve yaratıcı dövme tasarımları ve çizgisi ile yılların eğitimini almış gibi gözükse de, Erdem’in eğitimi, kendi azmi. Çocukluğundan beri istediği gibi ve durmaksızın çiziyor. “Nasıl istersem öyle çizmeye gerek duydum istemsiz olarak, birçok kişiye göre yanlış bir şey bu. Önce teknik öğrenilmeli derler ama bence içinden nasıl geliyorsa öyle çizmeli insan. Nota bilmeyen müzisyen gibi bir şey aslında, kulağa güzel geliyorsa nota bilmese de olur.” Bu yolda ilerleyerek 6 senedir profesyonel olarak dövme yapıyor ve 20,000’den fazla takipçisi var. En başından beri kendi yolunu çizerek, arada Emrah Özhan gibi Türk dövmecilerden tüyolar alarak ve stüdyolara bulaşmadan, çalışarak olduğu yere gelmiş. Stüdyolara yönelik, “Bana sadece dövme yapacağım koltuğu ve malzemeleri veriyor diye başkasına para kazandırmak aşırı mantıksız geliyor, Biraz mafyatik buluyorum.” diye ekledi. Dövme tarzı normal olarak değişse bile önem verdiği en büyük şey tasarımlarının tanınabilmesi. Bu nedenle dövme yaptırmaya gelen kişinin aklındaki fikirden yola çıkarak kendi tarzını, bir imza gibi, ekleyebilmeyi önemsiyor. “Zaten üretmenin doğru olanı da bu bence, kendi istediğin gibi çizmedikten sonra bir anlamı kalmıyor. Birinin istediği şeyi çizmeye çalışmak bence sanat değil, zanaat. Bana dövme yaptırmaya gelen arkadaşlarım da bence bu merakı severek geliyorlar, acaba nasıl bir şey çizdi bana?” Bu arayı bulmak için de dövme yaptırmaya gelenlerin açık fikirli olmalı. İki taraflı güvenin de dövme tasarlama ve yapma sürecini daha zevkli kıldığını paylaşıyor. Bunun için Erdem’in hem iyi bir anlatıcı hem de iyi bir dinleyici olması gerekiyor. “Çok düzgün bir iletişim gerekiyor. Her iki tarafın da mutlu olup, evet hadi çizelim yapalım dediği zaman çalışmaktan keyif alıyorum. Tabi o noktaya gelene kadar bir diyalog süreci oluyor.” Dövme ve çizimin yanında, Erdem’in meraklarından biri müzik . Djliğin yanında, kur izin verdikçe, plak topluyor. 45 yaşına geldiğinde iki değil, üç değil, tam üç buçuk raf boyunca plağı olsun istiyor. Onun için sınırlı sayıda plakların kopyalarına sahip olmak, onlara dokunabilmek, dinleyebilmek son derece haz verici. 30’larından sonra Los Angeles’ta kendine yer edinmek isteyen Erdem’in bu yaşında gurur duyduğu çok şey varmış, ama burada yazmanın ‘hoş’ olmayacağını paylaştı. Onun yerine bizlerle mottosunu paylaşıyor: “Boş durma, koştur.”

Kendi yolunda, kendi kuralları ile: Erdem Ordu

Mart 10, 2021

·

Makale

Bilinçlendiren ve evleri yeşillendiren firma: Heryerbitki

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Heryerbitki kurucuları Aysu Celepoğlu ve Gökay Günaydın, birçok başarı hikayesinin başlangıç yeri olan, üniversitede tanışmışlar. İkisi de İstanbul doğumlu. Aysu Notre Dame de Sion’dan, Gökay ise Şişli Terakki’den mezun olup soluğu Koç Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde almışlar. Heryerbitki’nin de tohumlarını burada ekmişler. Hayatları boyunca yeşilin insan üzerindeki pozitif etkisine inanan ikili küçüklükten beri sera ortamlarında büyümüş. Küçükken anne babaları, onları da toprağın serüvenine dahil etmiş, ellerine kürek ve dikilmesi gereken çiçekler vermiş. Zaten merakları da taa o zamanlardan başlamış. Bu ilgi, küçük yaşlarda bitki isimleri öğrenmekten, büyüdükçe botanik araştırmalar yapmaya evrilmiş. “Ben Gebzeli olduğum için daha çok tarım merakı olan bir aile yapısına sahibim. Küçüklüğümden beri domates, biber vb birçok sebze meyve çeşitlerimizi kendi bahçelerimizden topladık. Bu nedenle her zaman doğayla iç içeydim diyebiliriz. Botaniğe merakım da aslında o bahçelerden geliyor,” dedi Aysu. İlk başta tarıma yönelmeyi düşünmüş olsalar da kendilerini, balkonlarını çiçekler ile süsleyen annelerinin de ilhamı ile, bitkiler arasında bulmuşlar. "Bizden sonraki nesillere ne bırakabiliriz?" sorusu ile başlayan yolculukları, yeşil alanlar oluşturarak insanları doğa ile ilgili bilinçlendirmek, bilgilendirmek ve sorumlu tutmak amacı ile devam etmiş. Aysu Heryerbitki’nin kreatif direktörü olarak sosyal medya hesapları, ürün çekimleri ve pazarlama faaliyetleri ile ilgileniyor. Gökay ise e-ticaretin neredeyse tüm pozisyonlarında çalışmasından gelen deneyim ile heryerbitki CEOsu olarak çalışıyor. İnsanlar, özellikle şehirde yoğun hayatlar yaşayanlar, doğadan kopuyor, zaman geçiremez hale geldi. Özellikle pandemi ile birlikte insanların evde kala kala doğanın önemini daha çok anladığını düşünüyorlar. Bitkilerin doğayı eve getirmenin en güzel yollarından biri olduğunu ekliyorlar. “İnsan doğayla var olur, doğa ve insan ayrı tutulamaz hiçbir zaman,” diyorlar. “Tüm bu nedenlerden dolayı biz de evlerinde herkes yeşile yer versin ve “heryerbitki”lensin istiyoruz.” Bitkileri, yurtdışında profesyonel üretim seralarından özel tırlar ile getiriliyor ve ekipleri tarafından kontrol ediliyor. Bakımları yapılıp hazırlanan bitkiler, Türkiye’de el emeğiyle çalışan çömlek ustalarının hazırladığı saksılarda yeni evlerine kavuşuyor. En sevdikleri bitkileri seçmekte zorlansalar bile Aysu şu anki favorisinin Ceropegia Woodii, bilindik adıyla Kalp Kalbe Karşı Bitkisi olduğunu, Gökay ise dayanıklı yapısı nedeniyle Sansevieria olduğunu paylaşıyor. Ceropegia Woodii ve Sansevieria https://www.heryerbitki.com/collections/tum-bitkiler?sort_by=manual Kendi bitki serüvenlerine atılmak isteyenler ama tam nasıl başlayacaklarını bilmeyenler için de internet sitelerinde hazırladıkları, yeni başlayanlar için bir öneri rehberi bulunmakta . Heryerbitki’nin yakın gelecek planlarında Avrupa’ya sonrasında da dünyanın farklı bölgelerine açılmak var. Bunun için gerekli alt yapı çalışmalarına da başlamışlar! Aynı zamanda Türkiye’nin kendine ve başkalarına bitki/çiçek gönderimi denildiğinde akla gelen en güçlü ve iyi firması olmayı hedefliyorlar. Boş zamanlarında Gökay ekonomi, finans ve teknoloji dünyasını takip etmekten hoşlanıyor, Aysu ise seramik ve fotoğrafçılık ile ilgileniyor. İkisi de araştırmacı kişiliklere sahip, yeni bilgiler öğrenerek beslendiklerini paylaşıyorlar. Yani aslında boş zamanlarında yaptıkları ile Heryerbitki için yaptıkları genelde el ele ilerliyor. 20li yaşlarını da bolca beslenip büyüyebilecekleri yıllar olarak görüyorlar. Onlar için başarılı olmak, mutlu olmakla başlıyor. “Hayatımızın en dinamik, en üretken yıllarında olduğumuzu düşünüyoruz. Ve en önemlisi daha yapacak çok şey var.”

Bilinçlendiren ve evleri yeşillendiren firma: Heryerbitki

Nisan 22, 2021

·

Makale

Her şeyi oluruna bırakmak: Duyguları Yerim

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Duyguları Yerim , İzmir Kültür Parkı’nda Eskişehir’den gelen bir treni beklerken ortaya çıkmış. Buse İnce, parkta kuzeninin tren garına ulaşmasını beklerken telefonuna bir çizim uygulaması indirmiş ve önünde bulunan bir palmiyeyi parmaklarıyla çizmiş. Bu da çizimler, canlı renkler ve kısa cümleler ile dolu Duyguları Yerim Instagram hesabının ilk paylaşımı olmuş. “Kuzenim belki erken gelseydi ya da ben geç gitseydim böyle bir şey olmayacaktı,” dedi. Buse 24 yaşında. Katip Çelebi Üniversitesi hemşirelik mezunu. İzmir’de üniversiteyi bitirdikten sonra, birçoğumuz gibi, ailesinin yanına, Kütahya’ya, geri taşınmış. İki ay mühendislik okuduktan sonra bölüm değiştirmek istediğine karar vermiş. Aslında istediği mimarlık olsa da, Türk sınav sistemi yüzünden hemşireliğe yönelmiş. “Mutsuz değilim ama bilmiyorum... İnsanlara yardım etmek hoşuma gidiyor. Stajlarda falan bunu daha iyi anladım aslında. O an uyan o oldu, ailem de istiyordu,” dedi. Hemşirelik yolunda ilerlemek isteyip istemediği konusunda emin değil. İlk atamada istediği yer olmadığından (“şükür” diye ekliyor), ikinci atanmayı bekliyor. Hatta, ikincide de istemediği bir yerin gelmesini umuyor ki kendi karar vermek zorunda kalmasın. Karar vermesi gereken şey de şu: Duyguları Yerim hesabını daha da geliştirerek marka işbirlikleri ile bu yolda ilerlemek mi yoksa hemşirelik yapmak mı? İkisini aynı anda götürebileceği konusunda da emin değil, “hemşirelik ağır bir iş,” dedi. Çocukluğundan beri çizime ilgi duyan Buse, küçükken yanında bir minik defter bulundurur, üstüne çizermiş. Bu konuda bir eğitimi yok, çize çize, üstüne düştükçe, çizim becerisini geliştirmiş. “Aşırı bir yeteneğim yok, biri dese ki bana kara kalem portre çiz, çizemem asla. O tarz değil, biraz daha basit şeyler çizmeyi seviyorum. Herkesin farklı bir tarzı var benim tarzım da böyle ilerledi,” dedi. Duyguları Yerim, an itibari ile 116 bin takipçisi olan, Yemek Sepeti ve Tuborg gibi markalar ile işbirliği yapan, kendi sticker ve telefon kaplarını satan ( hatta Buse bana Zoom üzerinden telefon kabını gösteriyor) bir hesap — her gün de büyümeye devam ediyor. “Hiç kimse takip etmiyordu başlarda. Sonra bir tane şarkıcı üzerine bir şey çizmiştim, o onu post olarak atmış, oradan biraz takipçi gelmişti. Ben de şaşırdım,” dedi. Ailesi öncelerde onun daha “güvenli” bir işe girmesini istemesine rağmen, takipçi ve işbirliği sayıları arttıkça Buse’nin bu işe de odaklanabileceği sonucuna varmışlar. Hatta muhasebeci olan babası Buse’nin faturalarını kesmesine yardımcı oluyor, annesi ve kardeşleri de çizimleri hakkında ona fikir ve geri bildirim veriyor. “Mesela sofraya oturuyoruz akşam yemekte, diyorum ki bugün 5000, bugün 10000, beni çok ciddiye almıyorlardı. Sonra işbirliklerine başladım, olayın ciddiyetini fark ettiler. Yoksa aileye böyle şeyler pek kabul ettirilmiyor ya. Şunu yapıyorum ‘aa hobi olarak yap’ diyorlar.” Başladığından beri parmağıyla telefon üzerinden çizdikten sonra Ağustos ayında Ipad üzerinden çizim yapmaya başlamış. Pandemi bazıları için duraklamayı, ilhamsızlığı temsil etse de Buse için aslında tam tersi olmuş. Mezun olup aile evine geri dönünce tüm dikkatini çizimlerine ve işbirliklerine verebilmiş. “Şu an full evde olduğum için sürekli buna kafa yoruyorum. Pandeminin başında takipçi sayım 3000 falandı. Pandemi bana çok şey kattı ama 'aaaa beni şu kadar insan takip ediyor' diye tribe girmiyorum. Herkes gibi ben de tüm gün evdeyim.” dedi. Duyguları Yerim adı, Buse’nin düşünmeden koyduğu bir admış, hiçbir anlamı olmadığını söylüyor. “Bazen şey zannediyorlar adım duygu... Duygular.. Duyguları yerim…,” deyip güldü. Duygularını yiyor mu sorusuna da cevabı “o an ne geliyorsa içimden onu yaşamayı seviyorum,” dedi. Görsel: Duyguları Yerim Hesabını devam ettirmek, büyütmek ve daha çok marka işbirliği yapmak istiyor. “Uçuk” hayallerinden biri de su şişesi etiketi tasarlamak. Hemşirelik konusunda bir fikri yok, ama İstanbul'da, sevgilisinin yanında olmak istiyor. Ne kadar gelecek hakkında bazı fikirleri ve hayalleri olsa da bu konu üzerine düşünmemeyi tercih ediyor. Gelecek planlarını bana iki kelime ile özetliyor: “akışına bırakıyorum.”

Her şeyi oluruna bırakmak: Duyguları Yerim

Nisan 1, 2021

·

Makale

Gözler Yukarı, Yukarı ve En Yukarı

Bu hafta Alıp Başını Gidenler’i Boğaziçi Üniversitesi protestocuları ile beraber Türkiye ve dünya çapında dayanışmayı destekleyenlere ayırmak istedim. Sanatçılarından, öğrencilerine, mezunlarından, puanları tutmadığı için giremeyenlere kadar bir birlik ve beraberlik oluştu. Sizinle beğendiğim birkaç çizim, resim ve sosyal medya iletileri paylaşmak istedim. Mucbir mag.’in çizimleri Boğaziçi Ünversitesi’nin mağara araştırma , LGBTİ+ çalışmaları , sinema , edebiyat , gastronomi , yelkencilik , çeviri ve mühendislik gibi birçok kulübünün birbirini etiketleyerek paylaştığı ve kulüplerin kapanmasına, nefret söylemlerine karşı geldikleri çevrimiçi protestoları. Turkish Dictionary hesabının ingilizce bilgilendirme metinleri ve Orhan Gencebay paylaşımı. Ulaş Eryavuz’un, aynı zamanda bu bültenin kapak resmi olan, gözleri için ayrıca teşekkürler

Gözler Yukarı, Yukarı ve En Yukarı

Mart 10, 2021

·

Makale

Büge Erel’in kendini ifade etmek isteyen sanatçılar için başlattığı platform: absürt uyum

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi,girişimci arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. İlkokulun ilk günü tanıştığım Büge ile yaklaşık 8 senedir görüşmüyorduk ama pandemi gelip çatmadan araya bir buluşma sıkıştırıp geçmiş günlerimizi ve hayallerimizi paylaşmayı başarmıştık, o günden beri de iletişim halindeyiz. Bilgi Üniversitesi’nden Genetik ve Biyoloji mühendisliği mezunu olan Büge, şu an Bahçeşehir Üniversitesi’nde sinirbilimi okuyor. Ama hayatını bilime adamış olan bu 20’liğimizin tek merakı bu değil. Üniversite yıllarında, derslere boğulduğunda, Nora adında bir t-shirt markası başlattı. Ben ders yapmamak için dizi izlerim, Büge ise koca bir marka yaratmış işte… Mimar olan babasından aldığı teknik destek ile aldığı giysilerin üzerine çizimler yapmaya başladı. Sonrasında, arkadaşlarının da önerisiyle bir tekstil atölyesi ile anlaşıp işi daha da büyüttü. Şimdi ise yoğunlaştığı projenin adı absürt uyum . Pandemi döneminin ortasında başlattığı bu fanzin gündelik temaların işlendiği ve aslında kendi ismini çok duyurmamış sanatçıların ve yazarların kendi düşüncelerini işlediği bir platform. “absürt uyum, benim için hayat boyu sürecek bir projenin ilk adımı denilebilir aslında,” diye anlatmaya başladı Büge. “Amacım, hem uzakta kalmış belki düşüncelerini hiç paylaşmamış kişiler için birlikte konuşabileceğimiz bir yer yaratmaktı, aynı zamanda farklılıklar içinde uyumu gösterebilmekti.” 20’li yaşlarında olmanın getirdiği yeni şeyler deneme cesareti ile atıldı Büge aslında bu iki projeye de. Her ay bastıracağı fanzinlerin ilki bu ay sonu çıkıyor. Eğer içinizdeki sanatçıyı çıkarmak istiyorsanız ve bu platform’a dahil olmak istiyorsanız, absürt uyum’a mesaj atabilirsiniz.

Büge Erel’in kendini ifade etmek isteyen sanatçılar için başlattığı platform: absürt uyum

Mart 10, 2021

·

Makale

Binging with Yağız: Filmlerden, tezgah üstüne

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Yağız Şenol 20’li yaşlarının sonuna gelmiş ve cümleye böyle başladığım için benden nefret edecek, 28 yaşında bir aşçı, aktör ve komik birey. Genel olarak talihsiz olduğunu düşünüyor ama harika bir hollandaise sos yapabilme konusunda kendinden emin. Yemek yapma ve kendi deyişi ile ‘hiyerarşik mesleklerin hepsine’ duyduğu sevgi sonucu 2 yıl Mutfak Sanatları Akademisi’nde eğitim aldı ve birçok insanın da kurduğu kendi restoranını açma hayallerine ulaşmak için çalışmaya başladı. Yağız, zor bir işi, daha kolay ve stabil bir işle dengeleyen insanlardan değil. İki zorlayıcı işe atılmış: aktörlük ve aşçılık. Ama aktörlüğün daha rahat olduğundan bahsetti. “Oyunculuktan çok daha zevk alıyorum çünkü mutfakta çalışmak gerçekten ağır bir iş. Haftada 6 gün, günde 12 saat çalışıyorsun ve tatil salı günü falan oluyor.” Oyunculuk ve yemek yapmanın kesiştiği yer ise film ve dizilerdeki yemekleri yaptığı Instagram hesabı: Tezgahüstü . İlhamı, MSA’da okuduğu dönemlerde çıkan Binging with Babish’ten geliyor. Mutfakta çalışmadan, oyunculuk yeteneklerini kullanabileceği, eğlenebileceği ve yaratıcı olabileceği bir platform olarak Instagram’da başladı ama yakında Youtube’a geçme planları da var. Kamera önünde yapmayı seçtiği yemeklerin insanların üşenmeden ve çok zorlanmadan yapabilecekleri yemekler olduğuna dikkat ediyor. Aynı zamanda Türk filmlerinden de esinleniyor. Mesela en çok izlenen videolarından biri Issız Adam’daki havuçlu tarçınlı kek . Tek başına yaptığı çekimler yaklaşık 5-6 saat sürüyor bunun üzerine de videoları düzenlemek, seslendirmeleri yapmak gibi zaman alan işler geliyor. “Ben varım, tripod var, ışıklar var. Tezgah var, bıçak var. Fırın var. Bu kadarız yani ekip bu. Bir de kedi var arada gelip yumurtalarımı aşağı atıyor pislik.” Dürüst bir şekilde, bu proje için hayallerinden birinin bir “materyalist pislik” gibi para kazanmak olduğunu söyledi. Tabii bunun yanında gerçekten severek yaptığı bu işin büyümesi ve daha çok insan tarafından izlenmesi var. “Ellerimle bir şeyler yapmayı seviyorum. Odun kesmeyi seviyorum işte ne bileyim, kağıttan küllük yapmayı bile seviyorum zor zamanlarda. Yemek yapmak da başta gelenlerden biri.” Tezgahüstü ’nün en yeni bölümünde Inglorious Basterds’da Christoph Waltz’ın iştahla yediği apple strudel ’ı hazırlayacak. Merak edenleri oraya bekliyoruz. Şimdiden afiyet olsun ve iyi seyirler.

Binging with Yağız: Filmlerden, tezgah üstüne

Mart 10, 2021

·

Makale

Toplumsal normların ÖTEsinde: Arya Zencefil

Görsel: Sigil by @zeythehuman Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi,girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Arya Zencefil, Hacettepe Üniversitesi mezunu ve 24 yaşında. Geç bir saatte telefon üzerinden bana esneye esneye anlatmasına rağmen enerji dolu sesi ile Öte label, Drag Queen’lik ve Twitch’de yaptığı yayınlardan bahsetti. [öte] label + Arya’nın başlattığı bir label, prodüksiyon, ajans ve danışmanlık platformu. Kendi iş, aile ve okul hayatında o dönem “closeted” (yani daha açılmamış) olduğundan, başkalarının bu bastırılmışlıktan uzaklaşabilmesi için ortaya çıktı. ‘Öte’ ismini ise, toplumsal normların, beklentiler ve sınırlanmış düşüncelerin ötesinde bir buluşma yeri olmasını hedeflediği için koydu. “Bir şeylerin ötesinde olanlara yer açan bir yer olduğundan,” diye ekledi. Şu an tek başına yönettiği bu platform, proje bazlı sanatçılar ile çalışıyor. Yakın zamana kadar bir EP , bir de 6 eserlik bir sergi yaptılar ve yeni bir projeleri de yakında çıkacak. En temelinde amacı, farklı seslere yer verebilmek. Arya'nın GZONE MAGAZINE için yaptığı çekim'den bir kare. (@misszencefil) Arya, Öte’nin ötesinde, Pembe Hayat KuirFest ’de koordinatör olarak çalışmaya başladı. Bununla beraber Drag Queenlik ve Twitch ’te yayın yapıyor. “Eğlence sektöründeyim diyebilirim,” diyor Arya. “İnsanları güldürürken öğretmek, öğretirken güldürmek amaçlı bir şey yapıyorum.” Midnight (by @zeythehuman ) Zeynep Alpay'ın [öte] label+ için yaptığı çizimlerden biri. Pandemi döneminde 2-3 çevrimiçi gösteri yapmasına rağmen, bunun insanlarla dolu bir sahnede olmanın yerini tutamadığını paylaşıyor. Twitch üzerinden ise hukuk meseleleri, aktivizm gibi sosyal adalet konularını işliyor. Arada gotik edebiyat ve sanat üzerine de konuşuyor. 80-90 izleyicisi olan bu yayının güvenli ve destekleyici bir yer olmasına özen gösteriyor — homofobik ve transfobik insanların bulunmamasına dikkat ediyor. Açık trans bir birey olmanın Türkiye’de bazı yönleri ile zorlaştığından, bazı yönleriyle de kolaylaştığından sözetti. “Devlet otoriterleştikçe daha çok bu konularda sansür uyguluyor, görünürlüğe engel olmaya çalışıyor,” diyerek zorluklarına değindi. “Bizim her şekilde edindiğimiz görünürlük, özellikle dünyada olan gender devrimi ve LGBTİ görünürlüğü artması [sayesinde] aileme daha kolay açıldım. Ailemin %70-%80 kabul ettiğini söyleyebilirim. Bu da dünyadaki görünürlükle alakalı. Bütün hayatımı bu aktivizme adadım.” Sevgililer günü planlarını sorduğumda da sevgililer gününün insanlara para harcatmak üzerine kurulu olduğunu söyledi. Ama ardından bunun iyi bir şey olduğunu da ekledi. “Para harcayın. Sevdiğiniz insanları mutlu edin, biricik ya da çok çok eşlerinizi mutlu edin. Ben aşka inanan biri değilim, insanın sevgisine inanıyorum. Aşk geçici bir şey, kısa zamanlı bir tutku ama sevgi başka bir şey.”

Toplumsal normların ÖTEsinde: Arya Zencefil

Mart 10, 2021

·

Makale

Toplumsal cinsiyetin klit-noktası üzerine: Hazal Sipahi

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Hazal Sipahi, 29 yaşında bir gazeteci ve Mental Klitoris adlı podcast’in sesi ve fikir anası. Hazal’la ilk Galata’da Aposto! ofisinde karşılaştık — yani küçük bir Aposto-dokunuşu da var tanışma hikayemizde. Hayata gözlerini İnegöl’de açmış olsa da, İngiltere, İsrail, Amerika, Hindistan ve Sırbistan gibi birçok farklı ülkede yaşamış. Şimdilik İstanbul'a yerleşmiş — bir süreliğine de burada kalmaya kararlı. Gazetecilik ve Amerikan kültürü ve edebiyatı okuduktan sonra kültür politikaları yönetimi mastırı için 2 sene boyunca Belgrad’a taşınmış. Türkiye’de sanatsal ifade özgürlüğüne yönelik müdahaleler konusunda da bir tez yazmış. Medyaya geri dönüşü ise İstanbul'a taşındığında Newslab ’in açık çağrısı ile olmuş. Seks pozitif podcast projesiyle bu çağrıya başvurmuş ve mental klitoris doğmuş. Hep tabular üzerine yoğunlaşmak isteyen Hazal, Mental Klitoris podcastinde seks, cinsellik, cinsel sağlık, toplumsal cinsiyet ve hazza dair konuları konukları ile konuşuyor. Bu arada Newslab’in geçen sene katıldığı kuluçka programının da şu an koordinatörü olarak çalışıyor. Çok baskıcı bir toplumda büyümesinin sonucu olarak açık sözlülüğünün, cinsellik hakkında konuşma eğiliminin buna bir tepki olarak “fışkırdığını” söylüyor. “Mental Klitoris de aslında çok kişisel bir yerden çıkıyor,” diyerek bu podcaste verdiği önemi paylaştı. “Zamanında diyemediğim hayırlar bence Mental Klitoris. Zamanında ittiremediğim bedenler, falan filan. O yüzden çok düşe kalka, burnumu sürte sürte kendimi eğittim diyebilirim ve devam da ediyorum.” Mental Klitoris fikri, Hazal’ın feminizmi de beraber keşfettiği çocukluk arkadaşıyla yaptığı bir konuşmasından ortaya çıkıyor. Biri akıllıca bir şey söylediğinde 'aaa mental klitorisim okşandı,' diyorlar. Büyürken, aynı arkadaşı ile dildeki sorunları farkediyorlar ve feminizm aslında ‘söylem’ üzerinden hayatına giriyor. Kendini kuir feminist olarak tanımlıyor. Ama bu tanımlamaya ulaşmak için tuvalete giderken pedini saklamamak gibi küçük pratiklerden, okuyup araştırmaya uzanan bir yolda ilerliyor. Mental Klitoris de aslında bu konulara değindiği, kafa açtığı ve yeri geldiğinde rahatsız ettiği bir podcast. Bu podcast için amaçlarını sorduğumda bana misyon ve vizyondan oluşan iki cevap veriyor. “Vizyona baktığımda aslında seks pozitif yaklaşımı ve onay kültürünü yaymak onun dışında bir de tabiki cinsel şiddeti ortadan kaldırmak. Çok büyük bir şey ama bu vizyon yani.” Misyonları ise ”Neyin ne olduğunu konuşabilmek, bunu kapsayıcı bir yerden, kimseyi yargılamadan, dışarıda bırakmadan, kötü hissettirmeden yapabilmek.” Kendisine hep hatırlattığı soru da, ‘daha genç yaşlarda benim neyi duymaya, ne tür bilgilere ulaşmaya ihtiyacım vardı?’ Bu sorudan hareketle farkındalığı yaymaya çalışıyor. Kadınlara sorulan klasik Türkiye’de kadın olmak nasıl? sorusuna da gayet basit ama etkili bir cevap verdi: “Zor dostum zor.” Biz 20’liklere vereceği tavsiye de bazı konularla ilgili keyif törpülemekten çekinmemek. Irkçı, cinsiyetçi konularda keyif törpülemenin önemli olduğunu savunuyor. “Keyif kaçırmaya okeyim. Keşke 20lerimin başında da keyif kaçırmaya daha okey olabilseydim.” Mental Klitoris’in yeni bölümleri geliyor. Daha çok ses çıkaracak, daha fazla yere el atacak ve tabii daha çok keyif kaçıracak.

Toplumsal cinsiyetin klit-noktası üzerine: Hazal Sipahi

Mart 10, 2021

·

Makale

Biraz da dans: Mete Benli

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Bu kadar sıkıntı yeter, biraz da dans diyerek Mete Benli ’yi sahneye alıyoruz. *alkış alkış* Mete ile ilgili ayrıntılara girmeden, yaptığı en sevdiği tracklerden biri olan jus like that ’i paylaşıyorum. Dilerseniz okurken dinleyin, dilerseniz kendinize bir içki hazırlayıp özlediğiniz barlardan birindeymişsiniz gibi davranın. Hatta imissmybar ’ın sayfasına VPN üzerinden bağlanıp kendinize bir atmosfer yaratabilirsiniz — bu trackle harika gidiyor, şiddetle tavsiye ediyorum. Müziğimiz yerinde, içkimiz elimizde, 26 yaşındaki Meteyi tanımaya hazırız. Kendisi İstanbul’da doğup büyümesine rağmen şu an Londra’da yaşıyor. 11 sene boyunca Almanca eğitim görmesine rağmen de hiçbir şey hatırlamadığına yanıyor. Sabancı Üniversitesi’nde işletme okumuş ve sonra ilkokuldan beri ilgi duyduğu müziğe geçme kararı almış. Bu karar ile University of Westminster’da Audio Production mastırına başvurmuş, müzik portfolyosunu yollamış, kabul edilmiş ve soluğu 2018’de Londra’da almış. “Farkettim ki [müzik ortamında] bulunmak, bu ortamda çalışmak baya hoşuma gidiyor. İş gibi gelmiyor bana. Bu konu üzerine odaklanmayı tercih ettim çünkü bir insan ne kadar sevmediği bir işi yapabilir? Bunun örnekleri çok var etrafımda, mutlu değil insanlar, bunu gördüm ve dedim ki bu konu üzerine yoğunlaşacağım. Bunu başarmak istiyorum ki mutlu olabileyim hayatımda." Mastırını tamamladıktan sonra o dönemde hala yürürlükte olan Ankara Anlaşması ile oturma izni almış. İngiltere’yi seçmesinin nedeninin ise, oranın müzik ortamının tam Mete’nin tarzıyla senkronize olmasıymış. Aynı zamanda müzik dünyası çerçevesinde sunduğu, onu heyecanlandıran birçok fırsat olduğunu ekliyor. “Direk ‘go big or go home olarak’ görüyorum çünkü çok fazla fırsat var ama bu fırsatları değerlendirebiliyorsan fırsat var — yoksa yok.” Müziğe olan ilgisi ilkokulda başlamış. O zamanlar bolca Türkçe rap dinlermiş. Lisede yakın arkadaşı Meriç Yapar ve o dönem fazlasıyla popüler olan Tomorrowland müzik festivali sayesinde elektronik müziğe olan ilgisi başlamış. “Bir gün spor salonunda otururken İpod’undan müzik dinliyordu Meriç. Ben de yanına gittim, beraber dinledik baya hoşuma gitti ve o günden itibaren ağırlıklı elektronik müzik dinlemeye başladım. Ama her türlü müzik dinliyorum. Kulağına güzel geliyorsa, güzeldir benim için müzik." Kendi yaptığı müzik ise daha çok house, elektronik müzik ve tekno tarzlarında. Bu yelpazeyi genişletmek için enstrüman çalma becerilerini geliştirmesi gerektiğini düşünüyor. Şimdilik biraz gitar ve piyano çalabiliyor ve videolar izleyerek ya da arkadaşlarından tüyolar alarak öğrenmeye devam ediyor. "Şu anki dünyada istediğin her türlü bilgiye Youtube aracılığıyla ulaşabiliyorsunuz. Yani şöyle diyebiliriz, YouTube üniversitesinde piyano bölümünde okuyorum." Üretmeye başlarken kafasında yakalamak istediği bir “vibe” ya da his oluyor. Kafasında genel bir iskelet oturttuktan sonra masa başına oturuyor. Bu süreçte yaptığı müziği beğenmediği, çok dinlediği için sıkıcı olmasa bile sıkıcı bulduğu zamanlar oluyor. Bundan çıkardığı dersin “iç sesiniz arkadaşınız değildir,” olduğunu söyleyerek gülüyor. “Böyle olunca da sonsuz bir döngüye giriyorum, uykusuz geceler, ilhamsız günler başlıyor.” Bu döngüden çıkmak için de uzaklaşması gerekiyor. Biraz ara veriyor, beyninin yenilenmesini bekliyor ve kaldığı yerden devam ediyor. İlham kaynağı ise düşünceleri — bir de ayrılık sonrası hissettiği acı. ‘Keşke ben yapsaydım’ dediği şarkı Ebo Taylor’ın Peace on Earth adlı parçası. Birlikte çalıp, eğlendikleri mutlu bir havası var. Mete’nin de şarkıları Peace on Earth gibi eğlenceli ve tam kafa sallamalık. Bu ara kendi müziğine daha az odaklanıyor çünkü aynı zamanda ses mühendisliği yapıyor ve MOTE (Mood of the Era) Records adlı bir labelda ANR yani sanatçı ilişkilerine yönelik çalışıyor. "Böyle böyle bir labelımız var, EPnizi ve albümünüzü bizim labelımızdan çıkarmak ister misiniz diye sanatçı kovalıyorum," diye özetliyor. Ses mühendisi olarak da sanatçılarla albümleri üzerinde çalışıyor. Bu kişilerin projelerini sıfırdan radyoya ve Spotify gibi müzik platformlarına hazır hale getiriyor. Zamanının da büyük çoğunluğunu bu iş alıyor, çünkü insanları mutlu etmek çok zor — özellikle kendi projeleri kapsamında. “Bu işin de en zor kısmı bu bana çünkü senin kafanda bir şey var onların kafasında bir şey var. Her insanın zevki farklı. O yüzden şu an baya bölünmüş bir durumdayım ama bu hoşuma gidiyor çünkü sevdiğim şey. Müzik dinliyorum günün sonunda hep.” Gelecek planları arasında şarkılarını beğendiği sanatçılarla çalışmaya devam etmek ve bir stüdyo kurmak var. Şu ana kadar hayattan aldığı dersleri sorduğumda da bana uzun bir listeyle geliyor. Sabırlı olmak, yaptığın şeyi severek, kendinden bir şeyler katarak yapmak ve insanlara sevgi göstermenin yanında birbirimizi dinlemenin önemine değiniyor — müzikle ilgilenen birinden beklediğim ve beni gülümseten bir cevap. “Günümüzde kimsenin kimseyi dinlemediğini düşünüyorum adam akıllı. Herkes karşısındaki insanı çok iyi dinlemeli, fikirlerine saygı göstermeli, sevgi göstermeli, destek olmalı — destekliyorsa tabii ki.” Mete’nin tracklerini Soundcloud hesabından dinleyebilirsiniz.

Biraz da dans: Mete Benli

Mart 11, 2021

·

Makale

İkinci el eşya küratörünüz: Marji’s Room

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. My Tool Shed ’in yaptığı bir araştırmaya göre, ortalama bir ev eşyasının yapımı yaklaşık 47 kg karbondioksite denk geliyor — yani nerden baksanız 20 litre petrol yakmak ile aynı derecede sera gazı salıyor. Yapımla beraber bu eşyaların nakliyeleri de ekstra sera gazı emisyonuna neden oluyor. Mesela Haliç Üniversitesi’nin Fen Bilimleri dergisinde çıkan bir yazıya göre Türkiye’nin mobilya ithalatı 2018 yılında 592 milyon dolardan fazlaymış. Hem kıyafet hem de eşya endüstrisinde ikinci el, vintage ya da antika almak çevreye daha yararlı. Bununla beraber daha da özel — aldıklarınızın bir hikayesi oluyor. Çevre ile ilgili duyarlılık arttıkça — ve moda da bu yöne evrilince — ikinci el eşyaya ve kıyafete duyulan ilgi artıyor. Ayşe de, çevrecilik misyonu ile başlamamış olsa da, Instagram üzerinden açtığı ikinci el/vintage dükkanı ile bu amaca hizmet ediyor. “Thrift kültürü ile tanıştıkça aslında dünyamızın buna ne kadar ihtiyacı olduğunu gördüm ve daha da sevdim,” dedi. “Tüketebileceğimizden daha fazla üretiyoruz ve her üretimde dünyanın kaynaklarını daha da tüketiyoruz. Çin'den gelen o 50 liralık vazo ederinden çok daha fazla karbon ayak izi bırakıyor arkasında. Ama o vazoyu yerel bir ikinci el dükkanından aldığınızda söz konusu karbon ayak izini büyük ölçüde sıfırlamış oluyorsunuz.” Ayşe 27 yaşında, İstanbul Hukuk mezunu. Yüksek lisans tezini yazmaktansa da “Marji's Room ile uğraşmadığım vakitlerde flanözlük yapıyorum,” diyor. Marji’s Room, yıllardır gittiği yerlerden topladığı ikinci el ve vintage ev eşyalarının dolup taşması üzerine ev halkının isyanından doğuyor. “"Ya hadi bi deneyeyim" diyerek başladım. Arkasında büyük beklentiler ve ticari stratejiler yok. Sadece bu biraz çocuksu hevesimin dış dünyaya açılmasına karşı duyduğum samimi heyecan var.” Ayşe bu hevesi ve merakının annesinden geldiğini düşünüyor. O da, kızı gibi, gençliğinde bit pazarlarında gezmekten zevk alır ve enteresan kıyafetler toplarmış. Ayşe’nin de vintage sevgisi eşyada bitmiyor, o dönemlerin müzikleri, edebiyatı, filmleri, kıyafetleri de ilgi alanında. “Beni vintage aviator deri ceketim ve İtalya’da bir ikinci el dükkanından aldığım vintage makosen ayakkabılarımla Moda’da dolaşırken görebilirsiniz mesela. Sanırım her ikisi de en az kırk yıllık vardır ve yakın zamanda da eskiyecek gibi görünmüyorlar. Vintage kıyafetlere dair en sevdiğim şey: bugün üretilen ürünlerle aradaki kalite farkı o kadar bariz ki!” Kitaplara da fazlasıyla ilgi duyduğunu ve Marji’s room’da da eşya ile beraber kitap ve çizgi roman satışlarını başlatmayı planladığını duyuyor. Zaten bu Instagram sayfasının adı da Marjane Satrapi'nin Persepolis'inden geliyor. 14 yaşında bu kitabı okuduğunda kendini Marjaen, ya da Marji, karakteriyle bağdaştırmış. “Punk sevgisi, gözlerine çektiği simsiyah kalemler, çocuksu asiliği ile, eğitimli ve batılı hayat süren bir ailenin yetiştirdiği Ortadoğulu bir kadın olarak doğu & batı kültürleri arasındaki sıkışmışlığı ve yabancılaşmışlığı, kimlik bunalımı yaşayan 14 yaşındaki beni çok etkilemişti,” dedi Ayşe. Ben her zaman thrift işinin sabır işi olduğunu düşünmüşümdür, bu yüzden Ayşe’nin de bu kadar güzel ve özel parçalar bulabilmesinde sabırlı ve dikkatli olmanın büyük bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Ayşe bunun biraz da şans işi olduğunu söylüyor. “Bazen o kadar fazla şey bulursun ki eve taşıyamazsın, bazen saatlerce ararsın da hiçbir şey çıkmaz. Ben genelde şanslıyımdır, pek eli boş dönmem. Bir de aramaktan sıkılmamak lazım.” Ticari bir kaygı ya da “bunu alırsam nereye koyacağım” korkusu ile yaşamadığından da beğendiğini alabiliyor çünkü günün sonunda bu eşyaların başkalarının evlerinde yer edineceğini biliyor. Genelde bir dükkana girdiğinde ilk bir durup etrafı taradıktan sonra gözlerinin ona kılavuzluk etmesine izin veriyor. İlgisini çeken renk, tanıdık, tasarım ya da motiflere göre hareket ediyor. Objede kusur yoksa, hemen alıyor. “Bazen de alışveriş yaptığım dükkan sahipleri artık beni ve zevkimi tanıdıklarından "bak sen bunu seversin, yeni geldi" diyerek yeni gelen parçaları gösteriyorlar,” dedi Ayşe. Şu ana kadar bir ikinci el/vintage dükkanında en sevdiği eşyayı sorduğumda da, bununla ilgili paragraflar yazabileceğini söylüyor. “Sanırım favorim Alessandro Mandruzzato tasarımı nadir bulunan bir Murano kase olabilir. Bit pazarında bulduğumda gözlerime inanamamıştım. İtalya’dan gelen bu güzellik şu an orta sehpamın üstünü süslüyor.” Sevdikleri eşyalar listesine Marji’s Room’da da görebileceğiniz Villeroy & Boch'un 90'lı yıllarda sınırlı olarak ürettiği Animal Park koleksiyonundan Rosemarie Benedikt tasarımı kedili çay potu ve kendi koleksiyonunda bulunan Galya köyüne karşı Romalıların olduğu Asterixli bir satranç seti de giriyor. Marji’s Room ilk başladığında, tam da bu eşyalara duyduğu sevgiden dolayı, onlardan ayrılmayı çok zor buluyormuş Ayşe. Ama zaman geçtikçe bu merakını başkalarıyla paylaşmak ve takipçilerinden güzel dönüşler almak onu bu ayrılığa alıştırmış. Aynı zamanda bulduklarının başkalarının evlerini süslemesi onu çok mutlu ediyor. Sıfır beklenti ile başladığı bu projenin iyi bir yolda olduğunu, başkalarının da Türkiye’de ‘curated vintage store’ lar açmasıyla anlamış. Zaman içinde neye dönüşeceğini tam olarak kestiremese de, ürün kategorisi çeşitliliğinin artacağını düşünüyor. Ayşe için 20lerinde olmanın en heyecan verici kısmı hayatının başlangıcında olmak. “Her günümün yeni olasılıklara açık olması. Özgürlük hissi. Bir şeyler için geç kalmış hissetmemek.”

İkinci el eşya küratörünüz: Marji’s Room

Mart 25, 2021

·

Makale

Bakışın Ötesinde: Berk Kır

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. 2019 yılındaki 16. Istanbul Bienali’nden sonra bir etkinlik gerçekleşmiş. Bu bağımsız sergide bulunanlardan biri 3 ay boyunca bienalde çeşitli turlar vermiş, diğeri ise o sergiyi ziyaret etmiş. Turuna katılanlardan bir çemberin oluşmasıyla tatlı bir sohbet başlamış. Konular doğal olarak burçların tartışılmasına evrilmiş ve bu iki yabancının, aynı yıl, aynı gün, aynı hastanede 1,5 saat arayla doğmuş olduğu ve aynı odada kaldığı ortaya çıkmış. İşin daha enteresan kısmı ikisi de fotoğrafçı. Bu haftaki Alıp Başını Gidenler, tesadüfen birbirlerinin hayatına girmiş bu manevi ikizlerden, bienalde tur rehberi olan ile ilgili. Berk Kır , 24’üne basmış, genç bir sanat tarihçi, fotoğrafçı, araştırmacı ve yaratıcı. İstanbullu, genel olarak heyecanlı ve meraklı biri. 2019’dan beri Samsung marka elçisi, fotoğrafları Vogue İtalia ve Apple gibi yerlerde paylaşılmış. Çok fazla deneyimi ve enteresan hikayeleri olan, konuştukça dinleme isteği uyandıran bir flanör ve kaşif. Bir de, akışkan olmaya ve eşyalara yüklenen anlamların potansiyellerine önem veren biri. Fotoğrafla ilk teması, 8 yaşlarında aile hatıraları ve doğum günlerini ölümsüzleştirmek için kullanılan ve eniştesinin olduğunu tahmin ettiği bir analog kamerayı kullanarak oyuncakları fotoğraflaması ile gerçekleşmiş. Ama o bunu fotoğraf çekmektense yaramazlık olarak adlandırıyor. İlk gerçek deneyimi lisenin birinci yılında fotoğraf kulübüne katılması ile oluşmuş. Bunu hayatında önemli bir nokta olarak görüyor. Bu kulüple cumartesi günleri gezilere gidip, pazar günü de çekilen fotoğrafları paylaşır ve tüm katılımcılar kimin çektiğini bilmeden fotoğraflara yorum yaparlarmış. Başkalarının daha profesyonel kameralarına kıyasla Berk’in kullandığı ve uzun bir süre kullanmaya devam ettiği kamera da, o dönemlerde benzincilerde puan biriktirerek alınabilen gri bir Sony kameraymış. Bu kameraya sahip olması onun küçük detayları yakalamasını sağlamış ve büyük bir avantaja dönüşmüş. Berk zaten detaylardan zevk alan biri. Şehir içinde yürürken bir anı ölümsüzleştirmek, bir anı yakalamaktansa, o olaylara “bir flanör gibi” yaklaşarak, gözlemlediklerinin onda bıraktığı etkiyi kurguladığını paylaştı. İstanbul da bir nevi onun açık hava stüdyosuna dönüyor. Yürüme sevgisi, gözlem yeteneği ve görebileceklerinin sınırsızlığı da fotoğraflarını güzelce besliyor. Genelde kahve içme yakınlığı hissettiği insanları fotoğrafa taşıyormuş. “Aslında insanların yüzlerini bir tuval gibi görüyorum ve otoportremi yaratıyorum. Bunu yaparken de şehir tabii ki benim için bir ilham ama şehirdeki insanları doğrudan yakalamıyorum — bilinçli olarak kurguladığım şeyler oluyor.” Bununla beraber hayatındaki detayları, küçük veya daha sıradan olan aktivitelerin değerini, başarılarından ayırmamaya çalışıyor. “İnsanlarla beraber olmak benim için mutluluk verici. Güneşle olan temasım, yolda yürüyebilmek, ufak şeyler hayatımda büyük etkiler yaratıyor. Onları da, yaptığım işin getirdiği başarıyı da gündelik hayatta içtiğim iyi bir kahveden ayırmıyorum.” Lisesindeki fotoğrafçılık kulübü 1 sene sonra kapanınca, telefonu ile fotoğraf çekmeye başlamış. Bu dönemde İnstagram ile tanışmış. 17 yaşında bir mobil fotoğrafçılık sergisinde fotoğrafı sergilenmiş, satılıp bir derneğe bağışlanmış. “Bunlar aslında 17 yaşındaki bir insan için etkileyici şeyler,” dedi. Berk’in 17 yaşında, hayatını etkileyen bir diğer deneyimi de Avrupa seyahati olmuş. Beraber gideceği arkadaşının son dakika bir işi çıkınca, bayram harçlıkları ve biriktirebileceği tüm gelirle satın aldığı tura tek başına katılmış. Tura diğer katılanların çoğu 35lik olmakla beraber hayatlarında belli düzenleri, meslekleri olan insanlarmış. Bazıları onu cesareti için kutluyor, bazıları da şaşırıyormuş. Berk için can alıcı nokta Viyana Sanat Tarihi Müzesi’nde gerçekleşmiş. “Oraya ait olmakla ilgili bir şeyler hissettim ve onun peşinden gittim, sanat tarihine öyle başladım. Keşfetmem gereken bir alanın içine sürüklendim. Sonra o heyecan katlandı, büyüdü de büyüdü,” diyerek sanat tarihine olan ilgisinin nasıl tohumlandığını açıkladı. Böylece Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sanat tarihi okumuş. Bitirme tezi olarak da performans sanatı üzerine çalışmış. Öncelerinde Sony kamerası, telefonu, arkadaşlarının kameralarını kullanarak harika fotoğraflar çeken Berk, üniversiteye başlarken ilk kamerası olan Canon 600D’yi almış. Artık tüm fotoğraflarını çekmek için bu kamerayı kullanıyor: tek lens ve biraz rastgele. Performans sanatı da üniversite tezinin ötesinde, aslında hayatında büyük bir yer kaplıyor çünkü eline her kamerayı alışı onun için bir performans. “Fotoğraflarının hiçbiri ayarlı değil, hepsi rastgele, o an görmek istediğim şekilde, hiç ekrandaki değerlere bakmadan, sağ sol ileri geri yapmak, eylemler üzerinden ilerliyor,” dedi. “O yüzden benim için biraz da performatif oluyor.” 2020’nin Şubat ayında, Aura Sertifika Programına kabul edilerek salgınlar tarihindeki görsel kültürü araştırmış ve İtalya’daki veba salgınından günümüze kadar olan salgınların döneminde ne tür sanatsal üretimlerin yapılmış olduğuna bakmış. Bunun bir haritasını çıkarmış ve podcaste dönüştürmüş. Geçtiğimiz yılın mart ayında, ilk kapanma herkesin hayatını bir anda durdurduğunda, Berk evden 3 ay boyunca çıkmamış. Normalde haftada en fazla 2 gününü evde geçiren flanörümüz bir anda her günü evde geçirmeye başlamış. Zoom’a taşınan hayatlarımızda da fotoğrafçılık onun için bir istisna olmamış. Nesnelerin potansiyelinden ve onlara yüklediğimiz anlamlardan sıkça bahseden Berk, fotoğraf çekmek için deklanşörü olan bir fotoğraf makinesi olması gerekmediğini düşünerek, bilgisayarındaki print screen tuşu ile Zoom photoshootları gerçekleştirmiş. “Olaylara kavramsal boyutta yaklaşmayı çok severim. Benim için bir alt metin, gerçeklikten çok daha önemli. Fiziki olarak evin içinden çıkmadan bir başkasının evine dahil olabiliyorum ve o mekanları aşmak için iyi bir senaryoydu. Rüya görmek gibi, hiç gitmediğim bir yeri anlatıyorum ve belgeliyorum. Böyle yaklaştığım zaman beni de içine almıştı.” Berk Zoom üzerinden Kadir Has Üniversitesi’nde Kültürel Mirasın Korunması bölümünde burslu olarak yüksek lisansını yapıyor. “Kültürel mirası koruyup aktarabilmek ve Türkiye’de özellikle doğru müdahalelerde bulunabilmek çok önemli çünkü yanlış örneği çok fazla,” dedi. Linkedin’de paylaştığı üzere 1880'li yıllarda İzmir'deki Tralleis antik kenti kazı çalışmalarında tespit edilen Seikilos Yazıtı/Steli'nin Kopenhag'a kaçırılması ve 1960'lı yıllardan itibaren Danimarka Milli Müzesi'nde sergilenmesi üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı ile iletişime geçmiş ve ülke sınırlarına dönmesi için çalışmaların başlatılmasını sağlamış. Kültürel mirası koruma isteği ile beraber, bence temelinde doğduğu ve büyüdüğü şehir olan İstanbul ve genelinde Türkiye’ye duyduğu aşk da Berk’in kararlarını etkilemiş. “Bu şehre aşığım. İstanbul için sürekli bir şeyler yapmak istiyorum ve çoğu zaman ilham da aldığım bir yer,” dedi. En sevdiği yeri sorduğumda da 20 dakika önce tanışmamıza rağmen ‘tam onluk’ diyebileceğim bir cevap verdi: “İstanbul’u belli bir mekana sığdırmak benim için zor, şehre yaklaşımım hep geçiş alanı ile alakalı. Bir yerde gitme halinde olmak, akışta olmak, bunlar benim kendi hayatımda da benimsediğim şeyler. Bilinçli müdahaleleri olan bir bakış. İstanbul'un pasajları derdim herhalde, geçiş alanları olduğu için.” Bu geçiş alanını kullanarak “Başımın Üstünde Yerin Var” adlı kadınlık nesneleri üzerine bir seri yaptı — ve bu seri için üretmeye devam ediyor. Bu seri kapsamında evde nesnelere cinsiyet adanmasını sorguluyor ve eşyaları onlara yüklenen anlamlar ile yeniden tanımlıyor. Bu seri aslında arkadaşları ile Eminönü’nde yürürken karşısına çıkan bir çaydanlıkla başlıyor. “İstanbul’da çok yürüdüğüm için etrafta gördüğüm nesneleri topluyorum. Çaydanlık fotoğrafı ile başlayarak yine o gün içinde çekilen pasajın içinde bulduğumuz eşyalarla şekillendi,” dedi bu seri hakkında. Pasajın başka bir önemi de, daha önce bale fotoğrafları çekerken balerin arkadaşlarının taciz edilmesinden geliyor. “Pasajdaki o deneyimim, orada bulduğum nesneler ile birleşerek kendi gözlerimi açmama yarayan bir seri oldu.” dedi. “İnsanları hayatlarındaki nesnelerin rollerini düşünmeye sevk etmek istiyorum. Bunların üzerine düşünüldüğünde, cevabı kendinize verdiğinizde, eskisi gibi olamayacaksınız.” Berk’e en çok heyecan veren şeylerden bazıları sanat tarihi, kültür hayatı ve kültürel birikim. Bunları ve fotoğrafçılığı birleştirebileceği bir işte çalışabilmek de istekleri arasında. Yetkinliğin önemine değiniyor. “Sanat tarihi okuyorum ama sanat tarihi ‘okudum bitirdim’ gibi bir bölüm değil. Onu yaşaman gerekiyor.” Yaşamak için de merak ettiği farklı sektörlerde çalışmış. Sanat tarihinin geleneksel medyada nasıl temsil edildiğini görmek için Milliyet Kültür Sanat’ta, özel bir müzede nasıl işlediğini görmek için Rahmi Koç Müzesi’nde, devlet müzesini deneyimlemek için Ayasofya Müzesi’nde stajlar yapmış. Kazıların nasıl olduğunu görmek için iki yıl Sinop Balatlar Kilisesi’nde çalışmış. Bu tecrübelerin hakkını verebileceği ve bu dört yıl boyunca öğrendiklerini kullanabileceği bir işe sahip olmak istediğini paylaşıyor. Bu başarılarından ve deneyimlerinden hangisinin onu şaşırttığını, o ‘wow’ etkisini yarattığını sorduğumda da Madrid'de ve Lizbon'da gerçekleşecek çağdaş sanat fuarında bir fotoğraf serisinin temsil edilmesini paylaştı. “Ona Berk bravo çocuk dedim yani kendi kendime,” diyerek güldü. Berk’in en çok istediği şeylerden biri ürettiklerinin kendi coğrafyası dışına çıkması. Fotoğraflar ve anlam da sınırlar dışına çıkıyor, yer ve seyirci değiştirerek farklı formlara girebiliyor. Kendine ve 20liklere de tavsiyesi bu akışkanlık içinde kendinizi bulmanız: “Neyi kovaladığını ya da neyden kaçtığını anlaman için harekette olman gereken bir yaş. O yüzden harekete geç!” dedi. Herkesin bu cesareti bulması dileğiyle.

Bakışın Ötesinde: Berk Kır

Mayıs 6, 2021

·

Makale

Avukat Kimliğinden Ayrılamayan bir Cadı: Ceren Kurt

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. İstanbul Sözleşmesi 10 yaşında. Bu özel doğumgününü kutlamak için de Uçan Süpürge Vakfı Proje Koordinatörü Ceren Kurt ile sohbet ettim. Ceren ile ilk tanışmam Ashoka Türkiye Sosyal Girişimcilik Günü’nde gerçekleştirdikleri Kuşaklararası Kadın Örgütlenmesi oturumunda oldu. Tanışmam diyorum ama Zoom ekranından Ceren’i hayran hayran izliyordum. O benim varlığımdan haberdar değildi. Uçan Süpürge Vakfı, kadın kuruluşları ile diğer sivil toplum kuruluşları arasında iletişimin güçlenmesini sağlayan, toplumsal cinsiyet eşitliğinin hayatın her alanında sağlanması için çalışan bir vakıf. Misyonları, kadınların güçlenmesine yönelik feminist düşünce, eylem ve politikaların yaygınlaştırılması için çalışmak ve bu alanın bilgi birikimini, araştırmalar ile zenginleştirmek. Vakıf 1996 yılında kuruldu. Ceren de aynı yıl doğdu. Yollarının kesişmesi belki ilahi müdahale belki de şans oldu ama Ceren’den kendisini tanıtmasını istediğimde, bana 25 yaşında olduğunu söyledikten sonra hemen vakfın yaptığı şeylerden gözleri parlayarak bahsetmeye başladı. “Gerçekten hem kendi hayat hikayemle birleşen hem de gururla, onurla içerisinde olduğum bir şey,” dedi. Ceren, Adana’da mühendis bir baba ve öğretmen bir annenin ikinci çocuğu — abisi de avukat. Büyürken ilk cinsiyet ayrımını fark ettiği anlardan birinin kahve kültürü ile ilgili olduğundan bahsetti. Bana kitaplığının altındaki kutu oyunlarını göstererek “oyun delisi” bir insan olduğunu söyledi. 4-5 yaşında okumayı öğrenmiş, 3 yaşlarında da yüzleri, binleri sayıp hesaplayabiliyormuş. (Hala toplama işlemlerini parmaklarıyla hesaplayan biri olduğum için kendimden utandım ama neyse). Bu nedenle Ceren’le özellikle yazlıklarında hep Okey oynarlarmış. “O kadar seviyorum ki oynamayı, herkese ‘ben bir an evvel emekli olup kahveye gitmek istiyorum’ derdim.” dedi. Sonra kahveye gitmenin bir erkek kültürü olduğunu öğrenip, sinirlenmiş. Bu sinir ile de büyüyünce Adana’nın ilk kadınlar kahvesini kurma kararını almış. “Oradaki dile getiriş farklı ama özünde şey yatıyor: oyun oynamayı seven bir kadınım ama benim o oyun oynanan yerlere girme hakkım yok çünkü kadınım. Oyun oynamanın bile cinsiyetleştirildiği, benim de oyunların sadece orada oynanabileceğini düşündüğüm bir kafayla örülmüşüm küçükken. Yoksa neden emekli olup kahvehaneye gitmek isteyeyim 4-5 yaşında,” dedi. Vakıfla tanışması Adana’da liseyi bitirip istemeye istemeye hukuk okumaya Ankara’ya gelmesi ile oluyor. O dönemde sosyoloji, psikoloji, felsefe alanlarına ilgi duysa da, ailesinin ‘güzel bölüme gitti evladım’ diyebilmesi için ders çalışıp hukuka girmiş. “Bizim okul altı sütunlu sıkıncı bir bina. O altı sütunun karşısında ilk geldim ve bakıp o an ‘ee şimdi ben ne yapacağım’ dedim. ‘Aaa acaba beni neler bekliyor’ değil,” diyerek ilk bakışta burada olmaması gerektiğini anladığını söyledi. Hukuk eğitiminde ilk sene sosyolojik bir yaklaşım olduğundan, daha ilgi çekici bulduğunu ama kurama girince zevk almamaya başladığını paylaştı. Hukuka ve avukatlara yaklaşımın tamamen görüntüye ve para pula dayalı olduğunu gözlemledikçe de bu işi yapamayacağını anlamış. Hukukun düzenini, endişelerini, ne yapabileceğini sorguladığı bu dönemde hocalarından biri Uçan Süpürge Vakfı’nın gönüllü aradığını paylaşmış. Ceren’in aldığı dersler nedeniyle kadın sorunları gündeminde olduğundan ilgisini çekmiş. 20-30 kişilik bir grup olarak gitmişler. Vakfın kurucularından Halime Güner ile tanışmış ve çok etkilenmiş, o etkiden bir daha kurtulamamış. Bahsettiği etkiyi çok iyi anlıyorum. Çok alakasız bir neden için Halime Güner ile yaptığım 10 dakikalık telefon görüşmesi sonucu tüm sinirlerim alınmış ve dünyaya bakış açım değişmişti. Tüm giden arkadaşlarının bağı sonralarda kesilse de, Ceren devam etmiş. “Yapıştım resmen,” dedi. Gönüllü olmasına rağmen sabahtan akşama kadar orada zaman geçiriyormuş. En çok hoşuna giden şey de, Uçan Süpürge’nin olaylara parasal açıdan bakmaya uzak, amaca ve sistemi dönüştürmeye yönelik duruşu olmuş. Bu sırada okulunu bitirmiş, pek sevmese de her ihtimale karşı stajını yapıp ruhsatını almış ve yüzünü sosyal girişimlere çevirmiş. Ailesi ne kadar gittiği yolu desteklese de avukat olmasını çok istiyormuş. Ceren’in tam olarak ne iş yaptığını ‘kadın hakları’ ve ‘sivil toplum’ gibi çeşitli anahtar kelimeler dışında cümleye dökemiyorlarmış. “Belki ben avukatlığı seçmiş olsam ve dosdoğru bir meslek yapsam, biraz aç kalmış ama yine de onurlu bir meslek hayatı sürdürücektim. Bu bile belki birilerine etki edecekti ama bir bütünlüğün olması gerekiyor,” dedi. “Her şeyde olduğu gibi örgütlenmede, bütüncül mücadele çok önemli.” Ceren, Uçan Süpürge’de dört yıldır çalışıyor, beraberinde Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları üzerine yüksek lisans yapıyor. Proje koordinatörü olarak günleri çok yoğun geçiyor. Vakıf içerisindeki projeleri yürütüyor, mali, fikri, teknik konularda yardımcı oluyor. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali için de kurumlar, yönetmenler, oyuncular arasındaki yazışmalar ile ilgileniyor. Ama genel olarak vakıfta herkes her işi yapıyor. “Hiyerarşi yok, yönetim bile yok yönetişim diyoruz biz kendi aramızda,” dedi. İnsanların uğradıkları haksızlıklar ile ilgili vakfa ulaştığını paylaşıyor ve soruların bol olduğu bu zor durumlarda, hukuktan çok zevk almasa da, hukuk bilgisi ile onlara yardımcı olabilmesi Ceren’i mutlu ediyor. İstanbul Sözleşmesinin feshedilmesini hiç beklemediğini paylaştı. Ünlülerle çalıştıkları kampanyaların güzel olduğunu, sonuç verdiğini düşünüyorlarmış. Şok olduğunu söyledi. “Nasıl şu an her rakı içen kendini laik zannediyor bazı ürünlerin, nesnelerin, kavramların siyasallaştırılmasından bahsediyorum. İstanbul Sözleşmesini savunmak da yine marjinal bir hareket, kabul edilemez, bir muhalif hareket gibi siyasallaştırıldı. O yüzden bu kavramların içi böyle boşaltılmaya devam ettikçe, günden güne umutsuzlaşıyordum.” İlk başta umutsuzluğa kapılsa da örgütlerin dayanışmasından çok etkilendiğini paylaştı. Mücadele, ses çıkarma, eylemler durmadı — devam ediyor. “Ben çok umutsuzluğa kapılabildiğimizi görüyorum kuşak açısından,” diyerek 90'ların apolitik yapısına bağlıyor. “Mesela sigara satılmayabilir dediler ben de iyi o zaman gidip istifleyeyim dedim. Bir ürünü alma hakkımın yasaklanmasına dair hiçbir isyanım olmadığı gibi gidip diyorum ki ben gidip biraz stok yapayım. Böyle sindirilmiş bir kuşak olduk maalesef. Korkutulmuş bir kuşak olduk.” 68 kuşağının o heyecanın ve ateşinin onu çok şaşırttığına değiniyor. Ne zaman dibe düşse de o kuşağın yılmaz, mücadeleci, korkmaz yapısı onu kendine getiriyormuş. 20’lerinden sonra kendi içindeki ateşi, enerjisini ve harekete geçme gücünü kaybetmek istemediğini paylaşıyor. Karamsarlığa kapılsa da, eşitliği sağlama yolunda ilerlemeye devam edeceğini söylüyor. “İçimde çok özgür bir insan var ama bunun sınırlarını gün geçtikçe daha çok farkına varıyorum. İstediğimiz mesleği yapabilme, kazandığımız parayla insanca bir yaşam sürebilme, bunlar çok basit istekler. Şımarık istekler değil. Gençliğimizin başında bunları yaşıyor olmamız müthiş bir karamsarlığa itiyor. Yine de bu mutsuzlukla kalmayıp mücadele etmek güzel bir his, onurlu bir his.”

Avukat Kimliğinden Ayrılamayan bir Cadı: Ceren Kurt

Mayıs 13, 2021

·

Makale

Kurgu-sever Urla sakini: Batuhan Akkuş

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Eğer ona yeterince zaman verirseniz, Batuhan bir düğünün fotoğraflarını ve videosunu çekebilir, bunun üstüne kurgulayabilir, fotoğraflara photoshop yapabilir, iki-üç düğün hikayesi çıkarabilir ve teslim edebilir. Bu performansı sadece düğün değil, başka etkinliklerde de gösterebilir. Yapmışlığı da var zaten. Ama bu yeteneğinden bahsetmeden önce onu tanıtmak istiyorum. Batuhan Akkuş, 1997 doğumlu bir Urla sakini. 20li Yaşlar podcastinin de sunucusu ya da kendi tabiri ile “konuşmacısı.” Akhisar'da doğup büyümüş, Yeditepe Üniversitesi’nde Elektrik ve Elektronik mühendisliği okumuş, Erasmus’ta Avusturya'ya gitmiş ve hiç ders kaybı yaşamadan dönmüş. En sevdiği renk yeşil sonra turuncu. Takımı da Galatasaray. Batuhan’ın iş başvurularında bulunurken sadece İzmir’e başvurup Urla’ya taşınması, birçok genç için alışılmışın dışında bir adım gibi gelebilir. Ama aynen bu adım 20li yaşlarında insanların farklı yollar izlediğini, farklı isteklerinin olduğunu gösteriyor. Batuhan üniversiteyi İstanbul’da okurken de sessiz bir hayata sahipmiş. Son senesinde kardeşi ona katılana kadar evde tek yaşarmış. Evinde 10-15 çiçeği varmış, her sabah onları sular, çayını demler otururmuş. Öğrencilik yıllarında 1,5 sene Apple’da çalışmış. Okuldan işe oradan Kadıköy’e gidiyor, İstanbul’un bitmek bilmeyen enerjisi ve hareketinin tadını çıkarıyormuş. Ama yorulmuş. “İstanbul’da bir yere gidebilmek için minimum 1 saat harcamak, bunu hesaplamak beni çok yordu. Bir de ne kadar kazanırsam kazanayım İstanbul için yetmiyormuş gibi geliyor. O yüzden biraz sinir oldum ‘ya dedim hay senin İstanbuluna’.” Dinlenme ihtiyacını, birçok kişinin tersine dinlemiş ve kız arkadaşı ile Urla’ya yerleşmiş. Pandemide İstanbul’u özleme fırsatı olmamış ama arada Kadıköy’de dolaştığını hayal ediyormuş. 4-5 seneye geri dönmeyi düşünüyor. İçinde kurgu olan her şeyi yapmaya çalıştığını paylaşıyor. Bu yüzden Youtube kanalına photo vloglar koyuyor, fotoğraf çekiyor ve podcast yapıyor. Küçükken, evlerindeki analog kamera ile resimler çekiyormuş. Sonrasında babası, bir dönem aşırı popüler olan dijital Sony kameralardan almış. Batuhan da onunla kısa filmler çekmiş, hatta biri ortaokullar arasında bir yarışmada ödül almış. Çocukluğunda yazları boş durmamak için iş arıyormuş ve annesinin bir arkadaşının fotoğrafçı tanıdığı ile çalışmaya başlamış. Orada profesyonel makinalar, ışıklar ile tanışmış. Bu stüdyoda 7 yaz boyunca çalışmış. Bu deneyimin hayatını tamamen değiştiren bir kırılma noktası olmadığını söylüyor — zaten kırılma noktalarına inanmazmış. Düğün ve etkinlik fotoğrafı kurgulama, çekme, photoshoplama becerileri de bu yaz işi sayesinde gelişmiş. Bu sanatsallığın diğer tarafında ise fiziğe duyduğu ilgi var. Fizik onun için hayatı anlamaya yardımcı olan bir bilim. “En azından evren hakkında ya da yaşadığımız şeylere cevap verebilmek için hayatımda fizik olmasını hep istedim,” dedi. Elektroniğe de fotoğraf-video işlerine de ilgi duysa da, bu ikisi arasında daha fazla kazanabileceğini düşündüğü bölümü seçmiş. “Fotoğraf ve video işlerini hobi olarak yapabileceğimi farkettim ama elektroniği yapamayacaktım. Bari onu okuyayım dedim,” dedi. İleride fotoğrafçılık ve elektroniği birleştirerek Canon gibi bir firmada çalışmak istiyor. Batuhan zaten farklı deneyimlerin hayatına artılar kattığına inananlardan. Üniversitede mühendislik okurken aldığı yağlı boya dersini, geçmesi gereken bir ders olarak görmekten ziyade gerçekten öğrenme fırsatı olarak görmüş. “Albus Dumbledore'un da dediği gibi bizi biz yapan seçimlerimizdir. Ben resimi, fotoğrafçılığı, mühendisliği birleştirdim, şimdi podcasti biraz birleştiriyorum en sonunda ortasında bir şey çıkıyor. Aslında beceri dediğin, yetenek dediğin, kişilik dediğin bence bu. Sen başka şeyler karıştırırsan, başka bir şey olur,” dedi. Okulu ve öğrenmeyi çok sevenlerden. Anne ve babasının öğretmen olması ve “öğretmenler odasında büyümesi” de bunda önemli bir rol oynuyor. Okulda yüksek not almayı seven, başarının verdiği histen hoşlanan biri — notlarının çok da iyi olmadığını ama kendi standart ve prensipleri olduğunu ekliyor. Bu arada Batuhan, okul yıllarınızda arkadaş olmak isteyeceğiniz biri. Ipad üzerinden harika not tutar, farklı renkler kullanır ve arkadaşları ile de notlarını paylaşırmış. “Ben hep öğrenci kalacakmışım gibi hissediyorum. Okuma isteği veya bir şeylere kafa yorma isteği her zaman olduğundan öğrencilik zamanımı baya özlüyorum,” dedi. Zaten 20li Yaşlar podcast de üniversite spor kulübünde başlayan arkadaş gruplarında ortaya çıkan bir fikirmiş. Ama o dönem sınav, hayat derken büyük gruptan sadece Batuhan ve Arda kaydetmeye başlamış. Zaten sıkça telefonda konuşan ikili, hafta içi konuştuklarını hafta sonu podcast için toparlıyorlarmış. Üçüncü bölümleri için Arda’nın evindeyken Türkiye’de pandeminin başladığını açıklaması yapılmış, onlar da herkes gibi birbirlerinden uzak kayıtlara devam etmişler. Sonralarda kulüpten arkadaşlarını, farklı konular konuşabildikleri insanları almaya başlamışlar. Arda yakın zamanda podcastten iş nedeni ile ayrıldığından, Batuhan solo podcast kariyerine başlamış oldu. Podcastte de kriptodan siyasete, aşktan Interrail’e kadar birçok farklı konudan bahsediyorlar. Sloganı ise bence genel odaklarını güzelce özetliyor: Tek özellikleri 20’li yaşlarında olmak olan birkaç insanın hayata dair attığı, zaman zaman tuttuğu, çoğunlukla cozuttuğu podcast. Podcast çekmeye karar vermesi şaşırtıcı değil. Her zaman ses ve video kaydetmeyi seven biri olmuş. Arkadaşları ile rakı sofrasındayken 1 saat sohbetleri kaydetmişliği olduğunu söyledi. İstanbul’da yaşadığı ve Spotify’a para vermediği dönemde metroya bindiğinde ses kayıtlarını dinler, arkadaşlarının anlattığı hikayelere tekrar gülermiş. 20li Yaşlar ’ın, benim gibi pek podcast dinleyemeyen biri için, en ilgi çekici noktası da 20-30 dakikalık podcast bölümlerinin yanı sıra Lokmalık adını koydukları 5 dakikalık kısa bölümler yayınlamaları. Batuhan ve Arda üniversitedeyken, kalabalık bir okulda okumalarına rağmen, sıkça çamlık dedikleri kesişim noktasında karşılaşıyor ve birkaç dakika sohbet ediyorlarmış. Lokmalıklar da bu ayak üstü sohbetlerine özlem olarak ortaya çıkmış. Batuhan 20li yaşlara gelmeden önce, herhangi 20 yaşında örnek alabileceği insan olmadığından bahsetti. “Duman grubu vardı, 30-40 yaşında. İzlediğim dizilerde hep büyük insanlar vardı. Hayat Bilgisi izliyoruz atıyorum, o öğrencinin 35 yaşında olduğunu ben zaten görüyorum. 20 yaşında insan hayatımızda yoktu.” Bu podcast ile de dinleyicilerini örnek 20likler ile tanıştırıyor. Burada ‘örnek’ derken, aşırı başarılı, mükemmel bireylerden bahsetmiyorum. 20lerinde insanları kafa karışıklıkları, gezme anıları, kalp kırıklıkları, politik görüşleri, tüm gerçeklikleri ile dinleyicilerine sunuyor. “Biz hiçbir şeyde iddialı değiliz. Ben 20li yaşlarındaki bir insanın bir konuda iddialı olabileceğini de sanmıyorum. Çok başarılı insanlar var ama ne olursa olsun 5-10 yıllık tecrübe, 5-10 yıllık tecrübe ne olabilir? Aslında güzellikte burada geliyor, ben 20li yaşları bir tecrübe yaş aralığı olarak düşünüyorum ve farklı insanlardan sadece tecrübe dinlemek istiyorum,” dedi. 20li yaşlar podcast ile yolumu kesiştiren Bi'Milenyumlu muz Canan'a teşekkürler. Batuhan ile çektiğimiz bölümü buradan dinleyebilirsiniz.

Kurgu-sever Urla sakini: Batuhan Akkuş

Mayıs 20, 2021

·

Makale

Kesişimlerin Ortasında: Burçin Cingöz

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Carlos Eleta Almarán’ın 1955 yılında yazdığı Historia de un Amor adlı şarkısı, Dalida, Guadalupe Pineda, Julio Iglesias ve Yaşar gibi müzisyenler tarafından farklı şekillerde cover edildi — tabii bir de Burçin Cingöz . Moda’nın renkli merdivenlerinde, gitarist Deniz Güler ve saksafoncu Mutlu Sevinç ile sergilediği performans , sokakta geçenleri mest etmekle kalmadı, Youtube’da 1 milyon izlenmeyi geçti. Ben de Burçin’le bu video sayesinde tanıştım. Burçin, 28 yaşında İstanbul doğumlu, sımsıcak, doğal ve içten bir müzisyen ve filolog. Ankara Üniversitesi İtalyan Dili Edebiyatı ve ardından Müjdat Gezen Sanat Merkezi Konservatuvarı mezunu. Müziğe ilgisi küçükken harmanlanmış. 7-8 yaşlarında evdeki bağlamayı çalmaya başlamış, annesi onu elinden tutup kursa yazdırmış. O küçük yaşlarda türkü çalıp söylüyormuş. Lise yıllarında sesinin Batı şarkılarına daha çok yakıştığına ve gitar çalmak istediğine karar verdiğinde, gitar kursuna yazdırılmış. Annesi de aynı yerde bağlama dersleri almaya başlamış. Büyürken masalar kurulur, herkes etrafında şarkılar söylermiş. Ailesinde çalgı çalmayan çok az kişi varmış. "Köken olarak Sivaslı olmanın getirdiği bir kuralla birlikte türkü dinleyerek büyüdük, direkt özümü dinleyerek büyümüş oldum aslında. Neşet Ertaş eserleri başta olmak üzere çok türkü çalardı evde. Diğer bir yandan da annem bir İlhan İrem fanıdır. Onlar da çalardı. Böyle bir pop türkü harmanı eşliğinde gitti," dedi Müzik odağında ilk uyanışı Star Akademi yarışması ile olmuş. 8000 kişi ile başlayan eleme sürecinde ilk 16’ya kalmayı başaran Burçin, bir ay boyunca sabah 7’de kalkıp spor yapıyor, ardından şan, İngilizce, drama derslerine katılıyormuş. En küçük yarışmacı olarak ikinci elenen olmuş. Bu yarışmadan sonra daha çok sahneye çıkması gerektiğini, kendini geliştirmesi gerektiğini anlamış. Heyecana kapılıp performansını düşürmemek için pratik yapmaya karar vermiş, zaten yarışmaya kabul edilmek da ona gereken özgüveni sağlamış. “Ki ben 18 bile değilim doğru düzgün, daha yeni olmuşum herhalde, böyle en fazla kültür merkezinde çıktım okulla birlikte. Birdenbire kendimi canlı yayında Atilla Özdemiroğlu'nun, Ajda Pekkan'ın, Sertap Erener’in karşısında buluyorum. Elemelerdeki heyecanı geç bir de canlı yayındaki heyecanı herhalde ömrüm boyunca unutmayacağım,” dedi. Küçüklüğünden beri konservatuvara gideceğine inanan Burçin, bu hedefine ulaşmak için lisede yabancı dile odaklanmış. Ailesinde müzikle ilgilenen, birkaç müzik öğretmeni dışında, kimse olmadığı için Burçin’in bu isteğini risk olarak görmüşler ve kurtarıcı görevini üstlenecek bir diplomaya sahip olmasını istemişler. “Her ailenin gözünde ister istemez belli kalıplar var. SSK'lı bir işin olsun, gidip geldiğin düzenli bir hayatın olsun… Demek ki o dönemde de yönlendirilmeye açıkmışım ki dinlemişim onları; dediler sen bir yabancı dil daha oku zaten İngilizcen var, biraz da Fransızcan, yanına İtalyancayı ekleyip bu işi götürürsün, belki İtalya'ya yerleşirsin. Böyle bir aklım çelindi.” İtalya’nın güzelliğine, yemeklerine ve kültürüne de sempati duyan Burçin, Ankara Üniversitesi’nde İtalyan Dili Edebiyatı bölümüne başlamış — ikinci seçeneği de İspanyolcaymış. Bu sürede arkadaşları ile bir grup kurmuş ve geceleri yabancı pop söylemeye başlamış. Bir sene Venedik’te Ca’ Foscari Üniversitesi’nde okumuş ve İtalya’da zamanını kilise korosunda ve okul orkestrasında geçirmiş, güzel bir çevre edinmiş. Dönerken de ‘tekrar geleceğim’ diyerek dönmüş — nitekim yolları İtalya ile sonra yine kesişmiş. Zaten Burçin’in hayatında olan kesişmeleri duydukça, gerçekten olması gereken yerde olduğunu düşünmeden edemiyorsunuz. Üniversiteden mezun olduktan sonra konservatuara hazırlanmak için 2 ayı varmış. Kendini boş duramayan biri olarak tanımlayan Burçin, o dönemde İtalyanların da sıkça gittiği bir saç ekimi hastanesinde çevirmen olarak çalışmış. Ardından konservatuarda eğitimini tamamlamış. Müzikle beraber götürebileceği işler karşısına çıkmaya devam etmiş. Amerika’ya da gitme olasılığını sunan bir İngilizce tercümanlık işini kabul etmiş ama bir süre sonra gerçekten müziğe odaklanmak istediğine karar verip oradan ayrılmış. Bu karardan iki gün sonra daha önce çalıştığı hastaneden arayıp Burçin’in sesine ihtiyaçları olduğunu söylemişler. Hastanenin yeni açılan restoranında 2 ay boyunca her akşam İtalyanca ve İngilizce şarkılar söylemiş. O Amerika’ya gitme potansiyeli olan iş için aldığı Amerikan vizesi ile de geçtiğimiz yıl, San Francisco’da bir Türk restoranında iki gece akustik sahne yapmış. Yani müzikle alakası olmadığını düşündüğü adımlar bile onun bir şekilde yolunu müzikle kesiştirmiş. “Müzik eğer gerçekten içindeyse yapıyorsun. Onu kovalıyorsun ya da o seni buluyor. Böyle kesişmeler üzerine de devam etti benim hikayem. Eğer çıktığın yolda kendine kalpten inanıyorsan ve o yolda olman gerektiğini düşünüyorsan kesinlikle evren tarafından destekleniyorsun. Bunun altına imzamı atabilirim,” diyerek güldü ve ailesinin desteğinin de onun için ne kadar önemli olduğunu ekledi. İtalyanca ile bağı kopmasın diye İstanbul Üniversitesi’nde yüksek lisans programına başlayıp altı aylığına tez araştırması için Roma ve Floransa’nın ortasında bulunan Perugia'ya gitmiş. Burada bir kafede düzenli olarak performans vermeye başlamış. Yarım saat şarkı söyledikten sonra, açık mikrofon dedikleri ve sahneyi başka çalmak ve söylemek isteyenlere açtıkları etkinlikler yapıyorlarmış. Böylece Burçin şarkı söylemekle kalmıyor, geceyi yönetiyormuş. “O zaman daha da keyifli olmaya başladı çünkü geçip bir kadeh şarabını alıp sen de izliyorsun. Eğlendirmek zaten çok güzel, onların heyecanını paylaşmak da ayrı güzel çünkü kendinden bir şeyler görüyorsun,” dedi. Döndükten sonra artık gerçekten kendini tamamen müziğine vermesi gerektiğine karar vermiş ve bu heyecan verici ama bilinmezlikle dolu adımı atmış. “Bazen bir kapıyı tamamen kapatman gerekiyor. Yani hayat senden o cesareti görmek istiyor sen gerçekten bunu göze alıyor musun, yoksa bunu yarım kalple mi istiyorsun. Tamamen istemen lazım. Tamamen ona ve kendine inanman ve o doğrultuda bir hamle yapman gerekiyor,” dedi. İtalyanca sözleri bilerek, İtalyanca şarkılar söyleyen çok az sanatçı olduğunu gözlemleyen Burçin, gitarist, saksafon ve perküsyoncu arkadaşlarından bir grup kurup haftada bir video paylaşmaya başlamış. İzlemenizi tavsiye ettiğim videolarından biri 50mila (Nina Zilli) & Anlamazdın (Ayla Dikmen) Cover 'ı. “Bir yerde sıyrılmanız gerekiyor çünkü Youtube kocaman bir okyanus, girince kayboluyoruz. Müziğimle, filolog kimliğimi birleştirerek belki bir farklılık yaratabilirim,” dedi. Aktif olarak müziğe yoğunlaştığını gören arkadaşları ve eski hocaları ona işler paslamaya başlamış. Ataşehir’de bir golf tesisinin restoranında şarkı söylemeye başlamış. İstanbul’a dönüşünün, pandemi başlayana kadar harika olduğunu paylaştı. Tabii, Burçin pandemide de boş durmadı. Bu dönem boyunca söz ve müziğin ona ait olduğu Dünya adlı şarkısının prodüksiyonu yapıldı ve klibi çekildi. Akşam geç saatlerde Zoom’da buluştuğumuzda bu şarkıyı hepinizden önce dinleme şansını yakaladığımı da paylaşmadan edemeyeceğim. İkimizin de ara sıra gözlerini kapatarak dinlediği şarkı “dünya beni de alsaydın ya baş köşene” sözleri ile başlıyor. Burçin yakarış ile başlayan bu şarkının devamında bir kabulleniş ve hayatın tadını çıkarma kararı olduğunu ekliyor. “Aslında günlük yazıyordum, o an bunaldığım bir andı, ‘beni de alsaydın ya baş köşene’ gibi bir söz çıktı. Karamsar bir şarkı değil, içinde hem isteklerin olduğu hem de elindekilerle yetinen bir şarkı,” dedi ve en kolay yazdığı şarkılardan biri olduğunu ekledi. Tesadüfler ve kesişmelerden bahsetmek gerekirse, şarkının okuması, Burçin’in defterine sözleri yazmasından tam bir yıl sonra gerçekleşmiş. Biraz beklemeli ve uzun süren bir süreç olsa da müziğin aceleye gelmemesi gerektiğini vurguladı. “Sabırlı olmak ve yolculuğa güvenmek çok önemli — bazen anlamasan bile yolda ne olduğunu. Akışa bırakman lazım kendini. Kendini sıkıştırmaman lazım çünkü müzik kendini sıkıştırdığında olan bir şey değil.” Sanat yolunda ilerlemek isteyenlere önerisi, kendilerini yapmak istediklerine adamaları. “Gerçekten içinde bu varsa, en iyi olduğun şeyin o olduğunu düşünüyorsan üzerine eğilmelisin ve devam etmelisin. Diğer kapıları açık bırakmak zorunda değilsin. Hayat seni zaten garantiye alacak. Destekleneceksin. Bunun bilincini yaymak isterim doğrusu çünkü tereddütünü çok yaşadım.” Yakın gelecek planlarında kendi besteleri ile yoluna devam etmek var. Dinleyicilerine kendini en iyi duygularını paylaşarak, onlar ile beraber hissederek anlatabileceğini düşünüyor. Pandeminin belirsizliği nedeniyle şu an daha uzun soluklu planlar yapmasa da, gezmek, üretmek, konserler vermek hedeflerinin arasında. “Hayatın planlarına kendi planlarımı eklemeye çalışıyorum,” dedi. Burçin’in söz ve müziği kendine ait olan Dünya adlı şarkısını 28 Mayıs Cuma günü tüm müzik platformlarından dinleyebilirsiniz!

Kesişimlerin Ortasında: Burçin Cingöz

Mayıs 27, 2021

·

Makale

Sahnenin Enerjisini İliklerinde Hisseden bir Balet: Batur Büklü

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Batur Büklü, 28 yaşında, John Cranko Schule mezunu ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde baş balet. Şans eseri baleye başlamış. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın önünden geçerken annesi dışarıda asılı başvuru afişlerini görmüş ve hem baleye hem de müziğe başvurmuş. Daha dördüncü sınıfta olan Batur’un ne yapıp yapamayacağını görmek istemiş. Müzik bölümünden bir enstrümanı kazanamamış olsa bile balenin üç aşamalı sınavını geçerek yarı zamanlı eğitimi kazanmış — her sınav öncesi Billy Elliot’u izlediğini, her aşamayı geçtiğinde ise annesinin ona futbolcu kartı ve top gibi oyuncaklar almasının onu teşvik ettiğini ekledi. Kadıköy’de başlayan bu hikaye onun hayatını tamamen değiştiren bir adım olmuş. Haftanın iki günü, ikişer saat konservatuvarda eğitim alırken aynı zamanda okula gidiyormuş. Bir sene böyle devam ettikten sonra tam zamanlı konservatuvar eğitimine geçmiş. Ailesi çok sık taşındığından okul hayatının ilk beş senesinde dört farklı okul değiştirmiş. Bu yüzden adapte olmakta ve arkadaş edinmekte zorlanmış ama konservatuvarın sabitliği ona iyi gelmiş. “O yaşlar biraz serttir ya, çok hızlı yargılarsın insanları, daha acımasız olabiliyorsun ve o dönemde çok fazla okul değiştirdim. Kopuktum. Bale bir anda karşıma çıktı, benim için çok büyük bir şanstı ve yapmayı çok sevdim, çok keyif alarak dans ettim, içimde hissettim yaptığım şeyi,” dedi. Baleyi seven biri olan annesinin teşviği onu çok motive etmiş. Hatta Batur’un eğitmenlerinin çoğunun performanslarını önceden izlemiş. Şimdi de Batur onlarla annesini tanıştırma zevkini yaşayabiliyormuş. Konservatuarda ilk senesinde neredeyse okuldan atılıyormuş — çok eksiğinin olmasının yanı sıra vücudu da tam baleye uygun değilmiş. Ancak tekrardan okul değiştirme fikri hoşuna gitmemiş, sevdiği arkadaşlarından ve baleden uzaklaşmak istemediğini fark etmiş. Bu farkındalık ile çok sıkı çalışmaya başlamış. Bu da onu balede dünyanın en iyi üç okulundan biri olan, Stuttgart’da ki John Cranko Schule’e gitmesinin önünü açmış. Çocukluğundan beri sıkı çalışması gereken Batur, gerçek disiplini Almanya’da kazandığını söyledi. Türkçe dışında dil bilmeyen, ailesinden ilk defa uzak kalan ve ilk defa yurtdışına çıkan 15 yaşında bir çocuk için, yeni arkadaşlıklar kurmak, en iyi bale okullarından birine ayak uydurabilmek ve her üç ayda bir bursunu kaybederek atılma riskine karşı gelmek gerçekten büyük bir disiplin istiyor. Hatta, ilk bir ay her gün ağladığını paylaştı. Kazandığı eğitimin ne kadar değerli olduğunu hatırlamak da onu hep çalışmaya iten güçlerden biri olmuş ve şimdi geriye baktığında ‘iyi ki yaptım’ dediği şeylerde bir numarada. “Bir gösterim varsa, bütün konsantrasyonumu ona çevirmek için 1 ay önceden sosyal hayatımı kesmeyi öğrendim. İstanbul’da o söz konusu değildi çünkü burada sürekli bir şey oluyor, bir şeyleri kaçırıyorsun, bir şeyleri yakalamaya çalışıyorsun. Orada hayatı durdurup istediğim şeyi yakalamayı öğrendim,” dedi. Mezun olduktan sonra iki sene Theater Hof’ta yarı solist kontratı ile çalıştıktan sonra 2013 yılında Türkiye’ye geri dönmüş. Onu en çok heyecanlandıran şeylerden biri ailesinin ve arkadaşlarının onu izleyebilecek olmalarıymış. İstanbul’da bir sene grup dans ettikten sonra solist rolleri almaya başlamış. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde baş balet olarak görev alan Batur, 2015 yılında İstanbul Bale Yarışması’nda senyör erkeklerde birincilik kazanmış. Onun için en büyük başarının ailesini ve sevdiklerini mutlu ettiği zaman olduğunu söylüyor. Bireysel başarıyı çok büyütmemeye özen gösteriyor çünkü çevresinde kendini egolara kaptırıp giden çok örnek görmüş. “Ben olabildiğince sakin, kendi içime dönük kalmaya çalıştım, zenginliğin sadelikte olduğuna inanıyorum,” dedi. Süreyya Operası’nda sahne alsalar da Atatürk Kültür Merkezi’nin açılmasını dört gözle beklediğini söyledi çünkü Süreyya Operası’nda fiziksel olarak şartlar çok elverişli değilmiş. En büyük isteklerinden biri de Türkiye’nin dört bir yanında sahne almak, her yerde dans etmek ve daha çok turne yapmak. Böylece insanları bale ile tanıştırıp, bilgilendirebileceğini düşünüyor. “Taksiye biniyorum ‘ne iş yapıyorsun?’ diye soruyor, baletim diyorum, ‘olsun’ diyor. Bir fikri yok, anlatabileceğimiz bir şey yok. Ülkedeki birçok sorun da bu değil mi? Çoğu insanın farklı konular hakkında fikirleri yok ama herkes bir ‘olsun’ modunda. Biraz daha öğretmemiz gerekiyor, her meslekle ilgili bir şey bence bu,” dedi. Pandemi döneminde balerin olan nişanlısı ile evlerinde küçük bir bale stüdyosu kurmuşlar, birbirlerini böylece pratik yapmak ve zinde kalmak için destekliyorlarmış. İlk pandemi çıktığında Batur ilk 4 ay hiçbir şey yapmamış. Bu zamanda fiziksel ve zihinsel yorgunluğundan kurtulmak için dinlenmeye bakmış — zaten onun için tatil demek yatmak demekmiş. “Bale dansçılarının hayatı kendini izleyerek geçiyor. Bizim çalıştığımız stüdyolar ayna dolu, bütün hatalarını görmen için. O sana yapışıyor, bu da sana büyük bir ağırlık yapıyor yürüdüğün zaman. Bunun üstüne bir de fiziksel ağırlık binince en güzel tatil benim için yatmak oluyor. Yemek yiyip yatmak, denize girmek, güneşlenmek.” Kasım ayında bir temsile çıktıktan sonra sahnelerin tekrar kapanması ile evlerinde çalışmaya dönmüşler. Balenin, başka sahne sanatlarından farkı fiziksel olarak hazır olma ve bir grup insan ile beraber çalışma gerekliliği. 800-900 kalori yakılan bir antrenmanı maskeli yapmak çok mümkün olmadığı için online gösteriler onlar için çok gerçekçi ve güvenli seçenekler değil. Birçok 20lik, pandemide 20li yaşları harcanıyormuş gibi hissetti. Çok değerli bir dönem ellerinden kayıp gidiyor hissine kapıldılar. Bu Batur’un çok derinden hissettiği bir his çünkü bale 40’lı yaşlardan sonra yapamayacağınız bir meslek. Sonunu bildiği halde sahnelerde olamadığı, arkadaşları ile çalışamadığı her an da ona değerli vaktinin kaybolması gibi geliyor. “Keşke pandemi olmasaydı. Belki dansçı olarak, fiziksel anlamda en güçlü hissettiğim yaşlarda bale yapamıyorum. Çok önemli yaşlar bunlar benim mesleğim için. Neredeyse 30'a geldim ve bir süre sonra eklemlerim kaldırmamaya başlayacak. Baleye başlamadan önce bir hayalim yoktu. Mesleğimiz çok erken belli oluyor, bizim şansımız bu. Şanssızlığımız da çok erken bitmesi, ” dedi. Gelecek hayallerinde büyük sahnelerde dans etmek var — özellikle en sevdiği ilk üç eser arasında olan Romeo ve Juliet’i sahnelemek istiyor. Batur günün sonunda tüm antrenman, çalışma, fiziksel ve zihinsel yorgunluğun tek bir şey için olduğunu söyledi: sahnede olmak. İşi güzel kılan perde ile beraber seyircinin alkışını duymak, senin için çalıyormuş gibi gelen orkestra, kostümler, ışıklar ve rolün içine girebilmek. “Seyirciler geliyor, herkes hazırlık içerisinde, kuliste bir koşturmaca, sanki dünya etrafında dönüyor gibi. Sonra alkışlar perde açılıyor, eser başlıyor, bitiyor ve normal hayatın devam ediyor. Ertesi gün provaya gidiyorsun, yine göz kalemiyle dolmuşa biniyorsun, silmişsin ama çıkmamış makyajın. Aynı rutin geri dönüyor tekrar başlıyor,” dedi.

Sahnenin Enerjisini İliklerinde Hisseden bir Balet: Batur Büklü

Haziran 10, 2021

·

Makale

Geleneklerini Koruyan, Çağdaş Tasarımcı: Selin Koç

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Selin Koç, 1992’de Antakya’da doğmuş bir moda tasarımcısı ve Sculpture adlı “yavaş” moda markasının kurucusu. Küçüklüğünden beri renkli giyinmeyi seven Selin’in ailesi onun modaya olan ilgisini bir “turuncu terlik” olayı ile anlamış. Selin’in sağlığa önem veren annesi, Selin’i ve babasını ortopedik ( ve onun deyişi ile “çirkin”) terlikler almaya yollamış. “Ortopedik almadan gelmeyin,” diye uyarmış. Selin ise gittikleri dükkanda turuncu, rugan görünümlü ama muşambadan yapılmış sabo terlikler görmüş. “Ben onu gördüm ve babama dedim ki ben onu deneyeceğim. Babam da hayır, annen bunu almamızı istemez dedi. Ben denedim ve aşık oldum, öleceğim herhalde dedim,” dedi. Antakya’nın 45 derece yazları, onu bu kapalı plastik terlikleri sevmekten alıkoyamamış. Babası ise bu terliği alamayacaklarını söylediği için o gün terlik almadan dönmüşler. Selin’in o gece uykusu kaçmış, o turuncu terlikleri düşünmeden duramamış. Sonraki gün babasına, annesinin istediği terliği alacağını söyleyerek kendisini tekrar dükkana götürtmüş. Yolda babasını turuncu terlikleri almaya ikna etmiş ve aldıkları an onları giyerek eve yürümüş. Altlarını kirlettiği için de annesi terlikleri değiştirememiş. Selin de 2 yaz boyunca bu terlikleri giymiş. Selin ne istediğini bilen ve yolundan sapmayan biri. İster markası Sculpture’ı yaratırken sürdürülebilirlik, “yavaş moda” ve geleneksel dokunuşlardan uzaklaşmamak olsun, ister 80 yıllık tarihinde ilk defa burs seçeneği veren bir okulun tek burs kazanan öğrencisi olmak olsun. O yolunda ilerliyor. Güzel sanatlar okumaya karar verince, Antakya’da hazırlık kursu olmadığı için lise sonda zamanını İstanbul ve Antakya arasında gidip gelerek geçirmiş. Lisansını Yeditepe Üniversitesi’nde, Moda ve Tekstil Tasarımı bölümünde yaparak 2015’de mezun olmuş. Bir markanın nasıl kurulduğunu ve sürdürülebilir kılındığını daha iyi öğrenmek istediği için moda yönetimi üzerine yüksek lisans yapmaya karar vermiş. Kuruluşunun 80. Yılı hatırına ilk defa burs vereceğini açıklayan Istituto Marangoni’nin tek burs kazanan öğrencisi olarak Moda ve Lüks Marka Yönetimi okumaya Milano’ya gitmiş ve “rüya gibi” bir sene geçirmiş. Bu burs yarışmasını kazanmak için 3 haftada 5 fotoğraf ile hayalini anlatması gerekmiş. Selin’in bu proje için çektiği 5 resim de aslında onun Sculpture’a kadar uzanan hikayesini ve hayat duruşunu çok net bir şekilde gösteriyor. Başvurusunda “içinde büyüdüğüm şehirler, gelenekler, kültürler ve toplum, tasarımlarımın hızla tükettiğimiz bir dünya ve sektörde daha dikkatli, detay odaklı ve yavaş olmasına yardımcı oldu,” yazıyor. Antakya’da farklı kültürler ve kimlikler etrafında büyümüş; Hristiyan arkadaşları ile kiliselerde oynayarak, düzgün Türkçe bilmeyen anneannesinin onunla Arapça konuşmasını duyarak, kendi kıyafetlerini yapan anneannesini ve onun arkadaşlarını izleyerek büyümüş. 5 fotoğrafın, seri üretilmemiş kumaşlardan yaptığı tasarımlar ile doğduğu şehri, şehrin insanlarını ve insanların ürettiğini yansıtmasını istemiş. Milano’dan döndükten sonra sektörün Boyner ve Morhipo gibi hızlı moda yapan ve Sudi Etuz gibi seri üretmeyen tasarım markalarında çalışmış. Şu an Yeditepe Üniversitesi’nde Moda Tasarımında Pazarlama dersi veriyor. “İşin komik tarafı ellerim titreyerek sınava girdiğim sınıfta ilk dersimi verdim. O sınıfa düşmüştüm. 402 numaralı sınıf. Ben burada ağlıyordum şu an geldim hoca oldum,” dedi gülümseyerek. Kendi markasını kurmayı çok ertelemiş çünkü markası ile ilgili kafasında “Bu kimin hayatına dokunacak? Sen kendini nasıl ortaya çıkaracaksın? Sen kimsin?” gibi pek çok soru varmış. Kurumsaldan ayrılma kararını vermekte çok zorlanmış. Bir gün Antakya’da, annesi ve babasının da büyüdüğü, Fransız ihtilalinden kalma binaların olduğu sokakta yürürken babası ona bir atölye göstererek sürpriz yapmış. Selin daha hazır olmadığı için babasına ‘boşver’ dese de, babası sonraki gün tuttuğunu ve hazır olduğunda başlayabileceğini söylemiş. Selin 4 ay gitmeyi ertelemiş, 2020 Ocak ayında taşınmış ardından da pandemi başlamış. “Biraz uçurumdan atlamak gibi bir şey çünkü eskiden kafamı yastığa koyduğumda yapacağım işleri düşünürdüm, şimdi nasıl geçineceğimi düşünüyorum,” dedi. Sculpture için yaptığı ilk tasarım da beyaz işlemeli bir elbise olmuş. Sculpture adı da aynı bir heykel gibi kendini ve tasarımlarını yontarak ilerlemesinden gelmiş. Birkaç kelimede markasını bu şekilde özetliyor: “Özgün, kendi çizgisi olan, kendi kararını vermiş ve geçmişine bağlı ama zamansız. Çocukluğumun geçtiği ortamın, dokunduğum dokuların etkisi var. Eski kaliteyi aradığım için de kaliteli bir marka yapmaya çalışıyorum,” dedi. Antakya’da ipekçilerin atıl ama iyi durumda olan kumaşlarını değerlendiriyormuş. Stoklu kumaş almıyormuş. Bazen de, heykeltıraş ve ressam ablasının çizimlerinden kendi kumaşlarını yapıyormuş. Üretirken tüketme, üzerine çok düşündüğü bir tema. “Kendim tasarladığım bir şeyi bastırmak yine bir kaynağı tüketmek demek olduğu için onu da sınırlı adetlerde yapıyorum. Bir denge yaratmaya çalışıyorum,” dedi. Selin’de, benim gibi, dengenin önemine inananlardan. Hızlı modanın karşısında durup yavaş ve sürdürülebilir üretim yapmanın zor olduğuna değiniyor. “Hızlı moda, omuzlarımıza çok yük bindirdi çünkü hiç doymayan bir çocuk var evde. Sürekli yetişmeye çalışıyoruz,” dedi. “Bizlerin çoğalması büyük markaların omuzlarında bir yük. Onlar da daha iyisini yapmak zorunda hissedecekler. Burada tüketicinin de kararlı olması gerekiyor. Markaları yöneten şey tüketicidir. O sebeple farkındalık arttıkça, iyi bir şekilde yol alacaktır.” Atölyesini Antakya’da kurmak istemesinin nedeni de herkesin İstanbul’a sıkışmaya çalıştığını gözlemlemesi. Oysa ki başka şehirlerde de yetenek ve iş ihtiyacı bol. “Antakya’da çalışmak isteyen kadınlar ile eskiden olan ama şimdi unuttuğumuz beyaz iş dediğimiz dantel, boncuk işi, geleneksel tasarımlar ile modern formları bir araya getirip zamansız parçalar yaratıyoruz,” dedi. İstanbul ve Antakya arasında gidip gelmesinin nedeni de Antakya’da bırakın terziyi ya da ustayı, fermuar bile bulamaması olmuş. Dikişleri Selin İstanbul’da yaptıktan sonra kalıbı alıp Antakya’da üretimi tamamlıyor, tüm el işlerini de Antakya’da çalıştığı 5 kadın yapıyormuş. “Radikal bir karar verdim Antakya’ya gelerek. Vatka yok, fermuar yok her şeyi İstanbul’dan alıyorum,” dedi. Selin’in Sculpture ile yavaş, zamansız, geleneklere bağlı ama modern tasarımlar yapmasının yanı sıra amaçlarından biri de istihdam sağlamak. Antakya’da bir meslek lisesine stajyer bulmak için gittiğinde öğrencilere staj ücreti verilmediğini ve temizlik yaptırıldığı için öğrencilerin bölümü bıraktıklarını gözlemlemiş. “Ustalar çırak yetiştiremiyorlar çünkü bu meslek bir şekilde aşağı görülüyor. Herkes bir üniversite mezunu olmak istiyor, sonra işsiz kalıyor çünkü burada bir meslek öğrenmek küçümsenen bir şey. İyi bir terziye herkesin ihtiyacı var. Ama buna teşvik yok,” dedi. Uzun vadede tasarımcılar olarak mesleğe dair bilgileri doğru olarak anlatmak ve sektöre birey kazandırmanın onların sorumluluğu olduğunu düşünüyor çünkü bir açıdan terziler ve ustalar olmadan, tasarımcı olmanın da anlamı azalıyor. “İşin içine girdikçe ne kadar düzenin bozulduğunu fark ettim, bu sebeple de tasarımcıdan çok sinirli bir aktivist oldum,” diyerek güldü. “Aktivist diyemem kendime ama işin bu kısımlarıyla uğraşmak zorunda hissettim çünkü düzene oturmuş diğer tasarımcılar bu işe 10-15 yıl önce başladı. Ben daha genç bir nesile mensubum ve usta bulamıyorum.” Selin Antakya’daki atölyesinin yaratıcı bir atölye olmasını istiyor. Yurtdışına gidip kendini farklı bir yerde keşfetme bütçesi olmayanlar için Antakya’da yeni bir dünya, onun deyimi ile “Türkiye’nin içinde bir yurt dışı” yaratma isteği var. Atölyesinin avlusunda heykel yapanlara, bir köşesinde resim yapanlara, diğer köşesinde başka bir sanatçılara yer vermek istiyor. Gelecek planlarında usta yetiştirmek ve Türkiye’nin başka şehirlerine gidip oradan öğrendiği teknikleri markasına katmak var. Antakya’da neredeyse her günü dedesinin fırınından aldığı Antakya simidi ile başlıyor. Ardından atölyesine gidiyor, müziğini açıyor, gerekiyorsa yerleri süpürüyor, kahvesini koyuyor, araştırıyor, beraber çalıştığı kadınları ziyaret ediyor, İstanbul’da ki malzemeciler ile konuşuyor, çiziyor ve üretiyor. Selin’in yeni koleksiyonu minimal ve minik detaylardan oluşuyor. Herkesin durmak istediği bir dönem olduğu için çabasız, herkesin kendi olduğu gibi ve doğal hissettiği bir koleksiyon çıkarmak istediğini paylaştı. “Bu kadar gerginliğin ve soru işaretinin içinde insanları bir şeyin içine sıkıştırmak istemedim,” dedi. Eski ve yeni, geçmiş ve gelecek, üretim ve tüketim arasındaki dengeyi koruyan, bu. ilham verici koleksiyona Sculpture Instagram sayfasından ve gelecek haftadan itibaren internet sitesinden ulaşabilirsiniz.

 Geleneklerini Koruyan, Çağdaş Tasarımcı: Selin Koç

Haziran 17, 2021

·

Makale

Yemek Aşkına!: Melike Sarıkatipoğlu

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. İlk olarak şunu söyleyerek başlamak istiyorum. Melike sayesinde harika bir patlıcanlı makarna yapıyorum. YouTube kanalında ilk videosu olan bu tarif , buzdolabında bulunan 4 patlıcanın bozulacak olması stresi ile cebelleşirken karşıma çıktı. Videonun nokta atışı başlığı “Efsane domates soslu makarna. Restoranda yediklerinden çok daha güzel İtalyan Makarna nasıl yapılır?”dan da anlaşılacağı gibi, çok keyifli bir akşam yemeği yaşattım evdekilere. 20lik’te, Alıp Başını Gidenlerin ürettiklerini satın almadan, yaptıklarını denemeden ya da en basitinden o kişi ile gerçekten tanışmadan röportaj yapmıyorum. Bu tarifi de denediğimde, Melike ile anında konuşmak istedim. Melike Sarıkatipoğlu , 27 yaşında kendi söylemi ile “aklını yemek yapmakla bozmuş” biri. Zamanını YouTube kanalında yemek tarifi videoları yayınlayarak, harika yemek resimleri paylaştığı Instagram hesabına içerik üreterek, sosyal medya danışmanlığı yaparak ve mekanlar için yemek ve menü tasarlayarak geçiriyor. İzmir’de doğup, 11 yaşına kadar orada yaşadıktan sonra eğitimi için Nice’e taşınmış. Bu değişimde ailesinin içinde bulunduğu Frankofon kültür, babasının iş bağlantıları ve zaten çoğu yaz ziyaret ettikleri bir evin olması etkili olmuş. “Böyle kolaylıklar olunca orada yaşamanın dil öğrenimi ve eğitim konusunda benim için daha iyi olacağını düşündüler,” dedi. Tam ergenliğinin başlarında dilini çok iyi konuşamadığı bir yere taşınmak fazlasıyla dramatik bir değişim olsa da Melike'nin lise hayatı çok rahat geçmiş. Fransız eğitim sisteminde bolca tatil olduğu için, Türkiye’yi sıkça ziyaret edermiş. İzmir’de 11 yaşına kadar edindiği arkadaşlıklar da böylece devam etmiş, hatta bir kısmı üniversite için Fransa’ya gelmiş. Çok eğlenceli bir üniversite dönemi yaşamışlar. Melike Fransa’da psikoloji bölümünden mezun olmuş. Ardından da Türkiye’ye geri dönmüş. Bağı kopmamış olsa da, dönüşünün biraz zor olduğunu söyledi. “Bunun birkaç sebebi var. Birincisi 11 yaşında bıraktığınız ve tatillerde ziyaret edip eğlendiğiniz yer aslında kafanızdaki gibi bir yer değil, oradan çok uzak, e siz de artık o eski siz değilsiniz… Ondan bazı hayal kırıklıkları oldu. Bir de bence Türkiye’ye her dönen insanın yaşadığı şevk kıran olay, döndüğünüzde herkesin ‘hoş geldin!’ Yerine ‘neden buraya döndün, hepimiz (?) gitmeye çalışıyoruz ‘ gibi cümleler kurması, ki buna hiç katılmıyorum,” dedi. Türkiye’ye gelme nedenini sorduğumda da, bana sade ama etkili bir cevap verdi: “Türkiye’ye dönmemdeki sebep, ki bence sebeplerin en güzeli, aşk,” dedi. Döndüğünde Dokuz Eylül Üniversitesi’nde psikiyatri servisinde psikologluk yapmış. Özel olarak da şizofreni hastaları ile çalışmış. Neredeyse 1 yıl burada çalıştıktan sonra, İstanbul’a taşınmış. Bunun en büyük sebeplerinden biri de sevdiği kişinin İstanbul'da yaşıyor olmasıymış. Yeni bir şehre ve hayata adapte olmaya çalışırken Fransızca öğretmenliği, psikanaliz dergileri için çevirmenlik gibi farklı işlerde çalışmış. En radikal sektör değişiminin ise psikoloji yüksek lisansı yapmak yerine reklamcı olmaya karar vermesi olduğunu söyledi. “Kreatif bir şeyler yapmak istiyordum. Bir fikrin üretim sürecine dahil olmaktı arzum,” dedi. Bu arzunun peşinden giderek ajanslara CV’sini yollamış ve bir ajansta dijital metin yazarı olarak işe girmiş. Ajanstan ayrılınca da freelance sosyal medya yönetimi ve fotoğrafçılık yapmaya başlamış. Yemekle ilgili hatırladığı en erken anısı, anneannesinin evinde salça ve tarhana yapılırken, daha çiğ olan tarhana hamurlarını yiyip çektiği mide ağrılarıymış. Babası Melike’ye 8 yaşındayken mutfak dekorasyon kitabı satın almış. Zaten ailesinde hep yemek konuşulurmuş. “Ne yemek yapsak, ne yemek yesek, canımız ne çekti, şu yemeği bir de şöyle mi pişirsek? Babam çok meraklıdır, annem de şahane yemek yapar!” dedi. Bu yemek, mutfak, sofra kültürü ilgisi de Instagram sayfasında harmanlanmış. Sonrasında Mutfak Sanatları Akademisi’nde kısa dönem aşçılık eğitimini tamamlamış. Geçtiğimiz yıl Narmanlı Sanat ’ta “Melike Sarıkatipoğlu ile Yılbaşı Sofraları” adlı bir etkinlik çerçevesinde ilk defa, çevrimiçi de olsa, takipçileri ile yüz yüze buluşmuş. Bunun onun için çok kıymetli bir deneyim olduğunu paylaştı. Instagram üzerinden paylaştığı tariflerin yanısıra, YouTube’a geçmeye karar vermesinin sebebi de tariflerine erişimi kolaylaştırmak. Yemeğin uğraşların en güzeli olduğunu söyledi. “Yemeği çok seviyorum, işin içindeki o yaratıcılığı seviyorum o yüzden hayatta yapmak istediğim şey yemek!” O zaman sizi Melike’nin hazırladığı, yemek yaparken dinlemelik çalma listesi ile bırakıyorum. Patlıcanlı makarnayı yaparken dinlersiniz. Haftaya görüşürüz 20likler!

Yemek Aşkına!: Melike Sarıkatipoğlu

Temmuz 1, 2021

·

Makale

Minik Hikayeler Toplayıcınız: Alara Demirel

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Alara Demirel 24 yaşında, Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü mezunu. Şimdi ise aynı üniversitede Kültür Yönetimi yüksek lisansı yapıyor. Bir sosyal medya sever ve yarı-zamanlı kreatif direktör. Aposto! bünyesinde bulunan Soli, Apéro, Duende ve Angst’in topluluk yöneticisi olarak bu ay çalışmaya başladı. Hayatını aktivizmden ilham alarak, dövmeler yaptırarak ve her yerine stickerlar yapıştırarak özünden sapmadan yaşamaya çalışıyor. En sevdiği renk indigo mavisi, en sevdiği yemek de domatesli makarna — domates soslu değil, domatesli. “Yasmin’in çok havalı biri olduğunu düşünüyorum,” dedi — onun sözleri, benim değil :). İkimiz de European Youth Forum denen liselerarası konferanslarda çalışmışız — o delege ben ise orga (organizatör) olarak. Belki bilmeden yollarımız kesişmiştir bile… En sevdiği sayı 7, ancak ilk başlarda bu sayıdan çok korkuyormuş. Obsesif kompulsif bozukluğu olan Alara, her gördüğü sayıyı tek haneye indiriyormuş. Diyelim 13 sayısındaki 1 ve 3’ü toplayarak 4 yapıyor. Harry Potter’da Severus Snape’in ünlü “394. sayfayı açın” sözündeki sayıları toplayınca da 7 çıktığı için Severus Snape’ten o zamanlar korktuğu gibi, 7 sayısından da korkmaya başlamış. Karşısına bu sayı çok çıktığı için de korkusunu yenmeye karar vermiş ve 7’yi çok sevmeye başlamış. Alara zaten korkularının, endişelerinin üstüne giden biri. Sosyal anksiyeteli biri olarak, sosyal medya üzerine bir iş yapmasının nedenlerinden biri de bu. “Sosyal medya beni çok tetikliyor ama bir orta yolunu bulmaya çalışıyorum. Varoluşun oldukça zor bir edim olduğunu düşünüyorum ve hep kim olduğumu duymaya çalışıyorum,” dedi. Turizmci olan babası Antalya’da bir acente açmaya karar verince, İstanbul’dan taşınıyorlar. Yıllardır beraber okuduğu arkadaşlarını bırakıp, kimseyi tanımadığı yeni bir şehre taşınmak zor gelmiş. Normatif kutucuklara sığan bir kişiliği olmadığını düşünen ve hep kuir olduğunu ifade eden biri olarak da Antalya’da içine kapanmış. İnternet üzerinden kendine bir topluluk bulmuş ve yer edinmiş — belki de şimdi Aposto!’ da yapacağı işin temelleri burada atılmış diyebiliriz. 10 yaşında forumlarda aktif olmaya başlamış. Disney Channel izleyerek büyüdüğü için İngilizcesi ve Türkçesi birlikte gelişmiş ve kurgu yazmayı sevdiğini anlamış. Böylece zor zamanlarında ona kucak olan Harry Potter kitapları üzerinden “ polyjuicepotion ” adı altında fanfiction yazmaya başlamış. Hatta yazdığı hikayelerden Amortentia Türkiye’de en çok okunan 3. hikaye olmuş. 18 yaşına kadar çok aktif yazmaya devam etmiş ve internet üzerinden hem yazar hem de editörlük yapmış. Edebiyatı sevdiği için de üniversitede bu konuya odaklanmış. Üniversiteden mezun olduktan sonra Cambridge Üniversitesi’nin yaz okuluna giderek çocuk edebiyatına feminist bakış üzerine bir ders almış. Bu iki hafta onun için harika geçmiş. “Senin entelektüel Disneyland’inmiş gibi seni alıyor, minik bir temanın içine sokuyor. Herkes seninle feminist kritik yapabiliyor haşlanmış patates yerken,” dedi. Cambridge ne kadar güzel geçmiş olsa da tek başına yurt dışında yaşamaya hazır olmadığını anlamış ve University of Edinburgh’da yüksek lisansa kabul edilmiş olsa da gitmemeye karar vermiş. Bu sırada Koç’un ANAMED adlı araştırma merkezinde yayın asistanı olarak çalışmış ve Medyascope’ta gökkuşağı bülteninde yazmış. Bilgi Üniversitesi’ni çok sevdiği için yüksek lisansına da orada devam etmeye karar vermiş. Edebiyatta kuram ağırlıklı okumuş olduğu için, pratiğini Kültür Yönetimi bölümünde geliştirmeye karar vermiş. Bu bölümde feminist yayıncılık pratikleri üzerine çalışıyor. “Feminist bağlamda çocuk edebiyatı çok ilgimi çekiyor çünkü oradaki güç dengesi toplumsal cinsiyet bağlamında kadın-erkek dengesine denk düşüyor gibi geliyor. Çocukların en sömürülen yaş grubu olduğunu düşündüğüm için bir orta yol bulmak istiyorum. Çocuklara da sürekli yol göstermek haddime değil ama empati kurmak istiyorum,” dedi. Alara, Pandemi döneminde okula ara verip, çeşitli yerlerde sosyal medya yöneticisi olarak çalışmaya başlamış. Aynı zamanda Alıp Başını Gidenlerden de bildiğiniz Pelin ve Miray’ın markası PEMY Store’da Creative Editor olarak sosyal medya içeriklerini tasarlamış, modellik yapmış, hatta bir toplantıda çizdiği çiçekten sweatshirt, defter ve stickerlar tasarlamışlar. Kısaca Alara, pandemi döneminde durmamış. Onu besleyecek, hoşuna gidecek yerlerde çalışmış. “Sosyal anksiyetemi yendiğim ve kendime uyan işlere başladığım dönemde, sanki oyunun haritasını birazcık çözebildiğim an, pandemi oldu, o yüzden çok zorlandım. Ama ışığı görebiliyorum. Yaratıcı anlamda bana iyi geldi çünkü ‘zaten evde oturacağız ben işlere sarılayım’ dedim. Okulu dondurdum ve tam zamanlı işlere girdim,” dedi. Genelde günleri saat 10’da başlıyor. Sabah filtre kahvesini içiyor, sosyal medyasına bakıyor ve o gün yapması gereken bir iş varsa ona başlıyor. Günleri zaten yapması gerekenler ve projelere göre iki hafta önceden planlanmış oluyor. Fiziksel olarak işe gidebildiği dönemlerde ofise uğruyor ve arkadaşları ile buluşup yemek yiyerek gününü bitiriyor. Pandemi öncesinde çok sinemaya gidermiş — seans saatlerini ezbere bilirmiş. Kendi zamanında ve saatlerinde çalışmak, tüm gün bir ofiste olmamak onun için önemli. Zaten sorumluluklarını en kaliteli ve hızlı şekilde bitirip kendine zaman ayırmak için hep çok verimli çalıştığını paylaşıyor. “Hayatımın tümü iş olmadığı için yaptığım işler seviliyor. Ben tüm gün ofiste olursam nelerden besleneceğim?” dedi. Bu bizim dönemimizdeki çoğu kişinin bakış açısı. Güzel işler çıkarmak için durmadan birinin gözetimi altında olmamıza gerek yok. Sorumluluğu alabiliriz, zamanında teslim edebiliriz ve bunu yaparken arada gidip bir arkadaşımızla buluşup yemek de yiyebiliriz. Alara’nın da dediği gibi “bize bırakın,” biz yaparız. Gelecek planlarında en tepede kendine sadık ve mutlu kalabilmek var. 20ler onun için ilk gençlik yılları gibi geliyor, kendini tanıyarak yaşamaya başladığı ilk seneler. En çok ise 30ları için heyecanlı — zaten “Keşke 30 Olsam” en sevdiği filmlerden. “2020 hepimizin sınavı ve bundan bir şey öğrendikten sonra hayat bir nebze daha rahat. O yüzden hayatın bana öğrettiği şeyleri kucaklamaya çalışıyorum. Sonra bunların dersini alırım, 30’larımda da keyfini çıkarırım. 34’ümde acayip havalı bir insan olacağım, 34'üme kadar arkadaş oldunuz, oldunuz. Ondan sonra yüzünüze bakmam,” diyerek güldü ve olamazsa hep beraber kendisi ile dalga geçebileceğimizi ekledi. “Şimdi ise minik hayat hikayeleri topluyoruz.” Hepinizin minik hayat hikayelerinin, heyecan verici, eğlenceli, dolu dolu romanlara dönüşmesi dileği ile.

Minik Hikayeler Toplayıcınız: Alara Demirel

Haziran 24, 2021

·

Makale

Hayallerinin Peşinden Koşan Seramisyen: Gizem Coşkun

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Gizem ile yaptığım röportaj sonucu onu tanımlamak için kullanabileceğim kelimelerden bazıları çalışkan, ne istediğini ve kendini bilen, güler yüzlü, nazik ve yaratıcı olurdu. Eğer onunla geçirdiğim zamandan aldığım izlenimler sonucu bir dövme tasarlamamı isteseydi ise bir kardelen ya da nilüfer çizerdim. Tuhaf bir betimleme diyebilirsiniz ama Gizem şu ana kadar tüm dövmelerini yaptırdığı Ilgın Özdoğan ’a ilk dövmesini yaptırırken de aynen bu soruyu sormuş. İlk dövmesi olarak kedisi Mimi’yi yaptırdığı 4-5 saat boyunca Ilgın ile uzunca konuşma fırsatı bulduktan sonra Ilgın’a “bugün beni tanıdığın kadarıyla bir dövme yap, sende ne uyandırdım merak ediyorum,” demiş. Bir sonraki gün buluşup bu gizemli dövmeyi yaptırmak için sözleşmişler. Ilgın da Gizem’in koluna, içinde anahtar bulunan şeffaf bir sandık yapmış. Bir sonraki gidişinde de yine bir dövme yaptırdıktan sonra sürpriz bir dövme rica etmiş, Ilgın da deniz yıldızı yapmış. Ilgın deniz yıldızı seçiminin nedenini “deniz yıldızları bacakları koptuğunda bile yenisini çıkaracak kadar güçlüler, içimden deniz yıldızı yapmak gelmişti,” diyerek Instagram üzerinden açıklamış olsa da şeffaf sandığın anlamını hiçbir zaman paylaşmamış. “Bu dövme bilmecesinin cevabı Ilgın’da,” dedi Gizem. Vücudunda sonsuza kadar kalacak bir şeyi karşındakinin algısına bırakmak cesaret ve kendine güven gerektiriyor. Zaten Gizem’de bu iki özellik öne çıkıyor. Gizem Coşkun , 27 yaşında bir seramisyen ve influencer. Safranbolu’da büyüyüp, üniversite için İstanbul’a gelmiş ve burada yaşamaya devam etmiş. İstanbul Aydın Üniversitesi’nde 2 yıllık diş protez teknolojisi eğitimini tamamladıktan sonra hemen işe başlamış — ağustosta dişte 7.yılını kutlayacakmış. Çocukluğundan beri hayali İstanbul'da olmakmış. Ailesinin büyük bir kısmı İstanbul’da olduğu için tatillerde şehri ziyaret eder, Pazar Sürprizi gibi magazin programlarında ünlülerin İstanbul’unu izleyip orada olmaya merak duyarmış. “Seviyordum İstanbul’u, İstanbul’da olmak istiyordum. Çocukluğumdan beri olan bir hayaldi aslında, tek başına yaşamak, özgür olmak. Oradan geliyordu, böyle bir yol çizdim o yüzden” dedi. Gizem lisedeyken Nişantaşı'nda iletişim okuyan bir arkadaşını ziyaret etmiş. Arkadaşının kampüsünde aynı zamanda diş protez teknolojisi bölümü de bulunuyormuş. O dönemde ne okumak istediğini, onun neyi mutlu edebileceğini araştırırken de bu bölüm karşısına çıkmış. El becerisi olan ve sanatsal aktiviteleri seven biri olarak da bu bölümü araştırmaya başlamış ve mesleğin onun için uygun olduğuna karar vermiş. “Gülümsemeyle de kendimi bağdaştırırım zaten. İnsanlara yeni bir gülüş kazandırmak beni mutlu eder,” dedi. Lise 3'te ders çalışma şeklini bu hedefine göre değiştirmiş. İstediği bölüm, YGS’den aldığı için LYS’ye çalışmamış. Çevresindeki çoğu kişi bu kararı yüzünden onu eleştirmiş, riskli bir karar olarak görülmüş. Aynı zamanda o dönemde 4-yıllık olmayan bölümlere karşı bir önyargı varmış ama o kararını değiştirmemiş. “Sürekli üzerimde bir baskı vardı o zaman ama o dönem baya kararlıydım. Genel hayatımda da öyleyimdir. Yapabileceğime inanıyorsam, o doğruda giderim. Uzun yıllar okuyup hayattan zevk alamamaktansa, ben ne istiyorumu keşfedip o yolda ilerlemek en güzeli,” dedi. Tüm öğrencilik hayatı boyunca maddi geçimini ailesinden destek almadan kendi sağlamış. Tam burslu okuyor, 300 tl burs ile 210 tl'lik devlet yurdu ödemesini yapıyormuş. Ayrı bir yerden de 80 tl burs alıp aylık akbile 77 tl ödüyormuş. Böylece İstanbul'da aylık geçimini 93 tl ile sürdürüyormuş. “Şu an düşündüğümde mümkün olacak bir şey değil. Ders aralarında arkadaşlarla okul bahçesinde muhabbet edersin, çay kahve içersin, yemeğini yersin falan. O rutinlerin hiçbiri bende yoktu. Bütçem yoktu, yurda giderdim, kitap okurdum. Ayaklarımı uzatırdım, dinlenirdim. Ekstra cebimden çıkmasın diye,” dedi. Maddi olarak zorlanmış olsa da bunun onu büyüttüğünü ve ona tecrübe kattığını ekledi. Üniversite yıllarında çok sosyalmiş, İstanbul’da her yeri gezer, para harcamadan çeşitli aktiviteler yaparmış. Staja gittiği için de, farklı insanlar ile tanışma fırsatları yakalamış olduğunu belirtti. Bölümünden mezun olunca Gizem, dişe estetik katan kısım olarak adlandırdığı seramik kısmına yönelmiş. Porselen tozu ve özel bir likiti karıştırıp, fırça ile model üzerine koyup şekil veriyor, ardından da 700-800 derecelik bir fırında pişiriyormuş. “Minik diş heykelleri yapıyor gibi bir şeyiz”, dedi gülerek. Uzun yıllar boyunca kliniklerin kendi bünyesinde seramisyen olarak çalışmış. Akşam geç saatlere kadar çalıştığı bu düzenin yoğunluğu onu bir süre sonra yıpratmaya başlamış. Kendi atölyesini kurmak da işe başladığı an aklında olan, başarmak istediklerinden biriymiş. Belli bir seviyeye ve olgunluğa geldiğini hissettiğinde ve birikiminin yeterli olduğunu düşündüğünde de vaktin geldiğini anlamış. Belli bir düzeni ve planı bırakıp, pandemide böyle bir girişimde bulunmuş. İçindeki o dürtüyü bir kere daha dinlemiş ve Beşiktaş’ta bir atölye açmış. Gayet de güzel gidiyormuş. Seramisyen olarak diş hekimleri ile ortak çalışıyor. “Geniş bir yelpazedense, işine güvendiğim, belli başlı hekimlerle çalışıyorum. Hekim işçiliği burada çok önemli, çünkü sen ne kadar yetenekli de olsan, ne kadar başarılı güzel bir iş de çıkarsan ölçüyü hekim alıyor, dişi hekim kesiyor. Onların yaptıkları güzel olmalı ki ben üstüne çalıştığımda ağıza çok güzel bir şekilde otursun” dedi. Seramisyen kimliğinin yanı sıra Gizem sosyal medya ile ilgileniyor. Hobi olarak başlamış olsa da, artık bir işe evrilmekte — hatta şahıs şirketini kurma kararı almış. Fotoğraf çekme ve çekilme merakının annesinden geçen bir özellik olduğunu söyledi. Büyürken evlerinin her yeri hem kendi ailelerinin hem de arkadaşlarının çerçeveli resimleri ile donatılırmış.. İnstagram hesabı sevdiği şeyleri, arkadaşları, kedisini çekerek koyması ile başlamış ve arkadaşlarının desteği ile daha çok zaman harcadığı ve büyüttüğü bir platforma dönüşmüş. “Instagramın dışında, arkadaş çevremi ‘influence’ eden biriydim. Alışverişe gideceğin bir arkadaşın vardır ya, genelde arkadaş çevremde o benimdir,” dedi. Takipçi sayısı arttıkça motivasyonu da artmış. Yoğun çalıştığı dönemde bazen sosyal medyadan uzaklaşsa da takipçilerinin onu bırakmadığını söyledi. Bunu karşılıklı samimiyete bağlıyor. 4000-5000 takipçiye ulaştıktan sonra, hesabının bir anda büyümesinin nedenlerinden biri de en başta bahsettiğim dövme sanatçısı Ilgın Özdoğan. Kedisi Mimi’nin dövmesini yaptırdıktan sonra Instagram’da story paylaşan Ilgın sayesinde bir anda Gizem’in profili şahlanmış. “İki yıllık bir emek vardı ama karşılığını bulamamış bir profildi. Ilgın beni paylaşınca insanlar merak edip baktı, bakınca da hakikaten bir emek olduğunu gördüler ve baya bir takipçi geldi,” dedi. “Ilgın'a da teşekkür ederiz buradan,” diyerek güldü. Bu iki işi dışında resim ve seramik yapıyor, bitkilerine bakıyor, piyano ve bale öğreniyor, dilini geliştiriyor ve YouTube kanalını daha aktif kullanmayı hedefliyor. Yani klasik bir duramayan 20lik. 20lerinin kendini bulmaya çalıştığı, daha bağımsız olduğu ve araştırdığı, şu ana kadar hayatının en güzel zamanı olduğunu söyledi. “Tek başıma çok şey göğüslediğim, beni büyüten yaşlar. Seviyorum 20li yaşlarımı,” dedi. Birkaç yıl içerisinde İstanbul’dan taşınmayı ve işini Muğla ya da Güney Ege civarlarında bir yerde kurmayı planlıyor. İstanbul’u hala çok sevdiğini ama şehrin getirdiği kaosta uzun süre yaşadığını ve alması gerekenleri aldığını söyledi. “Bir tık daha sakinlik, huzur, yaptığım işten tatmin olmak istiyorum,” dedi. Gizem’den öğrendiğim bir şey varsa, yolundan sapmadan bunu başaracağıdır.

Hayallerinin Peşinden Koşan Seramisyen: Gizem Coşkun

Temmuz 8, 2021

·

Makale

Kalemine sadık bir karikatürist: Mert Dolapçıoğlu

Kapak Fotoğrafları: Lilacnoia Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Mert hayatının uzun dönemlerini dershanede geçirmiş. O içine kapanık, kenarda köşede çizim yapan biriyken, arkadaşı Berk daha dışa dönük ve Mert’i harekete geçirebilen biriymiş. Bu arkadaşı sayesinde 13 yaşında Leman dergisine çizimlerini göstermeye gitmişler. Leman Kültür’e giderken de plan yapmışlar. Son dakika caymak isterse, sergiye geldiklerini söyleyeceklermiş. Ama Mert caymamış — hatta görüşmesi çok güzel geçmiş. Bir çocuğun bu işe ilgi duyması Leman’dakileri heyecanlandırmış, ayrıca Mert’in dediğine göre o dönemler daha sevimliymiş, o da etkilemiş olabilirmiş… “Aklı başında, kendi dünyasında bir çocuk diye desteklediler. Gel devam et dediler, ben de çok istikrarlıydım. Kafaya koymuştum, yapacaktım o işi, emindim yani,” dedi. Mert Dolapçıoğlu, 1997 doğumlu İstanbullu bir karikatürist. Beyoğlu’nda, 8 aylık doğduğunu söyledi. "Erken doğdum, o yüzden her yere geç kalıyorum," dedi. Komik biri. Ergenliğe girmeden önce bile karikatür çiziyormuş ve zaman kaybetmeden bu işe girmeye karar vermiş. Böylece 13 yaşında, Berk ile yaptığı bu ziyaretin ardından Leman’a çizmeye başlamış. Ersin Karabulut’un Sandık İçi adlı köşesi, one ‘ben de böyle olmak istiyorum’ dedirtmiş. Bu dünya ile ilk tanışması ise internette bir karikatürist ile ilgili okuduğu röportaj sayesinde olmuş. Mizah dergiciliği ve çizerek sabahladıkları çalışma düzeni onu çok etkilemiş ve bir parçası olmak istemiş. “Adamlar haftanın bir günü çalışıyor, ne güzel iş dedim. Çok erken fark ettiğimi hatırlıyorum çalışmak, iş yapmak istemediğimi,” diyerek bir arayışa geçtiğinden bahsetti. Küçükken birçok çocuk gibi futbol oynayarak büyümüş. Ardından dövüş sporlarına geçmiş ve uzun süre boks yapmış — iyiymiş de. Hatta hayatında çizim olmasaydı boks eğitmeni olarak ya da amatör müsabakalara girerek hayatını sürdürmeyi planlıyormuş. Bu arayışın devamında ise üniversite hayatı var. “Yani kağıt oluyor önümde çiziyorum, kamera olur belki çekerim,” inancı ile sinema-televizyona girmiş ama çabucak ortamın ona uymadığını, kafasında canlandırdığı gibi olmadığını görmüş. Mert’e bu çok oluyormuş. Hayalleri, hep gerçekten daha güzelmiş. Çizmeyi de gerçeklikten bir kaçış olarak görüyor. “Hayat o kadar garip bir yer ki, sen alternatif hayatlar yaratmaya çalışıyorsun,” dedi. Böylece üniversiteyi barınamadığından ve mutlu hissetmediğinden dolayı 2. Sınıfta bırakıp dergilerle hayatına devam etmiş. Üniversite deneyiminin tersine liseden çok zevk almış. Sanat tasarımı okuduğu lisesinde sanatçı kimliğine ve bakış açısına büyük saygı duydukları bir eğitim aldığını paylaştı. Sabahları okula geldiğinde bölüm şefini hep Leman okurken görürmüş. Hatta hala Mert’in duvara çizdiği bir karikatür okulun duvarında duruyormuş. Mert’in okulu bırakma kararı beni etkiledi çünkü herkesin atabileceği bir adım değil. Cesaret gerektiriyor. Çoğumuzun izlediği diploma yolundansa güzelce ve severek yapabileceğine inandığı yola dönmüş. Zaten üniversiteden önce Penguen’e çiziyor, üniversite döneminde de Leman’a köşe yapıyormuş. Yani aslında nerede olmak istediği gayet belli. Şimdi ise Uykusuz ve yeni çıkan dergi, Fişek ’de çiziyor. Aynı zamanda en yakın dostu Güven Bilge ile beraber yaptığı Çubuk Animasyon adında Kadıköy’de dağıttıkları bir fanzin olarak başlayan ve animasyona dönüşen bir hesapları var. “Aslında benim kuşağımda çok az çizer var, hatta ben hala en geç çizerim dergilerde. Benim zamanımda aslında YouTuber olmam gerekiyordu ama ben niyeyse bir romantiklik mi diyeyim, nostalji mi diyeyim, çağa ayak uyduramamak mı diyeyim böyle bir şeye kapıldım ve bu beni buraya götürdü, hiç bırakmadım,” dedi. Pandemi döneminde her hafta çizse de, onu ilk bu işe bağlayan dergi kültüründen çok uzak kaldığını söylüyor. Evde kalıp masasında tek başına çizmenin, dergideki abilerle sabahlamanın yerini dolduramadığını paylaştı. Bu hissi çok iyi anlıyorum. Gazetecilik okumak istememin nedenlerinden biri, yeni gelişen bir haber olduğunda herkesin aynı ortamda sabaha kadar beraber yazı yetiştirmesiydi. O yoldaşlığı her iş kolunda bulamıyorsunuz maalesef. Mert’e pandemi öncesinde çalışma düzeninin nasıl olduğunu sorduğumda, ortamı öyle güzel anlattı ki, neden o kadar özlediğini anladım. Normalde pazartesi günleri sabahlama olurmuş. Onun tabiriyle o zamana kadar çizerler serserilik yapar, uyur, yuvarlanır, çay içermiş. Pazartesi günü köşelerinin espirilerini bulan, eskizleri atmış olan ve çizimlerini bitirmiş olsalar da sırf muhabbete gelen yaklaşık 10 kişi toplanır ve sabahlarmış. Bu sürede köşeler teslim edilir, gündem esprileri dağıtılır ve müsait olanlar onu çizer, kapaklar hazırlanırmış. Sabah 6:30-7 gibi, havanın yeni aydınlandığı, insanların uyanıp işe gitmeye başladığı saatlerde, Mert eve uyumaya gidermiş. Bazen dergiden çıkıp eve dönmeden önce tek başına sinemada film izliyormuş. “Ben daha güzel duygu yaşamadım, o aidiyet. Sonuçta insan hep bir şeye ait olmak istiyor, ülkeye ait olmak istiyor, takımlar tutuyorlar, benim için dergiler de öyle. Çizerler belli ki sosyal hayata, topluma çok fazla uyum sağlayan insanlar değil. Daha izole yaşayanlar, masaya gömülmüş, mürekkep olmuş elleri ve o seni çok cezbediyor. O tutku hararetli oluyor,” dedi ve bunu deneyimleyebilecek son kuşak olduğunu düşündüğünü ekledi. Yıllardır dergilerde okuduğu insanlar ile dirsek yakınlığında çalışma fırsatını yakalamış olması onun için bir gurur kaynağıymış, onlara hayranlık duyduğunu paylaştı. Dergi hayatının yanında bir de Mert'in Instagram hesabı ile kurduğu pastel renkli bir hayat var. Bu hesap hayatını kazanmaya devam etmek için, biraz zorunluluktan ortaya çıkmış. Bir gün evde otururken hiç pastel boya kullanmadığını fark ederek bir anda çizmeye başlamış. Akrilik gibi daha dağınık boyalara pek bulaşmıyormuş çünkü kağıda direk ‘pata küte’ dalıyormuş — biraz dağınıkmış. İç dünyası ve çizimlerindeki yazıların tersine şirin, kalpler ile dolu bir dünya yaratmaya karar vermiş. Burun, cinsiyet, gibi şeylerle vakit kaybetmek istemediğinden cinsiyetsiz, yuvarlak kafalı, yalın ve net karakterler çizmeye başlamış. “Gülen yüz imza gibi. Herkesin gülen yüzü farklı, 10 kişiden gülen yüz çizmesini istesek o iki noktanın arasındaki boşluğu, o yayın açısını herkes farklı çiziyor. O da bana imza gibi geliyor,” dedi. Bu paylaşımlarında kendi hezeyanlarına ve ortak duygulara değinmeye çalışıyor. Fazlasıyla popüler olan bu çizimler, Whatsapp’ta yaygın bir şekilde sticker olarak kullanılmaya başladı. Sosyal medyanın alışması gereken özelliklerinden birinin, Instagramda hesabının herkese açık bir dükkan olmasıymış. Derginin okurları, dergiyi bilinçli bir şekilde alırken, sosyal medyada herkesi çekebiliyor, bu yüzden de daha geniş bir kitleye ulaşabilmesi gerekiyor. Popüler kültürün dışında yaşamak isteyen bir karikatürist olarak bir anda kendini bu kültürün içinde bulduğunu paylaştı. “Dergi dediğin tirajı belli, satışı belli ve onu alan okur senin ne anlatmak istediğini biliyor. Bir dizi izlemek gibi. O karakteri biliyor. Sosyal medyada herkes geliyor ‘bu güzel olmuş,’ ‘bu kötü olmuş’ diyerek seni şekillendiriyor. Adapte olamayan, bertaraf olur. Romantik bakınca üzücü ama dünya romantik bir yer değil. Dünya buna eğiliyor ve sen de ona uyum sağladığın kadar var oluyorsun işte,” dedi ve bir süre sonra dengeyi bulduğunu ekledi. Gelecek planlarında sevdiği insanlar ile üretebileceği bir hayat yaşamak var. Yaptığı işi paraya dönüştürebileceği bir hayat istiyor. “Üretmek çok sıkıntılı bir süreç, çok kendinden götüren bir süreç, o yüzden hayatımın sonuna kadar yapar mıyım bilmiyorum ama şu an bundan keyif alıyorum. Bunu ekonomiye dönüştürmeye çalışıyorum. Bakalım nereye eserse o tarafa gideceğim. Göreceğiz. Bakalım,” dedi. Görmek için sabırsızlanıyorum.

Kalemine sadık bir karikatürist: Mert Dolapçıoğlu

Haziran 3, 2021

·

Makale

Tatlı sevmeyen pastacı: Aslı Demirhanoğlu

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Lisede International Baccalaureate (IB) adlı çift diploma programını yapan öğrenciler bir şekilde birbirlerini bulurlar. Bu zor ve yoğun programdan çıkmış olan herkes, yaşları kaç olursa olsun, almış oldukları dersleri, korku hikayelerini, yazmış oldukları uzun makaleleri git gelli bir nostalji ile paylaşmadan duramazlar. Anlaşılan Aslı ve beni de belki bir araya getiren güç, denemek için sipariş ettiğim lezzetli pastasının yanı sıra bu paylaşılmış deneyimdi. Aslı Demirhanoğlu 27 yaşında Ankara doğumlu bir pastacı, Cake Bar’ın sahibi ve IB kazazedesi. Çalışmadan başarılı bir öğrenci olan ablasının tersine okulu zar zor geçmiş olsa da hayat onu çeşitli yollar ile ( ki bu yolların bazıları vaktinde çok sinir ve moral bozucu duyuluyor) tam olması gereken yere getirmiş. Elinin yatkın olduğu, severek ve çok iyi yaptığı Cake Bar’ın hikayesi de aslında İngiltere vize ofisinde başlıyor. Ankara’da Bilkent University Preparatory School’dan mezun olduktan sonra medya ve iletişim okumak için London College of Communication’a gitmiş. İngiltere’de bazı okullarda 3 senelik üniversite eğitimine başlamadan önce, bir sene foundation/hazırlık yılı okuyup bir sınav geçmeniz gerekiyor. O da ilk senesini tamamladıktan sonra, üniversiteye başlamak için vizeye başvurmuş. Üç kere reddedildikten sonra da üniversite kabulünü ertelemiş ve ‘gap year’ almış. Bu sırada mutfak sanatları okuma fikri aklına gelmiş. Aklına nereden geldiğinden emin olmasa da bence lisede annesi ile gittiği yemek kursları ve anneannesi ile yaptığı tatlılar onun bilinçdışında hep kalmış. Zaten şu an pasta yaparken de anneannesinin eski ölçü kaplarını kullanıyor. “Rahmetli anneannem benim ilham kaynağım. Evine gittiğimizde cream puflar, karamelli profiterol topları, ‘angel food cake’ leri ile büyüdük. Anneannem ya, evet…” dedi. Bu fikri de takip ederek programlar araştırmış ve soluğu New York’ta International Culinary Center’da almış. Bu 6 aylık kısa ama yoğun bir programda daha çok Fransız teknikleri üzerine bir eğitim almış. Lisede kötü bir öğrenci olduğunu düşünse de, sevdiği konu üzerine yoğunlaşınca başarılı olduğunu görmüş. Ailesinin de desteği onu iyice teşvik etmiş. “İnsan sevmeyince zorlasan da olmuyor. Benim de hiç hiç hiç ne matematik ne fizik ilgi alanım değil. Aşçılığa gittim o kadar keyif alarak okudum ki en üstte bitirdim. Keyif alınca oluyor bir şekilde. Güzeldi. Çok güzeldi,” dedi. Şehir olarak da Londra’ya kıyasla New York’tan çok daha hoşlandığını söyledi. “Su an olsa imkansız yani bu şartlarda. Zamanında şanslıymışım ki gidebildim oralara,” dedi. Programa katılmak için gittiği vize randevusunda da vizesini okulun bittiği günün tam sonrasına vermişler. New York’ta geçirdiği 6 ayın ardından kalmak istese de iş bulması ve vize işleri zor olduğundan dolayı Ankara’ya geri dönmüş ve çalışmaya başlamış. Küçüklüğünden beri ailecek gittikleri İtalyan restoran zinciri Mezzaluna’da 6 ay staj yapmış. Filmlerden, kitaplardan ya da Anthony Bourdain’den de bildiğimiz gibi restoranlarda çalışmak çok zor ve yorucu. Uzun saatler ve stres yapı taşlarını oluşturuyor. Aynı zamanda da erkek ağırlıklı bir sektör. “Ben restoranda yapamazmışım, servisin stresi bana çok fazla gelmişti. Çoğu çalışan erkek zaten. Türkiye'de bir kadın için mutfakta çalışmak aşırı zor. Pek ciddiye alınmamıştım, sonra arkadaş oluyorsun o geçiyor,” dedi. Ardından cheesecake üzerine yoğunlaşan bir yerde çalışmaya başlamış ve oranın pasta şefi olmuş. Bu da Aslı’nın pastacılık dünyasına ilk adımlarından biri olmuş. Bir süre sonra oradan ayrılıp İstanbul’a taşınmış ve Dolce’de çalışmaya başlamış. Bu onun ilk pastane deneyimi olmuş. Sonrasında çalıştığı Date ise butik pasta yaptığı yer olmuş. “Ben normalde butik pasta yapmıyordum, daha çok ekler, profiterol gibi tatlılar yapıyordum. Butik pastayı bilmediğim için de elimi sürmüyordum. Ama yavaş yavaş, yapanları izleye izleye kendim öğrendim,” dedi. İyi olduğunu görünce de Instagram’da bir sayfa açarak iş çıkışlarında yapıp satabileceği pastaları paylaşmaya başlamış. Cake Bar da 2018’de böylece başlamış. Tatlı sevmeyen biri olarak kendi yiyebileceği, yoğun ve lezzetli pastalar yapmak istemiş. Ana menüsünde oturmuş pasta çeşitleri red velvet, çikolata, vanilya, çeşitli ganajlar, meyve ve karamel ama isteğe göre çok farklı şeyler de yapıyor — mesela ben gözüme lotus kremalı bir kek kestirdim. Çalışırken, devam ettirdiği Cake Bar yavaş yavaş büyüyünce işi bırakma kararı almış. Bu kararı aldığından beri işlerin iyi gittiğini, kendini de geliştirdiğini söyledi. Yoğun çalışma temposundan sonra kendi saatlerini belirlemek Aslı’ya iyi gelse de, geçtiğimiz aylarda kendini zorladığını itiraf etti. “Tek başıma çalıştığım için yardım eden kimse yok. İnsanları kırmak istemiyorum bu yüzden sürekli sipariş alıyorum,” dedi. Ne kadar pasta yaptığını sorduğumda “şurada biraz çıldırmışım mesela,” diyerek ajandasını açtı ve ekrana tuttu. 1-12 Haziran arasında 25 pasta yapmış. “Nazar değmesin bir şeyler oluyor. Güzel gidiyor,” diyerek güldü. Cake Bar’ın Instagram sayfasına baktığınızda yazılı, renkli pastalar ile kucaklanıyorsunuz. Aslı daha önce çikolata dekorlu daha komplike pastalar yapsa da bu aralar trendin daha renkli ve yazılı pastalar olduğunu söyledi. Pastaları sayesinde insanların iyi günlerine güzel bir tat katmanın nasıl bir his olduğunu sorduğumda yüzü aydınlandı. “O kadar güzel bir his ki. Resim atın demediğim halde bir sürü kişi mutlu mutlu pastaları ellerinde resim atıyor. O kadar seviniyorum ki. Çok mutlu oluyorum,” dedi. Bu ay ise, başladığı günden itibaren olan bir hayalini gerçekleştirerek kendi atölyesini açıyor. Evi ve işi ayırmanın ona iyi geleceğini söyledi. Burada butik pastalar yapmanın yanı sıra workshoplar ve eğitimler de vermeyi planlıyormuş. “Hiç tahmin edemezdim ama kendime de güveniyordum. Gerçekten olacak gibi hissettim, pozitiftim. Yavaş yavaş oldu ve güzel oldu. Kendimle gurur duyuyorum,” dedi.

Tatlı sevmeyen pastacı: Aslı Demirhanoğlu

Temmuz 22, 2021

·

Makale

Müziğin Peşinde: Yiğit Karataş

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Yiğit Karataş , 1994’de Mersin’de doğan, ulusal ve uluslararası yarışmalarda birincilikler elde eden ve çeşitli orkestralarda baş kemancı olarak sahne alan genç bir müzisyen. Şu an New York’ta yaşıyor — zaten ikimizin de New York’dan aldığı keyif ortak noktalarımızdan biri. Müzik hayatı 8 yaşında Mersin Üniversitesi Devlet Konservatuarına girmesi ile başlamış. Orada eğitim gören abisi de onu müziği kovalamaya iten faktörlerden biriymiş — ama abisi klasik gitar eğitimi alırken, Yiğit kemana yönelmiş. Annesi ve babası iki kardeşi de çok desteklemiş, Yiğit ailesi sayesinde bu kadar ilerleyebildiğini söyledi. Mersin’den sonra 3 sene boyunca Doğuş Çocuk Orkestrası’nda çalmış, 2008’de İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’na girmiş. İstanbul’da olduğu bu dönemde çeşitli yarışmalara katılarak birincilikler elde etmiş, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasında solist olarak Çaykovski'nin keman konçertosunu seslendirmiş, Fransa’da Belfort Uluslararası Müzik Festivali kapsamında tura çıkmış, İtalya, Hırvatistan, Slovenya gibi birçok şehirde solo ve oda müziği konserleri vermiş. Çocukken başladığı bir yolda kararlı bir şekilde ilerlemesi beni çok etkiledi. 20lerinde çoğu insan bu yıllarını yeni şeyler deneyerek ve tam ne istediğini anlamaya çalışarak geçiriyor. Ancak müzik ya da genel olarak sahne sanatlarında küçük yaştan itibaren bir disiplin ve adanmışlık gerekiyor. “İnan bana, ben de hala anlamaya çalışıyorum, o hiçbir zaman bitmeyecek. Ancak küçük yaşta başlayınca farkında olmuyorsun. Bir yarış gibi oluyor senin için. Aslında büyüdükten sonra idrak ediyorsun. Küçükken hevesle başlıyorsun, bir yola soktuklarında ilerliyorsun bir şekilde,” dedi. Bu disipline ve eğitime rağmen çok güzel bir çocukluk geçirmiş ama yine de etrafı yetişkinler ile çevrili olduğu için biraz daha çabuk olgunlaştığından bahsetti. Zaten nasıl davranması gerektiğinin hatırlatıldığı zamanlar da olmuş. “Bir keresinde Carnegie Hall’da konserinden sonra, bir besteci davet etmişti. Bir espiri yaptım, beni bozmuştu herkesin içinde çünkü öyle lakayıt davranılmaz gerçekten. O mesela bana bir ders oldu,” dedi. Hayatı o da bir 20lik olarak sorgulasa da müziğin hayatında yapmak istediği ve onu mutlu eden şey olduğunu biliyormuş. Zor bir yol seçmiş olsa da bu niteliğe sahip olduğu için kendini şanslı hissediyor. Keman dışında ut ve piyano gibi birçok farklı enstrüman çalabildiğini tam söyleyecekken kendini durdurdu: “öğreniyorum diyelim daha doğrusu, çalıyorum büyük bir söylem,” dedi. Belli ki Yiğit alçakgönüllü ve sınırlarını bilen biri. Yine de bu öğrendiği enstrümanlar arasında kemanın en zoru olduğunu söyledi. Zamanla da kolaylaşmıyormuş. Mersin’den İstanbul’a geçişinin onun ilerlemesinde ve kendini geliştirmesinde büyük bir adım olduğunu söyledi. “İstanbul Türkiye'nin kalbi. Büyük bir zıplama yeri oldu benim için. Oradan sonra da yolumu çizdim diyebilirim. Benim gözümü açtı İstanbul,” dedi. New York’a ayak basmak ise bambaşka bir deneyim olmuş. “Gerçek hayata açılış gibi oldu. Orada herkes iyi, sen ‘çat’ diye düşüyorsun. Ama öğrendik işte, bir şekilde hayatta kalıyoruz. Durursan kaybediyorsun öyle söyleyeyim,” dedi. Bu durmamanın onu yorduğunu, hatta bu nedenle durmadan hastalandığını söyledi. “Ama ne yapalım, buraya kadar gelmişiz burada durmak olmaz,” dedi gülümseyerek. Yeteneğin yanında çalışmanın çok önemli olduğunu paylaştı. “Yetenek dediğin nedir ki? Bir şeye yatkınlığın. 20li yaşlardan sonra yetenek hiçbir anlam ifade etmiyor. Çalışarak ve yetenek sayesinde kazandığın aynı miktar olsa da nicelik, nitelik farklı oluyor. O yüzden biri 3 saat çalışır yapar, ben 10 saatte yaparım ama o saatlerde farklı şeyler kazandığıma inanıyorum,” dedi. Eğitimine Manhattan School of Music’te başlamış ve Albert Markov'un öğrencisi olmuş. Lincoln Center’da Dünya Barış Orkestrasının ABD prömiyerinde baş kemancı olarak konser vermiş, Şef Jose Louis Gomes yönetiminde, Gençlik Filarmoni Orkestrası ile ünlü Carnegie Hall’da baş kemancı olarak çıkmış. New York’a gitmeyi tercih etmesinin nedeninin de “Hollywood effect,” olduğunu söylüyor. Küçükken izlediği Spiderman gibi çizgi filmlerin hepsi Manhattan’da geçtiği için bu şehir aklında kalmış. “Sonra okudukça, öğrendikçe dünya herhalde buradan dönüyor diyorsun. Yarışın olduğu yere gitmek istiyorsun. Ben bu şehri çok seviyorum gerçekten,” dedi. Sonrasında yüksek lisansı için The Juilliard School'a gitmiş. Bu dönemde Columbia Üniversitesi’nden ekstra pazarlama kursları almaya başlamış — bir müzisyenin seyircilerine ulaşabilmesi için kendini pazarlamayı bilmesinin önemli olduğunu anlattı. Ancak programı yoğunlaşınca aldığı bu dersi bırakmış. Uluslararası Waldo Mayo keman yarışmasında birinci olmuş ve Carnegie Hall’da David Gilbert yönetimindeki Senior Concert Orchestra of New York ile solist olarak konser vermiş. Bu kadar zor ve rekabete dayalı bir alanda başarılarının onu daha da kamçıladığını belirtti. Dünyanın her yerinden gelen, her yaştan müzisyen ile konser verirken kendine güvenin önemliden çok zorunlu olduğunu paylaştı. Genç biri olarak, kendini sorgulamak için pek alan olmadığını vurguladı. “Tecrübe ve güven ile alakalı. Eğer kendini küçük görüyorsan, seni sahneye çıkarmaları hata olur. Bunu kendini beğenmiş bir eda ile söylemiyorum, alçak gönüllü ama kendinden emin olman gerekiyor. Sahne başka bir şey, kutsal bence. Hafife alamazsın,” dedi. Sahne öncesi ritüelleri ya da totemleri yokmuş, daha çok anı değerlendirmeye çalıştığını söylüyor. Şaşırtıcı bir şekilde yapmaya çalıştığı tek şey konserden yaklaşık bir saat önce kestirmekmiş. Bunun onu hazır ve yenilenmiş hissettirdiğini söyledi. Heyecan verici anlarından önce böyle bir şeyi nasıl yaptığını sorguladığımda da bazı müzisyenlerin kuliste sebze doğrayıp çorba yaptığını söyledi. Şaka değilmiş. “Kendi alanıma baktığımda ben küçücük bir karıncayım aslında. Dünya çok büyük, herkese de bir yer var. O yüzden kimsenin sizi küçük hissettirmesine izin vermeyin,” dedi. “Tabii ben böyle konuşuyorum da hep böyle hissetmiyorum,” dedi gülerek. En sevdiği eserin Beethoven’ın 9. Senfonisi olduğunu söyledi — zaten genel olarak Beethoven ile “kafayı bozmuş” biriymiş. Beethoven’ın izinden gitmek, sadece çalmak değil besteler yapmak istiyor ve bir keman sonatı yazıyormuş. Hedefi de yazın kaydedip yurtdışı turnelerinde seslendirmekmiş. “Beste yapmak çok önemli çünkü kendinden bir şey bırakıyorsun. Çok özel. Üretici insanlar rol modelimdir,” dedi. Klasik müzik ile beraber caz, pop ve elektronik müziğe de ilgi duyuyormuş ve bu alanlara da açılmayı düşündüğünü söyledi. Klasik müziği o da kendi camiasındaki birçok insan gibi her şeyin üstünde görse de, münhasırlığına katılmıyor. Yiğit için klasik müzik en tepede, evet, ama bu demek değil ki sadece o müzik türü var olabilir. Zaten biraz da o anlayışı değiştirmek istediğini söyledi. “At gözlüklü insanlara karşı savaşıyorum. Artık dünya öyle değil yani dünya senle benim dünyamız, artık biz yönlendireceğiz,” dedi. Tamam o zaman, dünyayı değiştirmeye hazır mısınız?

Müziğin Peşinde: Yiğit Karataş

Temmuz 15, 2021

·

Makale

20'lik Cevher: Elif Murteza

Elif, pandemi döneminde kendini birçoğumuz gibi yogaya verenlerden. Ancak ağaç, savaşçı, aşağı bakan köpek pozisyonları için şekilden şekile giren ve zihinlerini dinginleştirmeyi hedefleyen çoğumuzun tersine Elif, yoga matı için paracord, ya da paraşüt, iplerden askılık yaparak kariyerinin tohumlarını ekmiş. Belirtmek önemli, kariyeri yoga ile yakından uzaktan ilgili değil. Ama dinginliği ve konuşurken yaydığı huzur, sanırım çocuk pozunda 30 dakikaya bedel. Elif Murteza , 1997 doğumlu bir İstanbullu. İstanbul Teknik Üniversitesi Cevher Hazırlama Mühendisliği mezunu. Sürdürülebilirlik ve sivil toplum projelerini desteklemek konusunda tutkulu, İtalyanca konuşabilen, sandalye tasarımına ilgi duyan, dinlemesi keyifli bir kadın. ACT İstanbul ’un da fikir-insanı, tasarımcısı ve kurucusu. Aynı zamanda 20'lik röportajında Zoom üzerinden ekran paylaşmamı rica edip, hazırladığı sunum üzerinden beni yürüten tek Alıp Başını Gidenimiz. Elif Murteza Üniversitede ne yapmak istediğini bilmese de ona iyi şeyler katabileceğine inandığı ve güzel bir okul olduğunu bildiği için İstanbul Teknik Üniversitesine yazılmış. Nitekim, geriye dönüp baktığında okul döneminin çok keyifli, hocalarının da inanılmaz olduğunu paylaştı. Cevher Hazırlama Mühendisliği bölümüne tesadüfen girmiş olsa da, değerli madenlerin çıkarıldıktan sonra endüstriyel hammadde haline getirilme sürecini öğrendiği bu bölüm ona özellikle geri dönüşüm ve atık değerlendirme konularında çok yardımcı olmuş. Çoğu kişinin bilmediği bir bölüm olması — hatta babaannesi, Elif cevher hazırlama mühendisliği kazandığında, etrafındaki arkadaşlarına ‘ bizim kız da takı tasarım okuyacak ’ diye anlatmış — hoş bir sohbet konusu haline gelmiş. Üniversitede son stajını cama duyduğu ilgi ile Şişe Cam'da yapmış. Sabah 5:45’de Levent’ten alınıp, Tuzla'daki ofise bırakılıyor, dönüşte de ancak eve akşam 19:30 civarı varıyormuş. Yolda geçirdiği bu vakitte, yapabileceği başka şeyleri düşünüyor ve çoğu 20liğin kafasında beliren soruyu kendine soruyormuş: “'Niye duruyorsun?” Elif, stajından zevk almış olsa da kendi projelerini gerçekleştirmek istediğini anladığında “ niye duruyorsun? ” sorusu onu ACT İstanbul konusunda harekete geçiren faktörlerden biri olmuş. Tabii bu sorudan daha önemli olan bir anneanne faktörü de var. ACT pandemi sürecinde başlayan bir proje. Yoga matını taşımak için askı yapma fikri ile paracord iplerle tanışmış, yaptığı birkaç askıyı da arkadaşlarına dağıtmış. Pandemi nedeni ile görüşmeleri kısıtlanan ve evde sıkılan anneannesine yaptığı ziyaretlerden birinde, ondan çanta yapmasını rica etmiş. Anneannesinin ördüğü çantaya bayılmış ve ona paracord ipleri vererek bu iplerden aynısını yapıp yapamayacağını sormuş. Elif'in anneannesinin normal iplikten ördüğü çanta. “O da bana hiç unutmadığım bir cümleyi söyledi, ' bu ipler ile yapmanın imkanı yok. Olmaz, çok kalın. Mümkün değil ’.” Paracord ip ile çalışmak istemesinin nedeni, alışılagelmiş pamuklu ya da yün iplerden uzaklaşarak bir farklılık yaratmakmış. Bu duruş, ACTin take a step out of boundaries yani sınırlarının dışına bir adım at sloganı ile çok uyumlu. Hem daha önce yapılmamış örgü tipleri kullanmak, hem de çok görülmemiş, sınırları zorlayan çantalar olmasını istediğini söyledi. İnatçı bir kadın olduğunu söylediği anneannesini de sonunda denemeye ikna etmiş. İlk deneme biraz yamuk yumuk olsa da, Elif, bir potansiyel görmüş. Tasarım giderek oturmuş, çantaların içine de su geçirmeyen keseler koymaya karar vermişler. Paracord iplerle yaptıkları ilk çanta örneği. “Aslında tamamen anneannemin bana bir çanta yapması ve benim paracord ipleri keşfetmem ile oldu,” dedi. Bu işbirliği de aslında büyüklerin bilgi, birikim ve yetkinliği ile genç nesillerin yenilikçi fikirleri ve olasılıklara bakış açılarının bir araya gelmesi ile ortaya çıkabilecek heyecan verici şeylerin bir örneği — nesiller arası işbirliği ile güçlü ve güzel projeler gelişebiliyor. Nesiller ACT’in kimliğinin büyük bir parçası. Yeraz Gökbaş tarafından tasarlanan logolarındaki pembe, yeşil ve turuncu renkli figürler farklı jenerasyondaki kadınları temsil ediyormuş. Kendini yeşil, anneannesini de turuncu figür olarak gördüğünü söyledi. Pembe figürler ise anneannesi ve kendisinin arasında bulunan ve çantaları üretmek için beraber çalıştığı kadınlarmış. İşler gelişmeye başlayınca, anneannesini daha fazla yormamak adına başka kadınlar ile çalışmaya karar vermiş. Eskiden evlerine gelen ama pandemi yüzünden paraya ihtiyacı olsa da kimseye gitmemeye karar veren Arife Abla da bu iş için biçilmiş kaftan olmuş. Arife Abla’dan arkadaşlarını toplamasını ve beraber bu çantaları yapmak isteyip istemeyeceklerini sormuş. “İnanılmaz mutlu oldular. Hep beraber toplanarak bu çantaları üretmeye başladılar. Evde çocuklarının yanındayken aynı zamanda para kazanabilmeleri onlar için büyük bir imkan oldu. Böylelikle kadınlara iş imkanı sunmuş olduk,” dedi. ACT’te aktif olarak 7 kadın çalışıyor. Her satıştan kazanılanın yüzde 30-40’ını alıyorlarmış. Ürünler geliştikçe ve marka büyüdükçe de, bu oranın giderek arttığını ve artmaya devam edeceğini ekledi. Yeni ürünleri konuşmak için ev ziyaretlerine gidiyor, ya da onların önerdiği yerlerde buluşuyorlarmış. ACT Istanbul “Bazen hiç beklediğimden çok daha güzel şeyler çıkıyor, bazen olmayan şeyler de oluyor. Üretim böyle bir durum zaten ama genelde beni çok şaşırtıyorlar. Çok şanslı olduğumu düşünüyorum,” dedi. Elif renkleri, şekilleri, yapılabilecek projeleri üstleniyor. Neredeyse her gün kendisine ayırdığı 1 saatlik üretim süresinde eline iplikleri alıp yeni fikirler düşünüyor. Ardından anneannesi ile bu fikirleri nasıl hayata geçirebileceklerini konuşuyor. Yapım aşamasında da kadınlar ile çalışıyor. Üç kuşak bir araya gelince arada zorlandığını söylese de, Elif de iletişim becerilerini giderek geliştirdiğini ve güzel bir üretim süreci olduğunu söyledi. İşler giderek büyüdüğü için, tam kapanma döneminde bünyelerine proje sorumlusu olarak Pınar'ı dahil etmişler. Pınar da aslında ACT’in 3 nesillik kadın grubuna, 2000 doğumlu olarak yeni bir jenerasyon daha katıyor. Üretirken tüketmek bağlamında Elif, ACT’in atık seviyelerinin çok az olduğunu söyledi. Kalan ya da var olan her şeyi başka projelere aktarıyorlarmış. Çantalardan kalan iplikler ile Farklılıklarımızın Renkleri adını verdikleri anahtarlıklar üretmişler. Yeni yıl koleksiyonları için ise artan yeşil ipleri ve yanlış üretilmiş kırmızı ayakkabı bağcıklarından çam ağacı süsleri yapmışlar. “Hiçbir şeyi atmadan, her şeyi değerlendirebilirizin kanıtı,” dedi. ACT Istanbul Bununla beraber ürünlerinde dolarla alındığı için her gün pahalılaşsa da, geri dönüştürülmüş polyester iplikler alıyor hem de ip üreticileri ile yapmış olduğu anlaşmalar sonucu onların deadstock ya da arta kalan ipliklerini değerlendiriyorlarmış. 2020 Kasım’da yoga mat askıları olarak başlayan yolculuğu, yaklaşık 1 yılda hızla büyüyen bir markaya evrildiği için durmadan kendine sakin olması gerektiğini hatırlatıyormuş. 24’ünde olduğu gibi, daha sonraki yaşlarında da yeni fikirler üretecek enerjide olmayı umuyor. Zaten, Elif’in gelen işbirliği teklifleri ve yeni proje fikirlerinden bahsederken gözleri parlıyor. Yaptığı işten zevk alan insanlar görmek çok keyifli. “Yavaşlamak hiç benlik bir şey değil. Yapabiliyorsak neden daha fazlası olmasın,” dedi. ACT Istanbul Elif’in gelecek planlarında tasarım (hatta belki sandalye tasarımı) üzerine eğitim almak, bir yaz İngilizce öğretmenliği yaptığı İtalya’ya yerleşmek ve sınırların dışına çıkmaya devam etmek var. İnsanların ‘ bundan bu olur mu ya? ’ dediğini duymak istiyormuş. “Çoğumuzun sınırları var.Bardak porselen olmalı, cam kumdan yapılmalı. Belki de başka şeylerle yapıldığında çok da ilginç olabilir. Çok güzel ve kullanışlı olabilir. Neden olmasın?” Olacak kelimesi Elif için çok önemliymiş. Kendini sorguladığında, ‘olacak mı acaba?’ dediğinde hep durup kendine: olacak dermiş. Olacak. İnanın olacak.

20'lik Cevher: Elif Murteza

Kasım 11, 2021

·

Makale

Sevdiğinin Peşinden: Simge Çetiner

Şimdi hep beraber hayal edelim. Bir bahçede yeşilliklerin içindesiniz. Hava yavaş yavaş kararmaya, sıcak turuncu tonlarından, koyu mavilere dönmeye başlıyor. Bir masa etrafında oturuyorsunuz, müthiş bir sohbet dönüyor. Çakmak ya da kibrit — neyi tercih ediyorsanız, ben kibritçiyim — alıp masanın üstündeki mumları yakıyorsunuz. Ortam yumuşuyor. Keyifler yerinde. Bu ortam Simge’nin mum yakmak için ideal senaryosu. Gerçi, mum yakmak için misafir ya da özel günleri beklemenin gerekli olduğunu düşünmüyor. Bu yüzden de her zaman masasının etrafındaki 3-4 mumu yakar, geceleri öyle çalışırmış. Simge Çetiner , 1997 yılında doğmuş bir Istanbullu. Zoom buluşmamızdan anladığım kadarı ile harika göz kalemi çekiyor ve küçük işletmeleri desteklemeyi önemsiyor. Bu kadar mumdan bahsettim, tabii ki bir nedeni vardı: Simge aynı zamanda Soi Candle ’ın kurucusu, mumcusu, her şeyi. Küçüklüğünden beri çizim yapabileceği ve yaratıcı olabileceği bir işte çalışmak istiyormuş. Ancak bu istek mumdan önce modaya doğru evrilmiş. Annesinden ayrı büyümüş olsa da halası ve babaannesinin onunla çok ilgilendiğini paylaştı. “Halam bir defter koyarmış önüme ben yapıştırıcı ve iplerle desenler oluştururmuşum. Halam onları hep saklamış,” dedi. Nişantaşı Rüştü Uzel Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde kadın giyimi okumuş. Burada kadın giyiminde terzilik, dikiş, kalıp alma gibi temel bilgileri edinmiş. “Lisede babama dediğim şey şuydu: ben ikinci sınıfta bölüm değiştireceğim. İstemiyorum, tasarım yapmayacağım. Sonra ikinci sınıfa geçtim, meslek derslerini gördüm, hocalarım tatlı kadınlardı çok sevdirdiler,” dedi. Lisede çok arkadaşı olmadığını, aynı zamanda özellikle o yaşlarda çok hırslı bir kişiliğe sahip olduğunu söyledi. Hırsının ona verdiği zararları üniversiteden sonra anlamış. “Sanki ben o işi o anda yapmazsam dünyada kimse yapamazmış gibi geliyordu. Sonra zamanla öğrendim ki ben olmadan da işler çok rahat bir şekilde dönebiliyor, çark yürüyor. Erkek arkadaşım beni bu konuda çok cesaretlendirdi. Soi Candle’ın yolunu bulmasında çok yardımcı oldu. Büyüdükçe deneme yanılma yöntemine daha çok inanmaya başladım,” dedi. Lisedeyken aynı zamanda İSMEK’de kalıp kursuna gitmiş. Yani lise eğitimi ile yaklaşık 550 saatlik bir kursu beraber götürmüş. “İki lise gibiydi,” diye ekliyor Simge. Ne demiştim? 20likler duramıyor. İSMEK kapsamında Brezilya’da tüm mesleklerden genç yeteneklerin yarıştığı bir yarışmaya yollanmış. Türkiye’den yollanan ilk lise öğrencisiymiş — genellikle çoğu kişi üniversiteli oluyormuş. Brezilya’da geçirdiği üç haftayı “inanılmaz” olarak özetliyor. Bu yaşında gitse daha çok kazanımı olacağını düşünse de, 17 yaşında bile yarışmadan döndükten sonra insanların saygısını kazandığını gözlemlemiş. “Eğitim ve gittiğiniz yer insanların sizi nasıl gördüğünü etkiliyor,” dedi. Üniversiteye geçmeden önce, Istituto Marangoni’de burslu olarak ürün tasarımı eğitimini tamamlamış. Burada tekstil üzerine geliştirilebilecek doku ve katman tasarımlarına odaklanmış. “Şans mı, kader mi bilmiyorum. Yönlendirmelerle gelişti. Sevdim, sevdiğim şeyin de peşinden gittim,” dedi. Liseden sonra eğitimini Marmara Üniversitesi’nde tamamlamış. Üniversite stajında Özgür Masur ile çalışarak hayallerinden birini gerçekleştirmiş. Bu deneyimin hayatında maddi ve manevi olarak bir dönüm noktası olduğunu paylaştı. Ardından İstanbul Moda Akademisi’nde yüksek lisans yapmış, bir giyim mağazasında koleksiyon yönetmiş. Bir süre sonra daha stabil ve sakin bir meslek istediği için kurumsala geçmiş, bilindik bir markanın erkek klasik bölümünde çalışmaya başlamış. Bir süre sonra modanın onu bunalttığını söyledi. Özellikle kurumsala geçişi ve pandemi çakışınca çok yalnız hissetmiş, kurumsalın “pandemide girebileceğin en sağlam yere girdin. Çıkarsan işsiz kalırsın,” algısı yüzünden zoraki olarak bir süre işe gitmeye devam etmiş ve sonra işi bırakmış. Yılın başında Mumto adlı hesabı keşfetmiş — şu an kurucusu Damla ile çok yakın arkadaş olduklarını ekledi. Damla ile mum yapımı üzerine konuşmuşlar, Simge de mum yapıp çevresine vermeye başlamış. Herkes de onu satması için desteklemiş. Farklı tarzlar deneyerek, çiçek desenlerine ve şamdan mumuna kaymış. Satışları giderek artmış, hatta evde yetişememeye başlamışlar. Babasının “vay be sen baya mumcu oldun,” dediğini söyledi gülerek. “Sonuçta kimse okuduğu işi yapmıyor,” diye ekledi. Böyle bir yola girme cesaretini nereden bulduğunu sorduğumda, pandemi döneminde küçük işletmelere verilen desteğin artışından bahsetti. Elinden çıkan bir şeyi paraya dönüştürme fikri hoşuna gitmiş. Ayrıca işinden mutsuz olduğu dönemde kaybedecek bir şeyi olduğunu düşünmüyormuş. “Üretmeye küsmedim. Yaşamak zorundasınız, para da kazanmak zorundasınız. Su yolunu buluyor,” dedi. İngiltere’deki gül bahçelerini, dönem dizilerini, romantik dönemi andırmasını istediğini paylaştığı mumlarında doğal esans, pigment gibi doğal malzemeler kullanmaya dikkat etse de bazı ürün gruplarında parafin kullanmaya mecbur kaldığı için hiçbir şeye 100% doğal demediğinin altını çizdi. Sürdürülebilirlik ekseninde, babası da tekstil işinde olduğu için iş yerindeki kağıt ruloları, kumaşlardan ayrılan kağıtlar gibi temiz atıkları paketlerinde kullanıyormuş. Artık bir sisteme oturttuğu üretim sürecinde halası yardımcı oluyormuş. “Zamanla anladığım bir şey var. Üniversitede tek aldığım düşük not grup olma kültürüydü. Hayatım boyunca hep tek başıma ve ben merkezli çalıştım ama ilk defa başka insanların desteğini görerek Soi Candle’ı kurdum. Birlikten kuvvetin doğduğunu hayatımın 20’lik döneminde öğrendim,” dedi. Bu birlik Türkiye’den çıkıp okyanuslar aşıyor. Online siparişleri ile beraber Avustralya’da bir müşteri ile çalışıyor, onun pop-up dükkanına da mum hazırlıyormuş. Trendyol’da mum yapımı üzerine eğitimler veriyor, mum yapımının daha erişilebilir olmasını istediğini söyledi. “Ben bunları eğitimsiz, kendim çözdüm. Atom parçalamıyoruz, mum yapıyoruz sonuçta. İnsanlar hobi olarak yapmak istiyorlar, yapsınlar. Her eğitim ücretli olduğu için gelişemiyoruz, o yüzden ben olabildiğince paylaşmaya gayret gösteriyorum,” dedi. Gelecek planlarında yurt dışına açılmak, kendi atölyesini açmak ve sürekli çalışabileceği biri bulmak var. Aynı zamanda küçük işletmelere destek olmak istiyor — bunu söyledikten sonra çeşitli dükkanlardan aldıklarını gösteriyor. 20’li yaşların cesaret dolu yaşlar olduğunu söyledi. “20’lerinden sonra insanlar ya keşke diyor ya iyi ki diyor, ben iyi ki diyen tarafta olmak istiyorum. Bir süredir de iyi ki diyorum ve umarım ilerde de böyle demeye devam ederim.” İyi kilerinizin, keşkelerinizden bol olması dileğiyle.

Sevdiğinin Peşinden: Simge Çetiner

Ekim 14, 2021

·

Makale

'Komik mi?': Vicotüco'nun yaratıcıları Sinan Kutluay ve Mert Avcı

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. Sinan Kutluay ve Mert Avcı ’nın arkadaşlıkları 2007 yılında, daha sadece 7.sınıftayken, İstek Acıbadem’de tanıştıkları insanları taklit etmeleri ile başlamış. Bu ortak noktaları sayesinde “takılmaya” başlamış, kendi söylemleri ile bir “çete” kurmuş ve kendi dillerini yaratmışlar. Derslerde yarattıkları alfabe ile birbirlerine not atıyorlarmış. 8. Sınıfta ilgileri müziğe kaymış. Birbirlerinin evlerine gidip Nirvana konserleri izleyerek ünlü olma hayalleri kurmaya başlamışlar. Lisede Mosquito adında bir grup kurup “grunge” grupların coverlarını yapmaya ve konserler vermeye başlamışlar. “Sürekli hayal kuruyorduk aslında. Müzikten çok hayal üstüne ilerledi. Çok küçüktük, yani 15-16 yaşında falandık. Birbirimizi sürekli gazladık,” dedi Mert. Bu deneyimleri solo müzik projelerini beslemiş. Sinan’ın, sinanılmaz adında bir müzik projesi var. Boşver adlı dördüncü teklisinin video klibi geçtiğimiz Temmuz yayımlandı. Bununla beraber animasyon, illüstrasyon alanlarında üretiyor. Marmara Üniversitesi’nde grafik tasarımı öğrencisi ama bırakmak istiyor. “Annem izin verirse bırakmayı düşünüyorum,” dedi gülerek. Sinan Kutluay Mert, Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı mezunu. “Ben bitirdim,” diyor Sinan’a bakarak. Mert’in kendi solo müzik projesi kapsamında Balıklar Uyumazlar adlı şarkısı bu sene çıktı. Müzik ve animasyon üzerine bir kariyer yapmaya çalıştıklarını söyledi. Solo projeleri ile ilk uğraşmaya başladıklarında Mert şarkısını hangi platform üzerinden çıkaracağını bilmediği için Sinan, kendi labellarını başlatmayı önermiş ve Lordlar Sofrası ’nı başlatmışlar. “Lordlar sofrası, ilk önce kendimizin ve çevremizdeki sanatçıların aynı çatı altında toplanmasını sağlamak amaçlı kurulmuş bir yapıydı. Aynı zamanda müzik yayınlarımızı bu isim altında sürdürüyorduk. Daha sonra bu oluşumun bir label olması durumundansa bir kolektif olarak kalmasına karar verdik. Şimdi de bu isim altında yaratıcı içerikler, animasyon projeleri yapıyoruz. En çok bilinen projeleri Vicotüco ise 2019 yılında başlamış. Aralarında biriken espiriler, geyikler, taklitler ve konuların bir araya geldiği bu animasyon kanalı, arkadaşlarına gülmeleri için attıkları ses kayıtları olarak başlamış. Bir gün Rick and Morty’nin yaratıcısı Justin Roiland’ın demo animasyonlarıyla ilgili bir YouTube videosunu bulmuşlar. Bundan ilhamla ses kayıtlarını kağıtlara çizip fotoğraflamaya, bir akışa koyup seslendirmeye başlamışlar. Sesleri ve müzikleri beraber kaydediyorlar, Sinan üstüne çizimleri yapıyor, Mert de kareleri düzenleyip hesaplarına yüklüyor. Mert Avcı “Taklit yeteneğini seslendirmelerde kullandık. Müzikten gelen birikimi, çizimi, fikirleri, espirileri ve aramızda olanların hepsini birleştirip vicotücoya taşıdık,” dedi Sinan. Vicotüco çok yönlü bir animasyon kanalı. Türkiye ve dünya gündemi ile ilgili tefsirler de var, Sinan ve Mert’in 14 yıllık arkadaşlığının ürünü olan komik anekdotlar ve espiriler de. Zaten bu ikisi arasındaki dengeyi çok güzel koruyorlar. Sadece gündemden bahseden bir kanal olmak istemiyorlar ama kimi zaman eleştirilmesi ya da gülünmesi gereken konular olduğunu paylaştılar. Türkiye’de yaşayan gençler olarak bazen konular üzerine yorum yapmak üzerine bir sorumluluk hissettiklerini söylediler. Bu tür paylaşımlarındaki filtre de onlar için hep aynı soruya geliyor: “Komik mi?” “Vicotüco için ürettiğimizde bir fikir buluyoruz, zaten çocukluğumuzdan beri geyik yaptığımız için o fikri nasıl yaratırız diye konuşuyoruz. Biraz Türkiye'nin içinde bulunduğu durum yüzünden baya törpüleyerek, bir noktada otosansür mekanizmalarıyla ama bazen de hiç sansürlemeden 'ne olacaksa olsun' diye koyuyoruz,” dedi Sinan. Mert, alışılmış bazı düzenleri ve sınırları kırmanın önemli olduğunu ekledi. “Anlatmaya çalıştığımız şeyin etkili olduğunu düşünüyorsak çoğu zaman yapıyoruz çünkü yapmaya yapmaya toplum olarak bir şey deme korkusunu normalleştirdik. Biz demeye başlayınca insanların motive olduğunu, etkilendiğini görmek bizi de iyi hissettiriyor ve besliyor,” dedi Mert. Vicotüco’nun politika ve gündeme yaklaşımı birazcık kendimize ve olanlara gülebilmek üzerine. Zaten, bence gülmezsek ağlayacağımız bir durumdayız. O yüzden önemli bir ihtiyacı karşılıyorlar. “Tarihte her zaman baskının olduğu yerlerde daha çok üretim olmuş çünkü otoriteye ya da herhangi zorbalığa karşı savaş vermek sanatın doğasında olan bir şey,” dedi Sinan. Genel olarak üretirken politik olsun olmasın, baskıdan ve stresten fikir bulduklarını söylediler. Sanatçı olarak kendi kültürlerine hizmet etmeye çalışmanın en büyük motivasyon kaynağı olduğunu paylaştılar. Vicotüco için üretim süreçleri şu ana kadar yaptıkları grup ve tekli projelerden çok farklıymış. Müzik için çok organize ve planlı bir yol izlemeye çalışmışlar. İşe yaramadığında da motivasyonlarının düştüğünü ve yorulduklarını fark etmişler. Mert’in deyişi ile “tanrı bir iş” olmadığını, büyük prodüksüyonlara, profesyonel ekipmanlara ve paraya gerek duymadıklarını görmüşler. Üretim süreçlerinin, 10 yılı aşkın süredir beraber üretmekten gelen bir anlayış sayesinde çok hızlı ilerlediğini söylediler. “Çok basit düşünerek insanlara çok doğrudan ulaşılabileceğini öğretti bize bu proje,” dedi Sinan. Vicotüco’nun birçok farklı yöne gidip, farklı projelere evrilebileceğini düşünüyorlar. Bu film ve dizi de olabilir, “bale şovu” da. Kısa film tadında daha kapsamlı animasyonlar yaptıkları bir animasyon oluşumu kurmuşlar. Arada freelance işler yaparak ekstra para kazanıyorlar ama başka bir işe girmek istemiyorlarmış — Mert yapmak istediklerinin bu olduğunu ve bir “kırılma noktasına” yaklaştıklarını hissettiklerini söyledi. “Öyle bir konuma getirdik ki kendimizi artık bunu yapmak zorundayız gibi bir şey de oldu. Bir yere girip çalışabiliriz tabii ki ama bunu yaparsak hiçbir hayalimizi gerçekleştiremeyeceğiz. Anlatmak istediğin bir şey olduğu zaman o bırakmıyor peşini. Bir ışık gördüğümüz için bırakmıyoruz,” dedi Sinan.

'Komik mi?': Vicotüco'nun yaratıcıları Sinan Kutluay ve Mert Avcı

Eylül 30, 2021

·

Makale

Modanın Sendikacısı: Eylem Başar Söğüt

Alıp Başını Gidenler, 20’li yaşlarında üreten, yeni şeyler deneyen, seslerini duyuran/duyurmaya çalışan sanatçı, yaratıcı, akıllı, yenilikçi, girişimci, aktivist arkadaşlarımızın yeri. Burada olabilmeniz için dahi olmanız ya da çocuk aktör olmanız gerekmiyor. Kendiniz olun yeter. The Castingkiller , Türkiye'deki ilk street casting ajansı. Sokakta insanları keşfetmek üzerine işleyen bu casting modeliyle Castingkiller , moda endüstrisinin Avrupai ve standart güzellik anlayışından uzaklaşmayı ve insanların farklılıklarını kutlamayı misyon edinmiş. Modanın herkes için olduğu inancı ile, ırk, din, kilo, yaş demeden farklı modeller ile çalışan bir ajans. Bu bütüncül topluluğa dahil yaklaşık 200 model, bu ekibin başında ise Castingkiller’ın kurucusu Eylem var. Eylem Başar Söğüt 1996’da Bursa’da doğdu. Yaklaşık 16 dövmesi ve Bella adında bir kedisi var. Bursa Anadolu Kız Lisesi Kız Bandosu’nun 1.60 boy ile en kısa boylu bando şefi olmasını ve 150 kişilik bir bandoyu 4 sene boyunca yönetmesini ilk liderlik vasfı olarak görüyor. İstanbul Üniversitesi İngilizce Siyaset ve Kamu Yönetimi bölümü mezunu. Anne tarafı Çerkez, Baba tarafı Ardahanlı. “Doğu batı sentezinin böyle mükemmel bir karışımıyım,” dedi. Annesi de ve babası da sendikacı. Sendikacılık yaparken tanışıyorlar, Eylem bunu “devrimci birlikteliği” olarak görüyor. Eylem’in hayatında verdiği kararların bu devrimci kanından geldiği çok açık — zaten adı Eylem Başar olan birinden bahsediyoruz. “Eylem yapmak yetmez başarman lazım düşüncesi ile konmuş bir isim,” dedi gülerek. 7 yaşındayken Anayasa Mahkemesinde çalışmanın hayalini kuruyor, hakim olmak istiyormuş. O dönemler kendini çok çalışkan bir öğrenci olarak tanımlıyor. Bu yüzden okulda birçok insan tarafından zorbalığa uğramış, dayak yemiş. Kendini bu dönemde çok yalnız hissettiğinden değişmeye karar vermiş, kendi deyimiyle daha “marjinal” birine dönmüş. “Kendimi çok değiştirdimi farkettim insanların bana kötü davranışlarından dolayı. Zorbalık Türkiye'de pek anlatılmayan bir konu ama ne yaparsan yap tipin için karakterin için zorbalığa uğrayabiliyorsun,” dedi. Üniversitede Murat Küçük’ün yönetmenliğini üstlendiği bir müzik klibinde figüranlık yapmaya gitmiş. Burada işin biraz arkaplanını gözlemleme şansı bulmuş, 16 saat süren çekimde Eylem (yönetmen ve yapımcı dışında) çoğu kişinin figüran ve modellere kötü davrandığını gözlemlemiş. Castingkiller’ın tohumları da burada ekilmiş. Casting için biçilmiş kuralları tanımadığı, çalışma şartlarının düzeltildiği, farklılıkların kutlandığı, ruhu olan yüzler ile çalıştığı bir model yaratmış. Yani o dönemki casting anlayışını öldürmeye karar vermiş. (Eylem ortada pembe elbise ile, etrafında Castingkiller modelleri) “Geçen taksici bir amca mesaj atmış bana, ‘ben taksiciyim ama kızım sizi gösterdi ben de manken olmak istiyorum’ diye. Bu bence çok büyük bir şey çünkü dünyanın çoğu yerinde moda binde birlik kısma hitap ediyor. Kendine benzemeyen birinin, asla paranın yetmeyeceği kıyafetler giydiği fotoğraflara bakıyorsun,” dedi. Modanın halka hitap etmesini önemli buluyor. Zaten günümüzde birçok büyük marka streetcasting’e yöneliyor. İlk klip deneyiminde 1 saniye bile görünmese de Murat Küçük onun Funda Arar’ın bir klibi için casting yapmasını istemiş. İlk başta yapımcı şirket 21 yaşında genç bir kadın olarak Eylem’i istemese de Murat Küçük arkasında durmuş. Böylece Eylem 30 tane istenilen marjinal profile uyan kişi bulmuş ve sete getirmiş. Bu başarısından sonra onu başta istemeyen yapımcı şirketi ona “Eylem Hanım” demeye başlamış. Bu girişinin ardından Türkiye’de aklımıza gelebilecek çoğu ünlünün kliplerinin castingini yapmış. Bu başarısının ardından reklam ajansları ile de çalışmaya başlamış. Üniversiteden mezun olduğunda cumhurbaşkanları ile zirveler yapan Uluslararası İşbirliği Platformu’nda zirve koordinatörü olarak çalışmış. Genç yaşında dünyanın birçok yerinden cumhurbaşkanları ile tanışma fırsatı yakalamış. Daha sonra Amerikalı bir start-up şirketinin bölge direktörü rolünü üstlenmiş. Ancak bir süre sonra tam zamanlı Castingkiller’a odaklanmaya karar vermiş. (Eylem pembe elbise ile, etrafında Castingkiller modelleri) Ailesi siyaseti bırakmasını ve iş veren olmasını istememiş. Moda da onlara uzak bir konuymuş ancak Eylem’in güzellik kurallarını yıkmak ve modadaki ırkçılığa karşı çıkmak için çalıştığını görünce çok gurur duymaya başlamışlar. Yaptıklarını annesi Eylem’den daha fazla paylaşıyormuş. Zaten Eylem’in içindeki o siyasetçi, örgütleyici insan da hala çalışıyor. “O kadar ideolojik bir yerindeyim ki moda alanının. Ütopik standartlarI yıkmaya çalışıyorum ve siyasetten uzak hissetmiyorum açıkçası,” dedi. Günümüzde bilinen uluslararası bir markanın bütün beden ve ırktan insanları dahil etmeden bir kampanya yapması çok zor — halk markaları bu konularda eleştirebiliyor. Eylem Türkiye’de bu kapsayıcılığın eksikliğini iki şeye bağlıyor; Yeterince uluslararası markamız yok. Türk halkı genel olarak kendini model olabilecek bir ırk olarak görmüyor. “Toplumda çoğu kişinin ‘benden manken olabilir’ düşüncesi yok. Şu an streetcastingi çevrimiçi yapıyorum daha çok, insanlar başvuruyor. Ancak bundan iki sene önce insanları tek tek sokaktan bulduğum zaman herkes bana ‘dalga mı geçiyorsun, dolandırıcı mısın?’ gözüyle bakıyordu. Kendileriyle ile ilgili öyle bir şey düşünmüyorlar ki, bana inansın,” dedi. Eylem’in kapsayıcı modellik anlayışını Türk müşterilere kabul ettirmesi de biraz zaman almış. Dünyaca ünlü Vogue’un ve ID Magazine ’in kapaklarına ilk defa Türk ve ünlü olmayan modeller çıkarttıktan sonra Türkiye’de reklam, klip ve moda işleri artmış. ID Magazine x Vaqar - 2021 w/ Pelin Kaçar “Türkiye piyasası benimle çalışmıyordu ama dünyaca ünlü dergilerle ve isimlerle çalışınca buradaki herkes bu sefer bir anda kabullendiler beni ve yaptığım işin değeri sonra anlaşıldı,” dedi. Ancak işin kendisinde bitmediğini vurguluyor. Eylem sadece insanları bulan ve çeşitli işler için önerilerde bulunan kişi. Günün sonunda bu değişimi ileri taşıyacak, sürdürülebilir kılacak son kararı veren marka sahipleri, fotoğrafçılar ve prodüksiyon ekibi. Vogue Italia - 2021 w/Carl Van Der Linde Ekrana bakmaktan 3 numara olan gözlerine biraz rahatlık vermek için saat 12’ye kadar olan süreyi spor yapmaya ve resim çizmeye, kısaca kendi ile olmaya ayırıyormuş. Hayatının iş olduğunu, arkadaşlarının bile işinden tanıdıkları olduğunu söyledi. Kendi işini kurmuş ve severek yapan bir 20lik olmanın dezavantajı da bu; duramıyorsunuz. Kendine ayırdığı zamandan sonra tüm günü masa başında geçiyor; markalara sunumlar yapıyor, web sitesini güncelliyor, sete ya da toplantılara gidiyor, modeller ile iletişimde kalıyor, müşterilere casting yapıyor ve modellere yapmaları gerekenleri öğretiyor. Tüm bunları da tek başına yapıyor. Dilara Fındıkoğlu x Vogue US -2020 “Charlie'nin Melekleri gibi bana mesaj geliyor, şu tarihte model ihtiyacımız var kimler olabilir ben de tık tık tık hemen bunlar uygun, bence şu kişileri alın çünkü sizin kitlenize hitap ediyor diye öneriyorum. Sonra modele şurada setin var git diyorum. Çok telefon bazlı bir iş,” dedi. Hatta Eylem en son telefonunu ne zaman kapadığını hatırlamıyor. İşi yüzünden dijital bağımlılığının olduğunu söyledi. Kendinden ödün verince çok rahat geçinebileceğini ancak bunun onun ideolojisine çok ters olduğunu söyledi. O algıyı değiştirmek istiyor. Ütopik güzellik standartlarından uzaklaşsa da, farklılıkların kabul gördüğü, çalışma standartlarının eşit ve kaliteli olduğu ütopik düşüncelerden kopmuyor. Grevli işçisi olan ya da genel olarak beğenmediği markalarla para için bile çalışmıyormuş. “İyi bir iş veren olmak önemli. İhtiyacım olan her şeye sahibim dahasında da gözüm yok. Insanları da sömürmek istemiyorum,” dedi. Bazıları genç yaşında bunları nasıl başardığını sorgulasa da, Eylem bu noktaya kendi tırnakları ile kazıyarak, parasını kazanıp şirketine yatırarak, hayal kurarak, alışılmış düzeni değiştirmeyi amaçlayarak, kendi emeği ile geldiğini söylüyor. Başkalarının kötü sözlerine, eleştirilerine ve zorbalıklarına da artık kulak asmıyor. “Kendi kişiliğimi asla değiştirmem artık. Utandığım, arkasında duramayacağım hiçbir şey yok,” dedi. Evet, çünkü biz neysek oyuz. Ve bundan daha özgürleştirici bir his yok.

Modanın Sendikacısı: Eylem Başar Söğüt

Eylül 16, 2021

·

Makale

Sahnenin Arkası: Ahsen Eroğlu ve İlayda Elhih

Ağustosun son haftalarında Üretim Kaydı ’ndan bildiğiniz Ece ile heyecanlı mesajlaşmalar ve olması gerektiğinden daha uzun sesli mesajlar ile bir podcast bölümü planladık. Ece mikrofonda ona eşlik etmemi teklif etti. Onun bu kibar daveti sayesinde Sardunya filminin yanı sıra üstlendikleri farklı rollerden tanıyor olabileceğiniz Ahsen Eroğlu ve İlayda Elhih ile çevrimiçi bir Zoom ‘rakı sofrasında’ buluşma fırsatı yakaladım. İlayda ve ben yeni bir yere taşınmanın, Ece ve Ahsen de yoğun çalışma tempolarının getirdiği yorgunluğu üstümüzden silkeleyerek bir araya geldik. Doğrusu üretim süreçlerinden, geçtikleri yollardan ve ‘genç’ olmaktan bahsetmeye başlayınca yorgunluk falan da pek kalmadı. Yaptıkları işten zevk alan insanlarla konuşmak çok keyifli. Ahsen ve İlayda Sardunya ’nın setinde tanışmışlar. Sardunya İlayda’nın canlandırdığı Defne karakterinin babasının felç geçirmesi sonucu memleketine dönmesi ve babası ile arasındaki zorlu ilişkisini gözden geçirmesi ile ilgili bir film. Filmin üretim süreci ile ilgili okumak isterseniz, Üretim Kaydı’nın filmin senaristi/yönetmeni Çağıl Bocut ve yapımcısı Çağlar Bocut’u konuk aldığı bültene göz atabilirsiniz. (İlk prove gününde İlayda, Ahsen ve Çağıl) Ahsen ve İlayda bulundukları noktaya ulaşmak için çok farklı yollardan geçmişler. İlayda için gençken okumak istediği bölüm çok netmiş: Tiyatro. Tam nasıl başladığından emin olmasa da ortaokul döneminde librettolar ve oyunlar okumaya başlamış. Tiyatro, sanat ve oyunculuk ile ilgilenme hali gözüne hoş görünmüş, ailesinin de bu yola girmesini desteklemesi ile 2009’da soluğu Pera Güzel Sanatlar Lisesi Tiyatro Bölümünde almış. Üniversite eğitimini de Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümünde tamamlamış. “Herhalde bir tek o yaşlarda çok emindim ne istediğimden, şu an değilim. Karar vermişim, ailem de bayağı destekledi, öyle de devam ettim,” dedi. Ahsen’in yolculuğu ise biraz daha dolambaçlı olmuş. Küçüklüğünde kafasında yapmak istediği birkaç meslek varmış; antrenörlük, oyunculuk ve ressamlık. Daha oyunculuğun ne olduğunu bilmezken resim çizdiğini paylaştı. İlk aşkı. Annesi, Ahsen’in daha yürüyemezken elinde kalemle dolaştığını anlatıyormuş. Sanatın Ahsen’in hayatındaki önemini görmek için çocukluğuna kadar gitmek gerekmiyor. Ezberde zorlandığında sahneleri için not alır gibi küçük çizimler ile kendine yapması gerekenleri hatırlattığını söyledi. Set aralarını yanında taşıdığı çizim defterlerine çizimler yaparak geçiriyormuş. Şu ana kadar en çok sevdiği çizimlerinden birini sette 15 dakikalık bir arada yapmış. Hatta Zoom’da geçirdiğimiz iki saatte de elinde kalemi ile küçük çizimler yapıyordu. ( Sette yaptığı 15 dakikalık çizim. Ahsen Eroğlu, 30*30 cm - bluexplosion) Çorlu’da büyürken ressamlık ve oyunculuk konusunda çok kaynak olmadığından ve yıllar boyunca voleybol oynadığından antrenör olmanın doğru olacağına karar vermiş. Meslek lisesinde grafik tasarım okuduktan sonra Ege Üniveritesi'nde antrenörlük eğitimine başlamış. Bu üç farklı meslek de yıllar geçtikçe evrilmiş, kimi zaman da birbiri ile birleşmiş. Ailesi Ahsen’in oyunculuğa geçişini eğitimini aksatmadıkça desteklemiş. “Ailemden destek şu şekilde geldi: ‘okuluna gidiyorsun bunun kıymetini bil ve üstüne düşeni yap, biz sana hiç bir zaman engel değiliz fakat sorumluluklarını da unutma’ gibi bir uyarıda bulunuyorlardı,” dedi. ( Ahsen Eroğlu) Zaman kaybetmemek adına üniversiteyi kazandıktan sonra bir ay içerisinde üniversitenin televizyonunda çalışmaya başlamış. Bu sayede insanlar ile tanışarak ağını genişletmiş. Oyunculuk ve grafik tasarım ajanslarında çalışmış, okul başlayınca da bunların hepsini eş zamanlı yürütmeye başlamış. Ahsen de duramayan bir 20lik. İlk senesinin sonunda setlere gidip gelmeye başlamış. Bazen sabah 4’lere kadar setlerde koşuşturuyor ama aynı zamanda derslerini aksatmamak için sıkıca çalışıyormuş. Bu döneme kadar da çok kendini sorguladığı bir zaman olmamış. Ancak, ve bu kısmı anlatırken işaret parmağını havaya kaldırıyor ve bize doğrultuyor, oyunculuk üzerine ciddi bir çalışma yapmaya başlayınca ‘ ben ne yapıyorum ,’ soruları kafasında belirmeye başlamış. “Ben okullu olmadığım için, bilmediğim çok şey var. Bu alana nasıl girdim? Nasıl cesaret ettim ve neyime güveniyorum? diye kendimi çok sorguladığım zamanlar oldu. Ama o açığı kapatabildim,” dedi. Merak ederek, araştırarak ve insanlara soru sorarak açığı kapamayı başarmış. İlayda ise kendine sürekli bu soruyu sorduğunu paylaştı. “Ben lisede de ' ay ben ne yapıyorum ya ' diyordum sürekli. Niye tiyatro okuyorum? Niye oyunculuk yapıyorum,” dedi. Sorgulamak, sanırsam, 20lik olmanın hatta insan olmanın bir parçası. ( İlayda Elhih) Bu soruyu arada aşsa da, çoğu zaman aklında yeniden bir yer ediniyormuş. Bu sorgulamalara rağmen ilk sinema deneyimi olan Sardunya ile 40. İstanbul Festivali'nin Ulusal Yarışma bölümünde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü kazandı. Bu ödülü kazanmayı hiç beklemiyormuş. Törene gidemediği için filminin senaristi/yönetmeni Çağıl Bocut’tan kazandığına dair bir mesaj alınca da inanmamış. ( Ali Seçkiner Alıcı ve İlayda Elhih , Sardunya setinde) “Dedim ki Çağıl bana çok kötü bir şaka yapıyor herhalde, inanmadım,” diyerek güldü. “Bu kadar kötü bir şaka olamaz dedim.” İlayda genelde kendi yaptıklarına çok “yumuşak” davranmadığını söyledi. Çoğu zaman birinin ‘tamam bu oldu’ demesi gerekiyormuş. Burada 20lerinde çoğu insanın deneyimlediği Imposter ya da Sahtekarlık sendromu da biraz patlak veriyor. Bu zihniyete girince de yaptığınız işten tutun, tüm başarılarınıza kadar her şeyi hak edip etmediğinizi sorguluyorsunuz. “Hepimizde mi oluyormuş o, ben yalnızım sanıyordum,” diyerek hepimizin yüzünü güldürdü İlayda. “Herkes bunu yaşıyorsa çok iyi ve çok kötü. Biraz kendine de iyi davranmayı öğrenmek gerekiyor böyle zamanlarda. Kendinle arkadaş olup yaklaşabilmek gerekiyor. Ben bazen onu yapamıyorum, daha çok düşmanımmışım gibi davranıyorum. Kendime düşmanmış gibi.” Ahsen de kendini sorguladığı zamanlarda, danıştığı ve güvendiği insanların sözlerini dinlemeye dikkat ediyormuş. Alıp Başını Gidenler imizden Ceren Kurt’un Proje Koordinatörü olduğu Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde bu sene Genç Cadı ödülünü kazanınca, bu ödülü hak edip etmediğini sorgulamış şaşkınlıkla. Kendi yaptıklarının hiçbir zaman yeterli gelmediğini paylaştı ancak çevresindeki insanlar bu ödülü hak ettiğini ona hatırlattıkça, o da İlayda’nın deyimi ile kendine karşı daha “yumuşak davranmaya” başlamış. “Beni böyle bir ödüle layık görmeleri hem onur duymamı sağladı hem de büyük bir sorumluluk aldığımı ve üstüme düşenin daha da fazlasını yapmam [gerektiğini hatırlattı]. ‘Ahsen kendine gel’ diye biraz telkin ettim kendimi. Ödül peşinde koşmuyorum, hiçbir zaman böyle olmadı ama layık olmaya çalışıyorum. Üstüme düşeni yapmaya devam edeceğim,” dedi. İlayda da, Ahsen de yaş konseptinden uzaklar. Çalıştıkları ortamda bir sayının insanların davranışlarını bu denli değiştirdiğini görmekten hoşlanmıyorlarmış. “Küçük gözüküyor olmak, neşeli olmak biraz çevrenizdekilere acemi hissi veriyor ve hemen bunun üzerine çıkıp kendilerini kanıtlama isteğinde olduklarını görüyorsunuz. Bu akılla ilgili değil ve öyle bir yaklaşım oluyor,” dedi Ahsen. Onun bu ayrıma çözümü, kendi ile çok detay vermeden sohbet edip, çalışarak ve yaptığı iş ile kendini kanıtlamak. İlayda ise direk yaş ve statü ayrımlarından hiç zevk almadığını paylaştı. Zaten 20’ler de yaştan öte bir şey — hayatın 10 yıllık bir dönemi. Sayıdan çok, bu sürenin onlar için anlamını sorduğumda ikisi de aynı şeyleri söyledi: Kaçırılmamalı. Cesaret ile korkmadan atılmalı. Güzel yaşlar. Benim ise İlayda ve Ahsen ile konuşmamdan aldığım en önemli ders kendimize çok sert ve acımasız davranmamak. Başkalarına gösterdiğimiz sevgiyi, saygıyı ve desteği kendimize de göstermeliyiz. Neymiş? Kendinize yumuşak davranın. Kaydettiğimiz podcasti dinlemek için buraya tıklayabilirsiniz, haftaya görüşürüz!

Sahnenin Arkası: Ahsen Eroğlu ve İlayda Elhih

Eylül 9, 2021

·

Makale

Havuzun Aurası: Nida Eliz Üstündağ

Nida için sporsuz bir hayat asla mümkün değilmiş. Emekli havacı astsubay ve voleybol koçu olan babası sayesinde çocukluğunu, İzmir’de spor salonunda atleti ile koşturarak ve o sırada yerde emekleyen kardeşi ile oynayarak geçirmiş. Nida Eliz Üstündağ 1996 yılında Çanakkale’de doğmuş. İki yaşına kadar Gökçeada’da, 11 yaşına kadar İzmir’de, 23 yaşına kadar Ankara’da ve arada iki sene Kayseri’de yaşamış. 25. yaşını taçlandıran şehir ise İstanbul — şimdilik. Ankara’nın kalbinde özel bir yeri olduğunu söyledi. Ailesinin orada olması dışında, lise ve üniversite hayatı orada geçmiş. “Bütün haylazlıklar o dönemde yapıldı,” dedi gülerek. Başkent Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunu, şimdi ise Hacettepe Üniversitesi’nde Egzersiz ve Spor Psikolojisi yüksek lisansı yapıyor. Ha, tabii bir de Türkiye’yi Rio 2016 Olimpiyatlarında temsil etmekle kalmamış, 200 metre kelebek Türkiye rekorunu kırmıştı. 2 senelik yüzme takımı kariyerimden öğrendiğim bir şey varsa, o da kelebeğin en zor yüzme stili olduğu. Hepsi zor diyecekler, inanmayın. Kelebek en zoru. Nida Eliz Üstündağ Nida’nın spor yolculuğu 3 yaşında jimnastik ile başlamış. Altyapı sporu olarak 5 yaşında yüzme ile devam etmiş. Babası voleybol antrenörü, boyu da uzun olduğu için yüzme ile beraber voleybol oynamaya başlamış. Babası onun voleybolcu olmasını istese de 9 yaşında Nida yüzmede kalmak istediğini söylemiş. O dönemdeki baş antrenörü Türker Oktay da ailesine Nida’nın bu yaş grubunda yüzme dalında olimpiyata gidebilecek sayılı sporculardan biri olduğunu söylemiş. “9-10 yaş için büyük bir hedef, ne kadar dehşet verici olabilse de bir yandan da yeteneği keşfetmek müthiş bişey,” dedi ve hemen ardından ekledi: “Yetenek mi bilmiyorum ama iyi çalıştığımı söyleyebilirim.” 11 yaşında kafasında belirlediği 3 hedef olduğunu paylaştı: Türkiye rekoru kırmak Milli takıma girmek Olimpiyata gitmek. Bu listesindeki hedefleri teker teker gerçekleştirdiğini ve şimdi yeni hedefleri olduğunu söyledi. “Bir olimpiyat daha olsun. Oraya gidince de boş dönmeyelim, bir final bir yarı final, bir şey yüzelim,” diyerek güldü. Nida Eliz Üstündağ Olimpiyatlarda yarıştığı insanlarla Avrupa ve Dünya şampiyonalarında yarışmış olsa da Olimpiyat bayrağının altında, Olimpiyat halkalarının olduğu bir havuzda yüzmenin çok farklı bir his olduğunu söyledi. “Bazı havuzlar vardır, yüzdürür. Havuzun aurası yüzdürür. Orası öyleydi,” dedi. Olimpiyat köyü ile ilgili en çok merak ettiğim şey ise yemekhane düzeniydi. Şaşırdık mı? Nida tüm sporcuların aynı yerde, sıra sıra dizilmiş uzun masalarda yediğini söyledi. Herkesin kendi ülkesi ile oturduğu bir düzen yokmuş — boş bulduğun yere oturuyormuşsun. “Bütün sporcular orada yiyor. Michael Phelps orda, Usain Bolt da orada. Kapıyı açıyorsun, NBA şampiyonu ile karşı karşıya gelebiliyorsun. O insanı, çok afedersin, bir mal ediyor. ‘Ben neredeyim acaba? Nasıl geldik buralara? Tamam çalıştık da bu başka bir boyut’ diyorsunuz. Sonra yarışlar başlıyor, tamam artık uçmuyoruz, ayaklarımız yere bassın.” Bu 1,5 saatlik konuşmamızda Nida ile ilgili öğrendiğim şeylerden biri bu: ayakları yere basan biri. Tutku duyduğu ve yapmayı sevdiği işlerden vazgeçmiyor ve durmaksızın hedefleri için çalışıyor. ‘B en neymişim ya ’ gibi bir duruşu yok. Yüzücü hayatını gayet sıradan görüyor. “Sabah kalkıyorsun, kahvaltı ediyorsun, antrenmana gidiyorsun, geliyorsun, derse giriyorsun, uyuyorsun, yemek yiyorsun, tekrar antrenmana gidiyorsun, geliyorsun, yemek yiyorsun, ders çalışıyorsun, bunun dışına çıkmak çok mümkün değil,” dedi. 2020 Olimpiyatlarına çalışmak için antrenörünün bulunduğu şehir olan Kayseri’ye taşınmış. Bir yıl kalmayı beklerken, olimpiyatlar pandemi nedeni ile ertelenince bir sene daha kalmış. Ankara’dan sonra zorlandığını söylese de yine de harika insanlar ile tanışmış. Bu sırada yüksek lisansa çevrimiçi olarak başlamış. “Ailem de okul da Ankara’da. Ben neden Kayserideyim? Olimpiyat için,” dedi. Bu dönem Nida için zor geçmiş çünkü 2020 Olimpiyatlarını ucundan kaçırmış. Saniyelerin yüzmede çok önemli olduğunu söyledi — günlük hayatında çok detaycı olmasını buna bağlıyor. “O detaylara ihtiyaç var havuzda,” dedi. Şimdi ise Paris’e hazırlanmaya yavaştan başladığını söyledi. Babasının, Nida’nın spora başlamasında yeri büyük ama sporu devam ettirebilmesinde annesinin rolünün paha biçilmez olduğunun altını çizdi. Genel olarak ebeveyn desteğinin çok önemli olduğunu söyledi. Ankara’ya ilk taşındıklarında, babası Kazan’da görev yapmasına rağmen Nida yüzebilsin diye merkezde bir daire tutmuşlar. “Ben sabah antrenmanına giderken annem götürüyordu araba ile, babam da işe servis ile gidiyordu sabah 5:30’da. Araba ile gidemez çok masraflı olur ve o sıra maddi durumumuz da çok iyi değildi,” dedi. Nida Eliz Üstündağ Aile desteği ve sporcu olan bir kardeşi ile beraber, Nida’nın çok güçlü bir destek sistemi var. Röportajımızın ortasında telefonu çalıyor, özür dileyerek açıyor ve arka plandan ' nasılsın! ’ diye bağıran şen şakrak kadın sesleri duyuyorum; Nida’nın yüksek lisans arkadaşları Ankara’da bira içerken onu arıyorlar. İstanbul’da yaşarken Hacettepe’de yüksek lisans yapmak zor. Beş dersinin sadece 3’ü çevrimiçi, geri kalan ikisi için arkadaşları Nida’ya zoom açıyormuş. Üniversitede de spor ve okulu beraber götürmeye çalışırken arkadaşlarının çok yardımcı olduğunu söyledi. “Üniversiteyi bitirebilmemi arkadaşlarımın desteğine borçluyum diyebilirim. Şu anda da böyle bence,” diyerek gülümsedi. Duramamak ve bir denge kurmak, birçok 20lik gibi onun da zorlandığı konular arasında. Okul ve yüzmenin yanında, tek başına yaşadığı evi temizlemesi ve kendi ruhsal sağlığına da özen göstermesi gerekiyor. Ankara’da yaşadığı dönemde, iyi olmadığı zamanlarda hemen arkadaşlarını ararmış. “Hemen ‘ alo ben iyi değilim bir kahve içelim mi?’ Bu beni rahatlatan, bana müthiş derecede iyi gelen bir şeydir. Ya da akşam saat geç olmuş, alkol almaya gerek yok bunun için, ‘ bir kelle paça içmeye gidelim mi ya? ’ Kayseri’de de bunu yaptım mesela sürekli. Bağışıklığa iyi gelir, bol sarımsaklı,” dedi. Benim de canım çekti. Terzinin kendi söküğünü zor diktiğini söyledi. Hatta atasözünü değiştirerek terzinin kendi söküğünü arkadaşlarının yardımı ile diktiğinin altını çizdi. Özellikle ailesinden uzak yaşadığı için, annesi ile geçirdiği o özel anne-kız anlarını özlüyormuş. Annesi onu İstanbul’da ziyaret ettiğinde her antrenmana gitmeden önce, annesi Nida’ya sabah kahvesinde eşlik etmiş. “İki dakikada bile içilse, hemen iki türk kahvesi yapılır, beraber oturulup yanına bir bisküvi konulur. İki dakika dedikodu. Tamam antremana! Bunlar keyifli şeyler,” dedi. 20’li yaşların hayatı anlamlandırmaya çalıştığımız bir dönem olduğunu söyledi. “Her şey için enerji var ama gerçekten zaman yok. Tam olarak bu,” dedi. Benim Nida’dan aldığım en önemli ders ise suyun yolunu bulduğu. Kimi zaman doğal olarak, kimi zaman da kovalar ile yanında duran ailen ve arkadaşlarınla.

Havuzun Aurası: Nida Eliz Üstündağ

Aralık 9, 2021

·

Makale

Sıkılabilmenin Hafifliği: Hatice Karakaş

Hatice ile Zoom’da buluşup kameralarımızı açtığımızda, renkli bir dünya ile karşılaşıyorum. Odasının masmavi duvarları kendi yaptığı ve sevdiği başka illüstratörlerin eserleri ile dolu. Üstünde çizgili renkli bir kazak var. Sıcak bir gülümseme ve yumuşak bir ses ile selamlanıyorum. ‘ O zaman başlayalım mı? ’ Hatice Karakaş , Alıp Başını Gidenler grubumuzun genç 20’liklerinden. 2000 doğumlu, doğma büyüme de İstanbullu. Bilgi Üniversitesi’nde reklamcılık okuyor, üçüncü sınıfta. Ben ise onunla Instagram algoritmalarının bana bir güzellik yapması ve boyamakitabı adlı hesabını karşıma çıkarması ile tanıştım. İyi ki de tanıştım. Hatice Karakaş, çizimi ile Instagram hesabına baktığınızda, tıpkı benim Zoom’a bağlandığımda deneyimlediğim gibi renkli bir dünyaya adım attığınızı hissediyorsunuz. Art journal sayfaları, Hatice’nin kendisini andıran kısa kıvırcık saçlı karakterler, pastel ve suluboya çizimleri, çocuk kitabı tasarımları ve yazı tipi tasarımları, Hatice’nin paylaştığı işler arasında. Liseden itibaren yaratıcılık gerektiren bir yolda ilerlemesi gerektiğinin farkında olsa da, resim yapmanın bir zorunluluk haline gelmesini istemediği için reklamcılık okumaya karar vermiş. “Reklamcılık araştırdıktan sonra yapabileceğim, mutlu olabileceğimi düşündüğüm bir meslek gibi duruyordu, o yüzden çok isteyerek kazanıp okuduğum bir bölüm. Seviyorum,” dedi. Bölümü sevmesine rağmen, bu meslek ve kendi işlerini üretmek arasında bir denge kurmaya çalışıyormuş. Kendisini tatmin eden, kendi yaptığı işlerden oluşan bir kariyer yolu çizmeyi planladığını söyledi. “Bu sebeple son iki yılda illüstrasyona, üretmeye, çizmeye çok daha fazla zaman ayırmaya başladım.” Hatice Karakaş Hatice’nin kendi yolunu çizme cesaretini bulmasında üniversite hocalarının da bir katkısı var. Okul dışında yaptığı aktivitelerin önemini vurguladıkları için okul dışında yaptığı işlere çok fazla zaman ayırmaya başlamış. Bu da pêche store gibi markalarla işbirliklerine, Morunay’ın Karanlık Yolda adlı EP’sinin kapak tasarımını yapmasına, kendi çizimlerini satmasına ve özel siparişler almaya başlamasına yardımcı oluş. Reklamcılık dünyasında ise tasarımdan çok strateji tarafında stajlar yapmış. Sanatı zorunluluktan ayırmak istediğini paylaştı. “Bir şey zorunluluk haline geldiği zaman ve o yaratıcılığı sen başka biri adına yaptığın zaman hiçbir şekilde tatmin olmuyorsun. Başkası adına üretmek yerine, kendim için üretmeyi çok daha fazla seviyorum, bunun da imkansız olmadığını düşünüyorum. Bu şekilde hayatını kazanabilen insanlar da var. Onlar bana biraz güç veriyor diyebilirim,” diyerek güldü. Hatice, reklamcılık ve kendi işini de aslında çok farklı iki kategoriye yerleştirmiş. Stratejik planlama, markaların ihtiyaçlarını anlamak ve araştırma yapmak üzerine bir departman. Bunun da çok besleyici olduğunu söyledi. Rollo May’in Yaratma Cesareti adlı kitabından alıntıladığı gibi: Üretebilmek için beslenmek gerekiyor. Hatice de onu üretmek için besleyen bir departmanda ve meslekte olduğu için mutlu olduğunu söyledi. Üretmek için önemli bir başka adımın da durabilmek olduğunu söyledi. Boşlukların ve ilhamdan uzak anların bu sürecin bir parçası olduğunu vurguladı. “Çocukluğumuzdan beri sıkılmaktan uzak durmaya çalışıyoruz. Hayatımızı hep doldurmaya çalışıyoruz ama sıkılmak insana çok büyük bir alan açıyor. Bir şeyler yapmadan, üretme kaygısı olmadan da durabilmek besliyor insanı.” Hatice Karakaş Hatice de son zamanlarda kendine sıkılmak için alan ve zaman tanımaya başlamış. Kendi mekanizmalarını ve üretim sürecini anladığında, daha az kaygılandığını fark etmiş. Böylece kendine daha iyi davranmaya başlamış. Onun için ideal durma ortamı ise suçluluk duymadan zaman geçirebilmek: kalitesiz bir film izlemek, sosyal medyada zaman geçirmek, meditasyon yapmak, yemek yerken dizi izlemeden sadece yemek yemek, gideceği bir yer olmadan yürümek… Pandemi dönemi ona kendi ile zaman geçirebilmenin önemini göstermiş. Bu zaman da artık onun hayatında her zaman olması gereken bir şey haline gelmiş. Küçükken ailesinin yastıklarına hediye olarak resimler çizip bırakırmış. Çok uzun zamandır çizim yapıyor olsa da, profesyonelleşme yolculuğu son iki yılda başlamış. Çevrimiçi kurslara katılmış, internetten öğrendiği teknikleri pratik yaparak öğrenmiş. Şimdi daha çok Ipad ile çizimler yapsa da, pastel boya ile çizim yapmaktan çok zevk alıyormuş. “ Tarzımın oturması zaman aldı. Büyük ihtimalle evrilmeye de devam eder ama renklerle ilgili olduğunu düşünüyorum. Hayatımın belli dönemlerinde, belli renk kombinasyonlarına takıyorum. O renk kombinasyonları evriliyor ve dönüşüyor," dedi. Bu dönem yeşil, sarı ve parlak maviler kullanıyormuş. Çocukluğundan beri anı biriktirmeye değer verdiğini paylaştı. Hayatında olan her şeyi, adeta bir tarih yazmanı gibi, kaydetmesi gerektiği hissine kapılıyormuş. Son üç yıldır bu ihtiyacını art journal ları tutarak yapıyor: hayatında olanları, yediklerini, düşündüklerini çiziyormuş. Gündelik hayattaki küçük anları bu günlüğe aktarmaktan zevk aldığını söyledi. Benimle Zoom’da buluştuğu masasında, küçük masa lambasının ışığı altında, akşam yatmadan önce çizmekten zevk alıyormuş. Bazen müzik eşliğinde, kimi zaman bitki çayı yudumlayarak. Hatice Karakaş , art journal Gelecek planlarında çocuk kitapları çizmek var. Bunun için portfolyosuna yazdığı küçük hikayelerin resimleştirilmiş versiyonlarını ekliyormuş. Resimli çocuk kitapları okumaktan çok zevk alıyormuş, çizim tarzına da yakın hissediyormuş. Bu tarz kitaplarda yetişkinlerin de ders alabileceği konseptlerin bulunduğunu vurguladı. “Duygu dünyanı çok genişleten ve açan, kendini sevmeni sağlayan kitaplar,” dedi. 20’li yaşlarının 30’larında nasıl yaşayacağını belirleyen yaş olduğunu düşündüğü için biraz kaygılandığını söyledi. Ama aynı zamanda bu dönemde çok hızlı geliştiğini, değişimin daha kolay olduğunu paylaştı. Bundan da zevk alıyormuş. “Hayatını üretmekle geçiren bir insan olmak istiyorum. Kendine zaman ayırabilen biri olmak isterim. Sonuçta mutluluk çok çalışmakla elde edilen bir şey değil,” dedi. Hedeflerin çok çabuk değişebildiğini düşündüğü için gelecekte ne yaptığındansa ne hissettiğini hayal etmeyi tercih ediyormuş. Buna da cevabı çok basit: mutlu olmak. Hepinizin mutlu ve tatmin olduğu yaşlara, Şerefe.

Sıkılabilmenin Hafifliği: Hatice Karakaş

Nisan 21, 2022

·

Makale

Deneme, Yanılma: Debech Kaya

Her şey bir hamburgerle başladı. Debech zamanını yemek videoları izleyerek ve yemek yiyerek geçirse de, kendinde yemek yapma cesaretini bir türlü bulamıyormuş. Her şey Çakal Lezzetler adlı Youtube kanalındaki ezik burger (smashburger) tarifi ile değişmiş. En basit şeyden başlayınca, yemek yapmanın hoşuna gittiğini paylaşan Debech, hamburgerle başlayan yolculuğunu pırasalı carbonara lar, oreolu kekler, hindili ramen ler, yumurtalı burrito lar ve daha niceleri ile devam ettiriyor. Kömür olan hamburger ekmekleri, sabahlara kadar yoğurduğu ekmekler, 1-dakikalık makarna tarifi ile kızdırdığı insanlar da bu sürecin bir parçası. Hata yapmak, denemek, ara sıra bildiğini okumak ve yanılmak serbest. Hatta destekleniyor. Debech Kaya , 1997, Kabardino-Balkarya doğumlu bir içerik üreticisi. Dört yaşında Ankara'ya taşınmış. Başkent Üniversitesi İngilizce öğretmenliği mezunu. Bu arada soran çok olmuş buradan da söyleyelim: Master Chef’e katılmayı düşünmüyormuş. “Yemek yapmak sadece hobim,” diyerek de altını çizdi. Küçükken “fanatik” bir şekilde Mimar Sinan Üniversitesi’ne gidip mimar olacağına inanıyormuş. Büyüdükçe bu hayal evrilmiş, lisede sayısal okumamış bile. “Yarın, bundan 1 ay, 1 yıl sonra ne olacağıma dair hiçbir fikrim yok. Bu da bir tık korkutuyor ama devam ediyoruz işte,” dedi. Üniversiteye ilk başladığında Rus Dili ve Edebiyatı okuyormuş ama ona uygun olmadığını anlayınca yatay geçiş ile İngilizce öğretmenliği bölümüne geçmiş. Bu bölümün sahne korkusuna çok iyi geldiğini söyledi. İnsanların karşısına geçip öğretmenin göründüğünden daha zor olduğunu paylaştı — özellikle küçüklerse ve sizi dinlemiyorlarsa. “Biz de küçüktük, biz de dinlemiyorduk,” dedi. Son senesinde staj yaparken bir gün staj hocalarının bir işi çıkmış. Sınıfı Debech'e ve staj arkadaşına emanet etmiş. Bu kalabalık sınıfta ne yapacaklarını tam bilmedikleri halde, dersi bir şekilde tamamlamışlar. “Tam yamyamlar. Ders bitti, üstümüzden tır geçmişe döndük,” dedi gülerek. Bu deneyimleri, video üretirken rahatça kamera önünde konuşmasına ve ‘ şovmenlik ’ faktörünün olması gerektiğini söylediği yemek yapma videolarını çekmesine yardımcı olmuş. Staj hocası öğretmenliği ona sevdirmeye başlasa da, pandemi ile birlikte bu isteği kaybolmuş. “İmkanım oldu öğretmenlik yapmaya ama içime sinmedi," dedi. Debech şu an ailesi ile yaşıyor. İçerik üreticiliğinden para kazanarak kendi ayakları üzerinde durabileceği bir raddeye gelmeyi hedefliyor. Tiktok, Instagram ve Youtube platformlarına yemek ve arada gezi videoları yüklüyor. İçeriklerinin yemek ile beraber, seyahat, giyim ve lifestyle alanlarına kaymasını planlıyormuş. “Kendi ayaklarının üstünde durabileceğin raddeye gelmek çok zor. Ben henüz orada değilim, umarım yakında olurum,” diyerek bu yolun içine sinen tek yol olduğunu söyledi. Yemek yapmak Debech’in hayatına pandemiden önce girmiş olsa da, pandemi ile beraber gerçek bir hobiye dönmüş. İlk videosunu 2021’in Nisan ayında paylaşmış, izlendiğini görünce, düzenli olarak video üretmeye başlamış, takipçi sayısı da giderek büyümüş. Her gün içerik üretme sürecinin zevkli ama yorucu olduğunu söyledi. “Normalde 15 dakikada yapabileceğin şey, video çekmeye çalışarak 40 dakikaya kadar çıkıyor. Mesela Youtube için bir hamburger videosu çektim, 6 saat sürdü,” dedi. “Onu geçtim, insanların tepkileri var. Yorumları ister istemez okuyorsun, elinden gelen bir şey yok. Görüyorsun, okuyorsun.” Debech, negatif yorumları umursamamaya çalışsa da arada canını sıktığını söyledi. Yemek ile insanları sinirlendirmek çok kolay. Tarifte alışılmışın dışında bir farklılık ya da aynı yemeğin yöresel değişiklikleri, insanlarda kimi zaman bir koruyuculuk hissi uyandırıyor. Bu da sinirli yorumlara neden olabiliyor. Oysa ki denemeler, yeni tarifler, farklı bölgelerin pişirme metodlarını kullanmak, yemek yapmanın güzelliklerinden. “Alışılmışın dışında bir şey yapmak yoruyor, ‘ ya çekmesem mi? ’ diyorum bazen ama devam ediyorum çünkü hoşuma gidiyor,” dedi. Yemek yapmayı internette doğru insanları takip ederek öğrendiğini, tekniğini bu yollarla geliştirdiğini söyledi. “İşini bilen, araştıran insanları takip ediyorum. Onlardan öğreniyorum,” dedi. Bu neslin içerik üreticiliğine olan ilgisinin nedenini sorduğumda, insanların severek yaptığı bir şeyden para kazanmak istemelerinin çok doğal bir hak olduğunu söyledi. İçerik üreticiliğinin onun için bir “hayal ama peşinden koşmaya değer bir şey," olduğunu paylaştı. Yolun tam nereye evrileceğini bilmeden koşmak, çoğumuz gibi Debech’i de arada endişelendiriyor. Arkadaşlarından biri, başarılı olmak için herkesin kendi zamanının olduğunu söylese de, çağımızın durdurulamayan hızı onu korkutuyormuş. “20’li yaşlarda bir şey başaramayınca daha sonra olmayacak gibi hissedebiliyorsun çünkü bizden küçük insanlar bazı şeyleri o kadar hızlı başarıyor ki, geride kalmış hissediyorsun,” dedi. “Umarım gayemiz, hedefimiz belli olur. Aklımızda soru işareti kalmaz." Bu yaşların hem en eğlenceli hem de ağır bir sorumluluk ifade eden yaşlar olduğunu söyledi. Kendi geleceği için 20’li yaşlarında yapması gereken çok şey olduğunu düşünüyormuş. Dünyayı gezmek, ekonomik bağımsızlığını ilan etmek hayalleri arasında. “En büyük hayalim, hayal ettiğim şeyleri gerçekleştirebilmek. Malum günümüzde genç olmak zor. İnsanların birçok hayali var ve bunu engelleyen çok şey var. Bunları gerçekleştirebilmek çok büyük bir lüks,” dedi. Yemek yapma konusunda ise hepimize tavsiyesi: “ hata yapın .” Pişmemiş ekmekler, lezzetsiz yemekler, sizi yıldırmaya çalışacak insanlar, çaktırmadan peçeteye tükürülen lokmalar, bunlar sürecin bir parçası. Disiplin ve sevgi ile devam edin. “Her ne kadar direktiflere uymaya çalışsanız da, biraz plandan sapın. Ezberci olmayın.” Bence bu hayat için de harika bir ders.

Deneme, Yanılma: Debech Kaya

Nisan 7, 2022

·

Makale

Yol Senin, Rota Senin: Selin Uzun

Görsel : Paul Koch Selin’in 2017 yılında Yeni Zelanda’ya ayak bastığında İngilizce konuşma fobisi varmış. İlk yurt dışı deneyimini Türkiye’ye uçakla yaklaşık 33 saat uzaklığında bulunan Auckland şehrinde, ilk couchsurfing deneyimini ise tanımadığı bir adamın koltuğunda uyuyarak ve çok iyi konuşamadığı bir dili konuşmaya çalışarak geçirmiş. Geriye baktığında “deli cesareti” olarak adlandırdığı bu tecrübesi, 4 seneyi aşan backpacker yaşam tarzının ve ziyaret ettiği sayısız ülkenin başlangıcı olmuş. Selin Uzun , 27 yaşında Turgutlu doğumlu bir freelancer, gezgin ve bende 3 yıllık bir backpacking gezisi yapma isteği uyandıran ilham verici ve enerji dolu bir insan. Üniversite için ODTÜ’ye Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi okumaya gidene kadar haftasonlarını İzmir’de, haftalarını ise Turgutlu’da geçirmiş; büyük şehirde büyümediğini ekledi. Üniversite tercihini yaparken uzakta okumak istediğine karar vermiş; “E o dönemde en uzak ne olabilir? İstanbul, Ankara,” dediğinde gülüyorum — yıllarını Avustralya, Yeni Zelanda, Güneydoğu Asya’yı gezerek geçirmiş biri duruyor karşımda. Selin Uzun , Fotoğraf : Paul Koch Üniversite döneminde ekonomik sıkıntılar yüzünden ve İngilizce seviyesine güven duymadığından hiç yurtdışına çıkamamış. “Her arkadaşımın gidişini kutluyoruz, hoşçakal partilerine katılıyorum, ‘neyse bir gün ben de giderim kafasındayım.’ Gerçekten öyle oldu,” dedi. Mezun olduktan sonra çevresindekiler işlere başvururken Selin gideceğine karar vermiş. Work and Holiday vizesine başvurmuş ve vizesi onaylandıktan bir ay sonra cebinde az bir parayla, ucuza nasıl yaşayabileceğinin araştırmasını yaparak soluğu Yeni Zelanda’da almış. Work and Holiday vizesi ile bir sene ülkede kalabiliyor ve kendi paranızı kazanabiliyorsunuz. Tüm sorumluluk sizde, ajans majans yok. Burada kaldığı sürede Workaway yaparak yatak ve yemek karşılığında insanların evinde gönüllü olarak çalışmış, ardından CV dağıtarak baristalık ve garsonluk yapmış, kivi tarlasında çalışmış ve elma budama işine girmiş. “Ne iş olsa yaparım ve inanılmaz mutluyum, yurt dışında yaşıyorum,” dedi. Yeni Zelanda’da otostop yaparak farklı şehirlerde kalmış, farklı işler yapmış. Kaldığı otelde Paul ile tanışıp onun karavanı ile 4 ay boyunca çalışarak para biriktirmiş sonra gezmişler. Selin Uzun , Fotoğraf : Paul Koch “Yeni Zelanda’ya giden Selin ile gelen Selin tabii ki bambaşkaydı. 1 yıllık gittiğim bu gezi bana yetmedi. Ben duramayacağım dedim; Yeni Zelanda’da biriktirdiğim parayla Güneydoğu Asya'yı gezdim 3 ay,” dedi. Bu gezilerden sonra Türkiye’ye dönmüş, 2019’da Yeni Zelanda’da tanıştığı insanların evinde kalarak ilk defa Avrupa’yı gezmiş. Sonra da Avustralya vizesinin onaylandığını öğrenmiş, eee o zaman nereye? Avustralya’ya. “2019 şeydi benim için herhalde hayatımın en iyi yılıydı. Biriktirdiğim parayla 13 tane ülke gezdim,” dedi. Selin Uzun ve kanguru Avustralya’da Queensland eyaletinde patates tarlasında çalışmış. COVID döneminde tarla işini bırakması gerektiğinde 1,5 ay işsiz kalmış ama sonrasında güzel bir hostel hayatı kurup baristalığa geri dönmüş. Her sabah “bu hayatı gerçekten yaşıyor muyum,” diye sorduğu, çok mutlu günler geçirmiş ama varoluşsal düşüncelerle dolan beyni onu Türkiye’ye dönmeye zorlamış. Kafasında, 'sürekli backpacker hayatı mı yaşayacağım?' 'Daha sürdürülebilir bir şey mi bulmam gerekiyor?' 'Vizem olmazsa hayatımla ne yapacağım?' gibi sorular ile daha yerleşik bir hayat arayışına geçmiş. “Avustralya'dan döndüğümde ben artık tek bir yerde yaşayayım, çünkü yıllardır bir orada bir burada yaşıyorum, birazcık da düzenli hayata geçeyim, ‘acaba köklenebiliyor muyum bir yere?’ gibi bir arayışla dönmüştüm,” dedi. Türkiye’ye döneli 2 seneden biraz az olmuş. Döndüğünde iş arayışına başlamış, tam ne yapacağını bilmiyormuş. Şu ana kadar tüm işlerini insanlarla iletişim kurarak bulduğu için CV’lerini dağıtmış, kapı kapı dolaşmış. Eğlencesine hostellere bakarken karşısına Ordu’da bulunan Mellow Turkey çıkmış, onlara mesaj atarak sosyal medya yöneticiliği yapmaya başlamış. Yerleşik hayat hayallerini askıya alarak yazını Ordu’daki bu sörf okulunda geçirmiş. Freelance işler ile beraber Beyond-X consulting adında bir sosyal medya danışmanlık şirketinde çalışmaya başlamış. Sonra tatil için Kaş’a gelmiş. Selin Uzun , Kaş'ta. Sanırım evren bazen bizi, kendimizden daha iyi tanıyor çünkü şans eseri yıllar önce kaldığı Airbnb sahibi Ender, Selin’e Hollanda’ya taşınacağını ve birinin bir aylığına evinde kalıp kedi ve köpeğine bakmasına ihtiyaç duyduğunu söylemiş. Selin de “Neden olmasın,” diyerek en sevdiği yerlerden biri olan Kaş’a taşınmış. Hala da burada. “İçimde hala keşfetmek isteyen bir Selin var. Belli ki hala ‘ tamam burası benim evim ’ diyecek bir aşamada değilim,” dedi. Evreni dinlemeye karar vermiş. Ailesi tüm bu süreç boyunca onu çok desteklemiş. Tabii genetik olarak kendi rotalarını izleme, deneme/yanılma, yeni adımlar atmaktan korkmama özellikleri ailesinde de var. 25 yıl boyunca kuyumcu olarak çalışan babası daha iyi çalışma şartları nedeniyle 45 yaşından sonra Şili’ye gidip orada çalışmaya başlamış — İspanyolcayı da orada öğrenmiş, 5 yıldır orada çalışıyormuş. 10 yıl esnaflık yapan annesi ise takı dükkanını kapayıp 50 yaşından sonra Halk Eğitim’de yemek kursu açmış. “Annem ve babamın gençliklerinde deneyimlemediklerine rağmen geç yaşlarda bambaşka hayatlara gidebilen insanlar,” dedi. Selin’in gelecek planlarında Avustralya’ya dönmek var. ‘Para mı var?’ düşüncesine kafa tutmaya çalışıyor; her işi yaparak ve bolca çalışarak, yurt dışına çıkma hayalinin gerçekleştirilebileceğinin bir örneği Selin. Yeni insanlarla tanışmak ve onların farklı dünya görüşlerini öğrenmek, bir yerde uzun süre zaman geçirerek lokal olmak, bambaşka yerlere gidebilmek onun için çok değerli deneyimler. Gezilerinden öğrendiği bir ders her inişin bir çıkışı olduğuymuş. “Keşfetmeye devam etmek istiyorum. Belki uzun yıllar yaşayacağım yeri bulma serüvenimdeyim ve bu serüven belki daha 5-10 yıl sürecek,” dedi gülümseyerek. Bizlere bir tavsiyesi de şu: “Kimin ne dediğini asla dinlemeyin. Eğer içinizde hissediyorsanız, peşinden gidin. Herkesin dediklerini dinlemek ve üstüne çok düşünmek her zaman enerji kaybıdır. İstiyorsanız bilinmezliğe giden o ilk adım kararlılıkla atılmalı.” Selin Uzun , çalışırken. Avustralya'da para kazanmak için iki işte çalıştığı dönemler olmuş. Herkesin gezmesini desteklese de Türkiye’yi bırakmayı düşünmüyor Selin. Bu kafadaki herkesin gitmesinin Türkiye’yi çok daha kötü etkileyeceğini; gidip, gezip, geri dönmemizin önemli olduğunu vurguluyor. Selin, kelimenin tam anlamıyla alıp başını gitmiş, dünyayı deneyimlemek için adımlar atmış, hayatını onun tanımlaması ile dolu dolu yaşamış bir 20’lik. “20’lerim benim için hep istediğim yolun peşinden gitmekle geçmiş,” dedi. Hepinizin kendi yolunuzda, belirlediğiniz rotada gitmeniz dileği ile.

Yol Senin, Rota Senin: Selin Uzun

Mart 24, 2022

·

Makale

Renk, Baskı ve Akış: Laris Alara Kilimci

Laris Alara Kilimci, 1993 doğumlu bir girişimci ve tasarımcı. Long Island’da, Seinfeld’in çekildiği stüdyolara yakın bir hastanede doğmuş ama New York'ta değil, İstanbul’da büyümüş. Desen projeleri yapan, çocukken patates baskıdan çok hoşlanan ve kendini iyi tanıyan biri Laris. 5 yıldır da kurucusu olduğu LAR Studio ile çoğumuzun aklında olan kendi işini başlatıp başarılı olma hayalini gerçekleştirmiş, yaratıcı biri. Kendini aşırı duygusal, iş hayatında olan ve tasarım yapan biri olarak tanıtıyor. Çoğu 20'lik gibi o da kendi yolunda ilerlemeyi seviyor. “Sürekli bir yerde çalışmak benlik değil, pek takım oyuncusu değilim. Dönemsel olarak insanlarla çalıştığım projeler oluyor. Misafir sanatçı olmayı seviyorum ancak uzun bir süre boyunca bir hiyerarşide ve kurum altında çalışmayı kabul etmeyen bir insanım,” dedi Laris. Bu özelliğinin farkına da aslında üniversite için Londra’ya gidip Central Saint Martins’de animasyon okumaya başlayınca varmış. Lise yıllarında müzik klipleri dinleyerek büyüdüğü için müzik ve görsel dilin buluşmasına ve ritme çok büyük ilgi duyuyormuş. “Bir şarkıyı dinlediğimde görsel olarak nasıl gözükür diye düşünürdüm. Hayal gücünü, farklı şeyleri bir noktada güzelce buluşturduğu için animasyonu seçmiştim.” Zamanla dijitalden çok hoşlanmadığını, animasyonu bir meslek olarak yapmak istemediğini anlamış; prodüksiyon dünyası, çalışma saatleri ve şekilleri hoşuna gitmemiş. Okulundan çok zevk almış, hocaları farklı şeyler denemelerini, deneysel olmalarını destekliyormuş. Özgür bir ortam varmış. Kendine şu soruyu sormuş: “ Hangisi daha önemli? Sonuç mu yoksa süreçten zevk almak mı?" Laris, ikinci seçeneği seçmiş. Tate müzesinde ses, ritim ve hisleri bir araya getiren Sonia Delaunay sergisinden ilhamla serigrafi baskı ve tekstile kaymış. Sanata yaklaşımı sürdürülebilirlik üzerinden ilerliyor; bir projenin yapılıp, sergilenip sonra kaldırılması düşüncesinden hoşlanmıyormuş. Lar da zaten biraz bu yüzden başlamış: bir gün tasarım müzesinde de durabilecek ama sokakta yürürken birinin üzerinde de görebileceği şeyler yapmak istemiş. Bu da onun multidisipliner kimliğinin bir göstergesi: “ne tam sanat, ne tam tasarım, ne tam o, ne tam bu, tanımlanamaz bir nokta,” dedi. Londra’dan sonra İstanbul'a dönüp moda sektörü, teknoloji girişimleri ve matbaa gibi farklı yerlerde kısa süreler boyunca çalışmış. Bir süre sonra kendini bir kalıba sokmaya çalıştığını ve bu şekilde para kazanmak istemediğini fark etmiş. “Yaptığım işler beni tatmin etmiyor, içimde patlayan bir şey var ve onu çıkarmam lazım, beslenmiyorum dedim kendime,” diyerek New York’a gitmiş, Mike Perry gibi birkaç sanatçı ve kreatif insan ile görüşmüş. Çoğu da New York’ta kalıp animasyon yapabileceği ama kendi sanatı ile bu şehirde hayatta kalamayacağını söylemiş. Laris de kendini orada hayal edememiş. Konuştuğu sanatçılardan biri ona yaptıklarını kutlaması gerektiğini, İstanbul’a dönüp hikayesini güzelce anlatmasını tavsiye etmiş. MOKA CORAL WOOL SCARF , Lar Studio “Daha az renk kullanan ve ajitasyondan beslenen bir ülkede optimizm ve çocuksu özgür bir ruh yaymaya çalışan bir kızsın. İçinde bir neşe var her şeye rağmen, dön kendi hikayeni yarat dedi. Ben de gaza geldim,” diyerek etkileşimini anlattı Laris. “Bence üniversiteden mezun olduktan sonra doğru, vizyonu açık ve seni gerçekten tanıyan insanlarla konuşmak çok önemli,” dedi ve bu süreçte ayrıca kendini de tanımanın önemine değindi. Bu ilham ile İstanbul’a dönüp Lar için kafa patlatmaya başlamış, sonunda kendi işini kurmaya karar vermiş. Ailesinde iş dünyasında bulunan insanlar olduğu için, farkında olmasa bile içinde bir “esnaf ruhu” olduğunu söyledi gülerek. Böylece LAR Studio, 2017’de kurulmuş. Pareo, ipek eşarp, gömlek ve bandanalardan oluşan koleksiyonlarla beraber WWF, Melez Tea ve Jön Chocolate gibi markalarla işbirliği yapan Lar, Laris ve Alara adlarının birleşimi. Portekizce de ev anlamına geliyor. Bu da aslında çok anlamlı çünkü LAR için çoğu ilham Laris’in ailesinden ve çocukluğundan geliyor. Bu mutluluğu ve pozitifliği yaymak için de çocukluğun çok önemli olduğunu söyledi. Lar Studio x Melez Tea işbirliği “LAR benim için bir kaçış noktasıydı. Bazen iyi hissetmesen de, etrafı iyi hislerle ve mutlu anlarla kaplarsan, iyi günleri hayal ederek pozitif duyguları artırabilirsin. Ben de bunu yapmaya çalıştım. C vitamini içmek gibi bu ülkede,” dedi. 20’lerinde kendi işini başlatmanın zorluğu göz ardı edilemez. Laris de bu süreç boyunca çok yorulduğunu söyledi — bol keseden burnout olmuş. Ama eğer yaptığın işe inanıyorsan, ‘ bundan başka yol yok ’ zihniyetinde ilerliyorsan, her gün bu zorluklarla yüzleşmek için enerji topladığına inanıyormuş — bir çeşit güzel-enerji-vitamini gibi. WWF Market x Lar Studio işbirliği Kendi işini kurma sürecinde Laris’in kendine hatırlattığı ve hatta duvarına yazdığı bir mantra ise: Thick Skin yani başkalarının ne dediğine aldırış etmemek, söylenen negatif şeylerin içine çok işlememesine dikkat etmek. Sözlerin ve yorumların seni etkilememesi için de kendi yolunu çok iyi çizmen ve kendini çok iyi tanıman gerektiğini paylaştı Laris. Laris'in bu yol haritasında yavaş yavaş açılmak, sürdürülebilir ve etik üretim modelleri izlemek ve bu sene biraz daha yatırım yapmak ve risk almak var. Tabii bir de ellerini kullanmaya, dokulara dokunmaya, renkler ile iç içe olmaya devam etmek. “Her şeyin otomatikleştiği bir dünyada gerek insanların, gerek üretimin yeri doldurulabiliyor. Nüansı olmuyor. Ama elle bir şey yaptığında kusurlar oluyor ve bu onu güzel kılıyor. Detayların, farklılıkların, insanı ve sanatı güzel ve özel kıldığını düşünüyorum,” dedi Laris. Standarttan uzak bir yaşam sürdürmeyi hedefliyor. Sanatla ilgili en erken anılarından biri dört yaşlarında yazın havuzda yüzüp, çıktığında meyve kokulu Play-Doh oyun hamurlarından soyut totemler yapmasıymış. Annesinin atölyesinde de, onun kullanmadığı veya “mahvettiği” tabloların üstüne resimler çizermiş. Koleksiyon çıkardığı dönemlerde zorlandığında ya da mükemmeliyetçilik döngüsünden çıkamadığında üretmeye devam etmek için kendine teslim tarihleri koyuyormuş. Tabii bir de çocukluğunda mutlu hissettiği anlardan ve kafasında kurduğu dünyadan besleniyor ve ilham alıyor. Laris çocuk kalmak ve olgun olmak arasındaki dengeyi çok başarılı bir şekilde tutturabiliyor. Pandemi sürecinin ve 20’lerinin sonlarına gelmesinin de bu dengeyi sağlamada rolünün büyük olduğunu paylaştı. WALDEN BLACK CASHMERE SCARF , Lar Studio “COVID’den önce çok daha ikizler burcu bir insandım. Yerimde duramazdım, birileri bir yere çıktıysa orada olmak isterdim. Hala içimde o hisler var ama pandemi ile galiba biraz daha sakinledim ve materyal dünyadan kendimi uzaklaştırdım,” dedi. 20’lerinin “ son demlerinde ” olmayı çok korkutucu buluyormuş. Oturan ve oturmayan şeyler arasında gidip geldiği, arafta olduğu bir dönemmiş. “20’ler benim için duygusal olgunluğumun oturmaya başladığı, hayatta gerçekten değer verdiğim insanları tuttuğum ve başı bayağı büyük maceralarla başlayıp, sonları bayağı bir olgunluk ve derslerle biten bir süreç.” FLORES NAVY BANDANA , Lar Studio Bu aralar, aklında olan renk maviymiş. Bu senenin su senesi olduğuna inanıyor ve akışta kalmayı hedefliyormuş. Rigid düzenlerden, netleştirme ihtiyaçlarından kopup, olanları kabullendiği, akışkan bir döneme girmeye çalışıyor. Bu yüzden tasarım açısından da yönelimleri akışkan şekiller ve mavi renkleriymiş. __ Hepinizin güneşin altında, şöyle rahat bir deniz yatağının üstünde, denizin küçük dalgaları ile hafif hafif sallandığınız, elinizde minik şemsiyeli içeceğiniz ile akışta kaldığı günlere, Şerefe!

Renk, Baskı ve Akış: Laris Alara Kilimci

Şubat 3, 2022

·

Makale

Renk Cümbüşü: Aylin Soley İşeri

Aylin’in hayalinde ahşaptan bir atölye var. Müstakil. Bahçeli ve sakin. Gittiğinde müziğini açtığı, kahve makinesinde hazırladığı kahveyi üfleye üfleye içtiği, oturup resim yaptığı bir yer. Anahtarlığındaki ev anahtarına dostluk edecek bir başka anahtar, evinden uzaklaşıp üretebileceği, kedisi Şeker’i de yanında getirdiği, farklı bir yer. Bu hayal hoşuna gidiyor. Aylin Soley İşeri , kedisi ile Gerçekleşene kadar ise Aylin beni arka planında bitkilerle dolu, aynalı, renkli bir salonda karşılıyor. Tabii Zoom üzerinden. Kedisi Şeker’in Junorugs tarafından dokunmuş halı versiyonu ise duvarda asılı. Bakışıyoruz. Aylin Soley İşeri , “30’una bir kalmış” bir 20’lik. Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Grafik Tasarım bölümü mezunu. Kocaeli’de büyümüş, üniversiteden sonra İstanbul’a taşınmış. Renkli, iç açıcı, bizi daha çocuksu ve saf bir dünyaya ışınlayan çizimler yapan ve güzel ses tonu olan biri. Ayrıca inanılmaz derecede mütevazı. Aylin Soley İşeri , Denizaltı Güzel sanatlar lisesini bitirdikten sonra İngilizce öğretmeni olan abisinin de yönlendirmesiyle o dönemler popüler olan grafik tasarıma yönelmeye karar vermiş. Aylin’in ailesi genel olarak onu çok desteklemiş. “Çizimler yapıyormuşum, öyle diyorlar,” dedi. “ Sağolsun ailem desteklemiş beni. Genelde o zamanlarda işin içinde resim olunca sadece ressam olunabileceği düşünülüyordu ya, o tarz bir yorum yapmadılar. Baktılar herhalde ‘ bunun matematiği de yok, Türkçesi de yok, bari sanata yollayalım ', dediler herhalde" dedi gülerek. Aylin Soley İşeri , Vazo Bu destek ile atölyeye gidip ve yetenek sınavlarına girmiş. Bu dönemi en güzel zamanları olarak hatırlıyormuş. Bir şeyler yapma arzusunun onu motive ettiğini paylaştı. Şevkli bir dönemmiş onun için. Tabii bu yılları güzel olarak hatırlamasının bir başka nedeni de sanırsam aşk. Aylin, eşi ile 14 yıl önce İzmit’te atölyede tanışmışlar. O ise Marmara Üniversitesi’nde Güzel Sanatlar okumuş. Böylece İstanbul’a adım atılmış, Aylin de üniversiteden mezun olduğu an taşınmış — "herkes gibi," diye ekliyor gülerek. Sonrasında da evlenerek, bir çatı altında iki yaratıcı birey olarak yaşamaya başlamış, kendi freelance şirketlerini kurmuşlar. Aylin, eşi ile benzer işler ile uğraşmanın besleyici olduğunu söyledi. “Karşındakinin bilen bir göz olduğunu biliyorsun,” dedi. Aylin Soley İşeri İstanbul’da bir süre reklam ajanslarında çalıştıktan sonra uzun mesailerden, yaratıcılıktan uzak üretim süreçlerinden zevk almadığına ve bu sektör için yaratılmadığına karar vermiş. Sektörden ayrılmış ve evde pastel boyalar ile resim yapmaya başlamış. “‘ Aa güzel oluyor ’ diye başladım. İlerledi, ‘ güzel şeyler yapmaya başladım, beni de tatmin ediyor ’ kısmına geldi.” dedi. Bu safhaya gelince de sosyal medyada bir sayfa açıp yaptıklarını herkesle paylaşmaya karar vermiş. Tuval, kâğıt, defter ile beraber vazoların üzerine de renkli çizimler yapıyor. Aylin ile ilgili farkettiğim bir detay, konuşma dili ile çizim dilinin tezatlığı. Çizimleri ne kadar dolu dolu ve renk patlamaları ile doluysa, konuşması bir o kadar sade, az ve öz. İkisinde de kendini farklı şekillerde ifade etti. İlk çizdiği şeyi tam olarak hatırlamasa da kuru boya ile yaptığı karanlık bir çizim olduğunu paylaştı. Şimdi ise renkler ve pastel boya ile çok farklı bir yoldan ilerliyor. Aylin Soley İşeri “İnsan arada istediğini bulamaz, zor bulur, bocalar ya da bir ritimden çok sıkılır. Şu an yaptığım şey beni çok tatmin ediyor. O renkli dünya bir anda çocukluğuma da iniyorum,” dedi. Pastel boya onu çocukken yaptığı resimlere götürüyormuş. Boyanın bu naifliğinden hoşlanıyormuş. Eli kırmızıya gitse de, en çok kullandığı renkleri ona sorduğumda saymaya başlıyor: “ Mavi, yeşil, turuncu...” Tüm renklerin üstünden geçiyoruz. "Rengi kim sevmez ki? Renk gördüğümde elim ayağım titriyor,” dedi. Aylin eskiz çizmiyormuş. Ne çıkacağını bilmeden, analog kameranla çektiğin fotoğrafları tab ettirmeye gittiğindeki heyecan gibi: kimi zaman güzel sürprizlerle karşılaşıyor, kimi zaman memnun kalmıyor. Ara renkler de kullanmıyormuş. Çat diye kağıda daldığını söyledi. Onun çizime yaklaşımında çocuk olmanın direktliğini hissediyorum: filtre, sınır, ara renkler, kuşkular yok. Çat diye giriyor. Aylin çocukların büyüdükçe gelen sınırlandırmalardan uzak yaşadığını söylüyor. Hiçbir şey o kadar ciddi değil aslında, çocuk kalabilmek, içindeki o yaratıcı çocuğu canlı tutabilmek önemli. Bu yüzden çocuklar ile çizim workshop ları yapmak, ileride de çocuk kitabı illüstrasyonları yapmak istiyormuş. Aylin Soley İşeri , sketchbook Bir diğer hayali ise metro çıkışları gibi “insanların mutsuz olduğu yerler,” olarak adlandırdığı yerlerde resim yapmakmış. “ Daha çok insana ulaşmak, rutinlerinden bir an çıkmalarını sağlamak, renkler ile onları mutlu etmek… Bu tarz şeyler yapmak hoşuma gider,” dedi. Yakın zamanda Can Yayınları’nda Kısa Klasikler serisi için illüstratörlerle çalıştıkları projede yer almış. Nathaniel Hawthorne’nun Rappaccini'nin Kızı için yanında sepeti ile çiçekler içinde oturan bir kız çizmiş. Aylin Soley İşeri , Can Yayınları Kısa Klasikler, Rappaccini'nin Kızı Şu an aşırı bir geliri olmasa bile, bir şekilde kendini idare etmeye çalıştığını söyledi. Arada hipicon ve shopier üzerinden satışlar yapsa da odağı bu değilmiş. Şu an onun en büyük amacı kendini tatmin etmek, ne istiyorsa ona göre hareket etmek. Özgün işlerin kimi zaman anlaşılmadığını ya da çok çabuk ivme kazanmadığını farkettiğini paylaştı. "Ben anlayanlarla mutluyum,” dedi. Sizi anlayanlarla çevrili olmanız ve içinizdeki çocuğu asla bırakmamanız dileğiyle…

Renk Cümbüşü: Aylin Soley İşeri

Şubat 24, 2022

·

Makale

Çorba Hâli: Gizem Öğüt

2011’de internet sansürüne karşı Türkiye’nin birçok ilinde İnternetime Dokunma! başlığı altında protestolar gerçekleşmişti. Taksim’de yapılan oturma eyleminin katılımcılarından biri, daha reşit bile olmayan Gizem’di. Küçüklüğünden beri içselleştirdiği bu aktivist hâl, onun hayatında büyük bir yer tutuyor; bunun en büyük örneklerinden biri de patriyarkaya karşı olan renkli mücadelesini temsilen başlattığı Lola's Works markası. Gizem hayatını deneyimlerin, renk cümbüşlerinin, duyguların ve birikimlerin kesişiminde yaşayan biri. Bu dünyasını çorba hâli olarak açıklıyor — tam benlik bir tanımlama olduğu için o saniye Gizem’le harika bir sohbet gerçekleştireceğimizi anlıyorum. Çok da haklı çıkıyorum. Işıl ışıl, yüksek enerjili ama aynı zamanda sakin biri Gizem. 26 yaşında ve doğma büyüme İstanbullu. Gizem Öğüt “Neşeli ve çok renkli, el işi, boya, dikiş, nakış yapan bir çocukluk geçirdim,” dedi. Küçüklüğünde evde hep resim çiziyor, annesinin öğrettiği teknikler ile dikiş yapıyormuş. Hafta sonları resim kursuna gidiyormuş. Okula gitmekten çok zevk almasa da notları iyi olduğu için lisede sayısalcı olmuş. O dönem güzel sanatlara hazırlanmaya çalışsa da iyi bir sayısal öğrencisi olmanın verdiği “yükümlülük” yüzünden sanata kaymamış. İstanbul Üniversitesi’nde Peyzaj Mimarlığı okumuş. Botaniğe olan ilgisi orada başlamış. Gizem’le konuşunca bu yol çok mantıklı geliyor; doğadan çok ilham alan biri. “Orman Fakültesinin kocaman bir bahçesi, arboretumu var ve milyonlarca bitkisi var. Sürekli bitki türleri öğrenerek geçirdiğim bir üniversite yaşantım olduğu için doğa ile çok haşır neşir olduğum bir süreç yaşadım ve o bana çok ilham verdi,” dedi. Lola's Works Mezun olduktan sonra çiçek tasarımcısı olarak çalışmış. Çiçek aranjmanları yapmak onu kompozisyon ve tasarım konusunda geliştirmiş. Bu meslekten keyif almış olsa da bu işe devam edemeyeceğine karar vermiş. “Ülke standartlarında çok sürdürülebilir olmayan, çok doğaya uygun olmayan işlerin yapıldığı peyzaj mimarlığı mesleğinde olmak istemedim,” dedi. Şu an en sevdiği bitki Protea bitkisiymiş. Bitki koruyucusu anlamına gelen bir “ Plant guardian ” dövmesi var; hayatında önemli bir yer tutan botanik dünyasını hep yanında taşımak istiyormuş. Gizem eğitim hayatına İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Sanat Tarihi yüksek lisansı yaparak devam ediyor. Disiplinler arasında gezinmenin onu daha çok beslediğini paylaştı. “Şu an okuduğum yüksek lisans programı da disiplinler arasına açık bir bölüm. Hem akademik olarak daha tatmin edici, hem de yaptığım işlere çok faydası oluyor,” dedi. Çorba hâli onun hayatında biriktirdiği, isteyerek yaptığı ya da yapmak zorunda kaldığı her şeyi bir araya getirmesine yardımcı oluyor. Zincirleme bir süreç olduğunun altını çizdi. Lola’s Works de bu çorbanın bir ürünü. 2013 yılında, nakış ve el işi odaklı tasarımların olduğu küçük bir hesap olarak başlamış. Yavaş yavaş 2018 de kendini bulmaya başlamış ve bir manifesto ortaya çıkmış: “Yarattığı modern kadın görünümleri üzerinden kadınların baskılardan, toplumca belirlenen normlardan mücadelesi sonucu kurtulmasını konu alır. Nasıl giyinmeleri gerektiğini, nasıl davranmaları gerektiğini, nasıl görünmez ve silik olduklarını söyleyenlere karşı özgürce kuşanırlar. Renklerin ve desenlerin sınırsızlığında, dayatılan kalıplardan çıkma vakti gelmiştir.” Gizem kısaca kadınların, kadın hissedenlerin, ötekileştirilenlerin, bedenlerinin mahrem, günah ya da pornografik algılandığı ataerkil topluma karşı gelmeye çalışıyor. Çizdiği ve tasarladığı kadınları renkli ve desenlerle dolu kompozisyonlara yerleştiriyor. Patriyarkaya karşı takındıkları tavrı temsilen, kadınların suratları onun çizimlerinde daha sert ve memnuniyetsiz oluyor. Çoğu kişinin maruz kaldığı giyim, kuşam, davranış kısıtlamalarından özgür, olmak istedikleri gibi olan kadın çizimlerini baskı, tişört, çanta, broş olarak satıyor. İnsanların bu ürünleri sokakta, meydanda, otobüste, okulda giyerek algıları değiştirmelerini istiyor. Toplu, sessiz bir protesto gibi aslında. Lola's Works Lola Joriga adı ise Gizem’in ortaokulda en yakın arkadaşının ona taktığı lakapmış. Bir süre sonra herkes Gizem’e Lola demeye başlamış — onun da hoşuna gitmiş. Ona hayalindeki Lola’nın nasıl birini sorduğumda, güldü: “İkizler burcuyum. Bence Lola da gerçek bir ikizler burcu. Çeşitli gelgitler, inişler, çıkışlar, kendi bukranları ile dolu bir karakter,” dedi. Çorba hâli Lola’ya da yansımış. Kendi işini başlatmak çok kolay olmamış. Kolektif çalışmanın en sağlıklı çalışma düzenlerinden biri olduğunu düşünse de işletmesinin daha o seviyede olmadığını söyledi. Pandemi koşulları ve yüksek lisans da bu denkleme eklenince, tüm sürecin zorlayıcı olduğunu paylaştı. Tasarımlarını bastıracak bir atölye bulmakta çok zorlanmış. “Toptancılar, baskıcılar, Eminönü'ndeki ambalajcılar, bir sürü amca ile, onların problem etmeyeceği bir şekilde, sağlıklı bir iletişim kurarak yapmaya çalıştığım bir süreç olduğu için çok zorlandım,” dedi. Sözlü tacizler, garip tavırları bir şekilde aşarak, çalışabileceği bir yer bulmuş ve iletişim için uygun bir dil geliştirmiş. Bu süreçte ailesinin desteği onun için çok önemliymiş. “Hem maddi hem manevi açıdan o gücü bulabildiğimiz bir durumda değiliz ülke şartları gereği. O motivasyonu ailenin sana küçüklükten beri vermesi, o şekilde büyütmesi çok önemli. Annem, babam, en yakın arkadaşlarım, ablam, erkek arkadaşım olmasa, çok zor. Bir şeyin içinde var olmak bile zorken böyle küçük işletme olarak ayakta kalmak, her şeyi kendim yaptığım bir işin içinde olmak onlar olmasa yapamayacağım bir şey,” dedi. Ülke koşullarının durmadan kendini savunmak zorunda kaldığın bir düzende olduğunu; sürekli tetikte olduğumuz, sürekli kendimizi savunmamızın gerekeceği senaryolara hazırlandığımız bir dönemde olduğumuzu paylaştı. Katılıyorum. Lola’nın renkli dünyası da aslında bu karanlığa karşı bir mücadele, bir isyan. Farklı bir dünya mümkün, o yüzden karamsarlığa bürünmek yerine o ideale tutunmamız gerekiyor. Lola's Works , Broşlar Bu mücadele kapsamında, Meme kanseri bilinçlendirme ayı için #freethenipple broş serisinin gelirlerinin %50’sini geçtiğimiz iki senedir MEMEDER’e bağışlıyor. “Broşları bunun için kullanmak doğru hissettirdi. İlerleyen zamanlarda istediğim hem bunu devam ettirmek, hem de başka organizasyonlarla fazlalaştırabilmek,” dedi. Gizem’in gelecek planlarında, şu an öğrenciler, başka tasarımcılar, Lola’nın mesajına ilgi duyanlarla e-posta üzerinden yaptığı işbirliklerini bir atölye ortamına taşımak var. “ Üç boyutlu bir hale geçirmek, insanlarla iletişimi yüz yüze geliştirmek, bu alt metnini kurguladığım işi belki orada daha da kanlı canlı olarak gerçekleştirebilmek,” dedi. Gizem’in işbirliğine bakış açısı çok hoşuma gitti; işbirliğinin sadece üretmekten ibaret olmadığını, Lola’da işlenen konular üzerine konuşup, fikir alışverişi yapmanın, ortak bir paydada buluşmanın ve birbirimizden öğrenmenin de çok önemli olduğunun altını çizdi. Üretime bakış açısı da bir o kadar güzel: “Üretmediğinde kendini beslemeye çalış,” diyerek hepimizi görsel olarak tatmin olmaya, arkadaşlarla vakit geçirmeye, dinlemeye, izlemeye, okumaya çağırıyor. Şimdiki 20’liklerin ortak hayal kırıklıkları olduğunu düşünse de, hayatı ve 20’li yaşları daha yavaştan almamız, çok baskı yaratmamamız gerektiğini vurguluyor. Gizem 8 Mart Gece Yürüyüşünde. Fotoğraf: Ebru Nihan “Yaratıcı olmanın, genç olmanın zor olduğu bir dönemdeyiz ama enerjimiz var. Çok motiveyiz, hala umutluyuz, coşkuluyuz, hareket halindeyiz,” dedi ve asla haklarımızı aramaktan vazgeçmememiz gerektiğini vurguladı. Gizem’den hepimizin içselleştirmesi gereken son bir öğüt de şu: "Kendinize iyi gelecek şeyleri yapmaya zaman ayırmak zorundasınız." O zamaaan sizi bilmiyorum ama ben ayaklarımı uzatıp kendime şöyle güzel bir çorba koyuyorum. Onu keyifle içiyor, biraz dinleniyorum. Sonra mücadeleye devam.

Çorba Hâli: Gizem Öğüt

Mart 10, 2022

·

Makale

Bulutların arasından: Yeraz Gökbaş

Yeraz Gökbaş , İstanbullu bir grafik tasarımcı ve sanat yönetmeni. Yolumuz, 20’likte çoğu zaman olduğu gibi başka Alıp Başını Gidenler sayesinde kesişti. ACT Istanbul’un kurucusu Elif ile yaptığım röportaj sırasında Yeraz tarafından tasarlanan logodan bahsetmiştik. O günden beri Yeraz’la konuşmak, onun hikayesinin bir kısmını dinlemek çok istemiştim. Bir araya gelmeyi başardık. Çok da güzel oldu. Yeraz, Saint Benoit’dan mezun olduktan sonra Koç Üniversitesi'nde Medya ve Görsel Sanatlar okumuş. Çocukluğundan beri çizim yaptığı için, üniversiteye ilk başladığında yaratıcı bir alanda olmak istediğini bildiğini ama o sırada grafik tasarıma yönelmek için gereken yeteneğe ya da cesarete sahip olduğundan emin değilmiş. Lisede moda tasarımına ilgi duymuş ama genel olarak aklında reklamcılık varmış. Yeraz Gökbaş “Lisedeyken insan sektörde ne olduğunu bilmediği için; aklımda sadece reklam gibi bir şey vardı ama o bir bulut içinde ne var bilmiyorsun, içine girdikten sonra anlıyorsun sektörü, o yüzden deneyim çok önemli,” dedi. Yeraz da çeşitli reklam ajansları ve butik tasarım ofislerinde stajlar yaparak deneyim ve bilgi toplamaya başlamış, böylece nelerden zevk aldığı netleşmiş. Mesela reklam sektöründe ticari kaygıların ön planda olduğunu gözlemlemiş; bunun her sektörde olduğunu bilse de, özellikle reklamcılıkta işin yaratıcılık kısmını körelttiğini düşünüyormuş. Bu deneme yanılma sürecinde, üniversitede aldığı visual design derslerinde vektörel çizimler yapmaya başlaması ve hocalarının desteği ile grafik tasarımı çok sevdiğini fark etmiş. Üniversite hayatı boyunca kendini geliştirmek için çok çabalamış. Yeraz Gökbaş , Muhabbet Bar Menü Tasarımı “Birazcık kendimce hırs yaptığım bir dönem oldu çünkü tasarım çok öznel fakat aynı zamanda herkesin beğendiği bir nokta da var. Oraya ulaşana kadar çok fazla deneme yanılma yapmak gerekiyor. Her yaptığını herkes beğenmiyor. Özellikle de benim yaptığım daha marka kimliği ya da sosyal medya gibi işlerde o göze hitap etmesi için belli başlı tasarım know-how ları ve kuralları var,” dedi. Yeraz illüstrasyonda bir tarz oluşturmak için kendine küçük projeler yaratmış. İllüstrasyon tarzını şöyle özetliyor: kontrast renkler, soyut şekiller, espirili şeyler. “Çok gerçekçi şeyler beni heyecanlandırmıyor,” diye ekledi. Tabii bu tarzın da her çalıştığı markanın hikayesine göre şekillendiğinin altını çizdi. Dergi ve film gibi yaratıcı ve görsel kaynakları beyninde fark etmeden depoladığını ve işlerinde onlardan ilham aldığını söyledi. Yeraz Gökbaş , Bom Dia Menü Tasarımı Üniversitede bir değişim programına katılarak 6 ay New York’ta Baruch College’da okumuş. Koç’ta psikoloji yan dal da yaptığı için New York tamamen tasarıma odaklanmasına alan açmış. Ders içeriği ve hocalardan çok zevk aldığını paylaştı. “ [New York'da] kreatif bir insan için etrafta görmek, okumak, duymak için çok fazla şey var. Genel olarak besleyici bir dönemdi benim için.” Türkiye’ye döndüğünde freelance projeler almaya başlamış, hatta üniversitenin son senesinde Datça Tiyatro Festivali için posterler ve sosyal medya postları tasarlamış. Mezun olduktan sonra da bu projelerin devamı gelmiş; OhSevenDays, Apero Dükkan, Bom Dia, Muhabbet Bar gibi bar, restoran ve markalar ile çalışmış. Yeraz Gökbaş , Toliana ambalaj tasarımı Freelance projeler ile beraber Better Things Studio adlı bir ajansta 1,5 senedir yarı-zamanlı çalışıyor. Böylece bir çoğumuzun ( ya da en azından benim) hayalini kurduğu dengeyi sağlamış bulunuyor; biraz sabitlik, biraz kendi düzeni. Köklü bir yerde çalışmanın tasarımcı olarak onu çok geliştirdiğini, freelance olarak da kendi tarzında işler yapma şansının olduğunu paylaştı. “İkisini beraber yürütmek bana keyif veriyor, çok memnunum. Değiştirmek istemezdim. Farklı bir düzen ve herkesin tercih edeceği bir şey değil. Ben dinamizmi ve hareketi seviyorum,” dedi. Yeraz da duramayan biri. Better Things’de markalara kreatif danışmanlık, branding, art direction ve styling hizmetleri veriyorlarmış. Hatta Yeraz işin fotoğraf kısmını da bu ajansta çalışarak öğrenmeye başlamış. Freelance projelerinde ise daha çok branding, ambalaj tasarımı, illüstrasyon ağırlıklı editoryal işler yapıyor, ara sıra sosyal medyaya da bakıyormuş. “Freelance olarak yaptığım branding işinde marka bana geliyor, sıfırdan ele alıyorum. Bir markayı sıfırdan kreatif bir şekilde yaratma süreci benim en sevdiğim şey. Tabii her tasarımcı bunu ister…” dedi. İleride şarap şişesi etiketi tasarlamak ve cafe brandingi yapmak istiyormuş. Yeraz Gökbaş Özellikle elle tutulabilir şeyler üretmekten çok keyif aldığını söyledi. “Ambalaj tasarımında yaptığın şey bir buluttan ibaret değil; sosyal medya ve dijital tasarım biraz daha öyle. Ambalaj gibi şeylerde ortada fiziksel bir sonuç olduğu için çok keyif veriyor. Keyif alınca da güzel şeyler ortaya çıkarıyorsun, ilham biraz böyle bişey,” dedi. Düzeninden memnun olsa da gelecek planlarında kendini daha da geliştirmek var. “Şu an yaptığımın birkaç adım ilerisinde bir şey yapmak isterim: iş kalitesi, iş kadını olarak konumlandırdığım yerde daha da iyi bir yere gelmek istiyorum,” dedi. Bu alana özellikle bir kadın olarak katkı sağladığı için mutlu, sektörün geleceği için de umutlu olduğunu söyledi. Çabalayarak, çalışarak ve üstüne giderek geliştiğini ve bu alandan çok zevk aldığını paylaştı. “İyi ki bu alanı seçmişim. İyi ki cesur davranmışım çünkü bireysele geçme süreci birazcık boşluğa doğru atlamak gibi bir şey. Bilmiyorsun, garantisi yok,” dedi. 20’li yaşların kendini keşfetmek, biraz yuvarlanmak, biraz kendi yolunu çizmek için olduğunu düşünüyormuş. Kararların ağırlığının daha çok hissedildiği, kişiliğin de biraz daha oturduğu bir dönemmiş. “O yüzden tavsiyem iyi kararlar verin. Deneyim ve bir noktada cesaret de her şeyden önemli,” dedi. Kısaca neymiş? Cesur olun, istediklerinize atlayın.

Bulutların arasından: Yeraz Gökbaş

Haziran 16, 2022

·

Makale

Kağıt, Kalem, Tablet: Mehmet Ali Akyüz

Mali 6 yaşında attan düşüp hastaneye kaldırıldığında ailesi ona kendini eğlendirmesi için bir resim defteri getirmiş. O da serumlu kolları ile hastanede resimler çizmiş. Lisede kendini sınıfın en arkasında oturup resim çizen kapüşonlu kulaklıklı kişi olarak tanımladı. Zaten Zoom’da bir araya gelip, kedili bardağından aldığı kahve yudumları arasında gerçekleşen konuşmamızdan anladığım, Mali’nin durmadan çizdiği — kimi zaman sıkıldığı için çoğu zaman da kendini geliştirmek istediği için. Çocukluğundan beri çizdiği bu süreçte tek değişen onun giderek çizimlerini ve üretim sürecini bir amaca doğru yönlendirmesi. Mehmet Ali Akyüz , ya da Mali, 1998 Konya doğumlu bir çizer. Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Grafik Tasarımı mezunu. Stajlarını Konya’da tamamlamış, şimdi iş arayışında. İstanbul’un sanatçı topluluğunu renkli ve heyecan verici bulduğu için orada iş bulmak istiyormuş. Tarzı arada değişse de, uzun bir süredir çizimlerinde, Tadanori Yokoo ve Yoshikazu Ebisu gibi Japon grafik tasarımcı ve illüstratörlerden ilham alıyor. Günlerini çizerek, farklı Japon sanatçıların arşivlerini inceleyerek, onları çalışarak, pratik yapıp tarzlarını içselleştirerek geçiyormuş. Görsel : Mehmet Ali Akyüz İlkokul döneminde resim kolundaymış. Karikatürler çizerek çizim yarışmalarına katılır ama hiç birinci olamazmış. “Kayda değer bir başarım yok ama hepsine katılıyordum," dedi. Mali görüşmemiz boyunca kendinden çok mütevazı bir şekilde bahsetti. Başarılarla beraber başarısızlıklar, denemeler, yanılmalar, duraksamalar, hepsinin kendi sürecinin bir parçası olarak gösterdi. Bu çok iç açıcı bir yaklaşımdı benim için. ‘ Deniyoruz bir şeyler ’ şemsiyesi altında sevdiği şeyi kovalayan biri ile konuşmak çok keyifli. Sonuçta bir yoldayız, gidiyoruz. Onun da süreci biraz böyle; geliştirip hayatının parçası olmasını istediği şeyi seçip üstüne yoğunlaşmış, tamamen kendi emeği ile. Mali'nin lise yıllarından çizimleri “İnsanın kendi istemesi ile oluyor. Çok profesyonel değilim daha, daha yeni yeni öne çıkmaya başladım,” dedi ve çok gelişme kaydettiğini paylaştı. Ablasının izinden gidip grafik tasarım okumadan önce Mali, İngilizce öğretmeni olmayı planlıyormuş. İki sene dil sınıfında bulunduktan sonra İngilizcesini yeterli bulmadığını paylaştı — zaten öğretmenlik yapmak da tam ona göre değilmiş. “‘Ben çiziyorum en iyisi,’ dedim. Öğretmenlik de bana göre değil, tahtaya çıkıp bir şey anlatamam. En iyisi ben grafik tasarım okuyayım ablamın yolunda. Gittim aynı okula girdim,” dedi. Ailesi de karışmamış. Annesi zaten Mali ilkokuldayken sınıf annesi olarak hep tahtaya resimler çizermiş. Ailede de bir resim sevdası yok değil yani… Görsel : Mehmet Ali Akyüz Üniversitenin ilk birkaç senesinden çok zevk aldığını söyledi. Temel tasarım ve baskı derslerine giren Dr. Semih Büyükkol ve Doç.Dr. Birsen Limon gibi birkaç hocanın ona çok katkı sağladığını, gelişmesinde rol oynadığını paylaştı. Tabii sonra pandemi oldu. Okullar Zoom’a geçti. Mali dahil hepimizin sosyal, iş ve eğitim hayatı bir anda değişti ve evimizin dört duvarı arasında sıkışıp kaldı. Bu Mali’yi derinden etkilemiş. Sosyal hayatının kaybı ile daralıp ağır bir depresyon geçirdiğini paylaştı. Hastanede kalıp biraz zaman geçirmiş. Şimdi ise çok iyi olduğunu söyledi. Bu deneyimden öğrendiği en önemli şeylerden biri de üretmeye devam etmesi gerektiğiymiş. “Çizmeyince kötü oluyorum. Kafamı dağıtabileceğim tek şey bu belkide. Manyak şeyler çizeyim de rahatlayayım. Daha bile çok üretmek istiyorum artık.” Pinterest ve başka sanatçıların işlerine bakmak ona ilham verse de en büyük ilhamlarından birinin hayal kurmak olduğunu söyledi. “Mesela bir kaleme bakıp hayal kuruyorum, ‘bu kalem uçsa ne olur?’ İnsan çok düşünüyor tuvalette. Tuvalette çok ilham geliyor,” diyerek beni güldürüyor. Görsel : Mehmet Ali Akyüz Fikirlerini telefonuna not alıyormuş, bana Zoom üzerinden gösteriyor. Sonra da masasının alt çekmecesinden eski yaptığı çizimleri çıkarıp onların üstünden geçiriyor. Kağıttan bilgisayara geçiyoruz. Ekranını paylaşıp bana şu an üstünde çalıştığı bir çizimi gösteriyor. Şu ana kadar dört saatini verdiği bu çizimin ilhamı olan ilk küçük illüstrasyonu, oradan da nasıl fikirlerinin aktığını görüyorum. Bu da 20’liğin en görsel röportajı olarak tarihe geçiyor ( not: tabii ki Elif Murteza ile yaptığım röportajdaki slide show'u unutmuyorum ). Beynine sınırlar koymayan biri Mali. Böylece renkli, ilgi çekici ve özgün işler ortaya çıkarabiliyor. Şu an kısa hikayeler yazıyormuş. Onları bu yaz çekip festivallere göndermeyi planladığını söyledi. “Spike Jonze, Danny Boyle, Gus Van Sant gibi yönetmenlerin filmografilerini inceliyorum,” dedi. Mali, küçükken Derin araştırmalar yapan mükemmeliyetçi biri Mali. Evet kendi yolunda gidiyor, yaratıcılığını sınırlamıyor ama arkasında saatlerce araştırma ve başka sanatçıların analizleri bulunuyor. Pablo Picasso (yada Dalai Lama)-vari bir ‘ kuralları öğren ki sonra istediğin gibi kır ’ yaklaşımı var sanata. Gelecek hayallerinde uluslararası çizimler yapan biri olmak ve geçimini sağlayabilmek var. 20’li yaşlarının deneme yaşları olduğunu vurguluyor. Günün sonunda sevdiği ve tüm zamanını ayırmak istediği bir şey yapıyor olmak onu mutlu ediyor. Sanırım kendi gözünde çok da büyütmek istemiyor. " Kağıt kalem işte, çok da bir olay yok... "

Kağıt, Kalem, Tablet: Mehmet Ali Akyüz

Haziran 2, 2022

·

Makale

Geçmişin Kalıntıları: Özge Birol

Özge, ortaokulda arkeoloji kulübündeymiş. Hocalarının bahçeye gömdüklerini arkadaşları ile kazıp çıkarırmış. Okulunun bahçesinde başlayan bu yolculuğu, yıllar sonra Fransa’nın güneyinde bulunan Mandrin Mağarası kazısı ile devam etmiş. Dr. Ludovic Slimak ile çalıştığı bu kazıda parmak ucunda çömelerek, pür dikkat cımbızla parçalar topluyormuş. Bu kazıda yüzeye çok yakın olmasına rağmen çok iyi korunmuş bir insan buluntusu ile karşılaşmış. Bir fırça dokunuşu ile 3-4 tane diş minesi görmüş. Bir anda geri çekilmiş. On binlerce yıl öncesine ait bir kalıntı ile yüz yüze gelmiş. “Beni çok etkilemişti. Paleolitik Çağ ile bu yüzden daha çok ilgileniyorum. Bambaşka bir dünya bir kere, iklim farklı, coğrafya farklı, insan türleri, hayat türleri, ormanlar bile çok farklı. Biraz romantik geliyor böyle söylemek, pek bilimsel değil, ama masal gibi geliyor. Çok heyecan verici bir şey o kemiği görmek,” dedi. Özge Birol, 29 yaşında İstanbul doğumlu bir arkeolog ve anne. Kadıköy’de doğup büyümüş, çocukluğu Acıbadem’de geçmiş, lise hayatı ise Beşiktaşta. Şu an ise Hitit Üniversitesi’nde Arkeoloji bölümü öğretim görevlisi olan eşi Ozan ile Çorum’da yaşıyorlar. Bu değişim ilk başta biraz gözünde büyümüş olsa da, şehrin sakinliğini sevdiğini söyledi. Özge’nin uzmanlık alanı taş aletler ve taş teknolojisi. Haziran ayında bir yaşını dolduran kızı Defne ve eşi ile beraber kazıya gidiyorlar. Özge, İstanbul Üniversitesi’nde tarih okumuş. Aklı arkeolojide kaldığı için tarih öncesi arkeoloji bölümünden yan dal yapmaya başlamış. Hocalardan ve konulardan çok zevk almış. Mezun olduktan sonra tarihi geride bırakıp tüm ilgisini arkeolojiye vermiş. Tarih öncesi arkeoloji yüksek lisansını tamamladıktan sonra üniversite sınavına bir daha girerek tarih öncesi arkeoloji okumak için üniversiteye gitmiş. 1999-2000 doğumlularla beraber okumuş. Kendisinden 10 yaş büyüklerle daha kolay anlaşabildiğini, 10 yaş küçüklerin daha farklı geldiğini söyledi. Buna rağmen tuttuklarını koparan bir nesil olduklarını vurguladı. “Biz biraz daha bastırılmışız ama onlar biraz daha kendini öne çıkarmaktan korkmayan da bir kuşak,” dedi. Arkeolojinin hayatına şans eseri girdiğini, çok da severek yaptığını söyledi. 9-10 yıldır kazılarda ve yüzey araştırmalarında çalışıyormuş. İlk kazısını Bursa’daki Aktopraklık Höyük’te yapmış. Arkeoloji’nin insanı çok değiştirdiğinden bahsetti. 20, hatta bazen, 100 kişinin beraber yaşadığı ve yaptıkları işten çok tatmin oldukları bu kolektif yaşamdan zevk aldığını söyledi. “Herkes yazın denize gidiyor, biz de yaz gelse de kazıya gitsek diyoruz,” dedi gülerek. Kazıya gittiklerinde sabahları 4:30-5:00 sularında uyanıp, çabucak kahvaltı ettikten sonra günün ilk ışıklarında çalışmaya başlıyorlarmış. Saat 10 gibi, kuşluk adını verdikleri bir atıştırma molası verip öğlene kadar çalışmaya devam ediyorlarmış. Çok sıcak günlerde öğle yemeğini evde yiyor, kazıdan gelen malzemeleri yıkayıp üstlerine kodları yazıyorlarmış. Sonra araziye dönüp biraz daha kazıyorlar, günü buluntuların fotoğraflanması ile bitiriyorlarmış. “Emek işin içine giriyor. İlgiliysen o seni çok tatmin ediyor. Sadece bir şey bulmak değil kazı; o çok küçük bir kısmı. Onu belgelemek, yorumlamak, tartışmak, vs. Bazen gerçekten çok zor olabiliyor ama hep kendime önemli bir şey yaptığımı hatırlatıyorum,” dedi. Genelde kazılarda yemek, konaklama ve kimi zaman yol parası gibi masraflar karşılansa da maaş almıyorlarmış. Bu da yaz boyunca çalışma ihtiyacı olanların kazılara rahatlıkla gidemeyeceği anlamına geliyor. Özge Arkeolog olarak para kazanmanın zorluğuna değindi. Bu nedenle pandemiden önce iki yıl boyunca anaokulunda İngilizce öğretmenliği ve İngilizce sınıf öğretmenliği yapmış. 2-3 yaşında çocuklarla zaman geçiriyor ve bir gün çocuk sahibi olmak istiyormuş. Ama hamile olduğunu öğrendiğinde çok şaşırmış; doktorasını tamamladıktan sonra çocuk sahibi olmayı planlıyormuş, oysa ki. Arkadaş grubunda ilk çocuk sahibi olanmış. “Kafamda bambaşka şeyler varken aslında hayatımın seyri değişti,” dedi. Özge ve kızı Defne Hamile olduğunu öğrendiğinde ilk çok mutlu olmuş sonrasında biraz panik olmuş. Pandemi döneminde hamile olmanın getirdiği zorluklar ile beraber hayatının ve kariyerinin gidişatını sorgulamış. Ancak zaman geçtikçe, karnı büyüdükçe, cinsiyeti öğrendikçe sakinlemiş. “İyi ki de oldu,” dedi. “Arkeolog bir ailede büyüyeceği için çok mutluyum aslında. Eşim de ben de doğayı çok seviyoruz.” Özge, sınavları ve mülakatı güzel geçerse Eylül ayında doktoraya başlamayı planlıyor. Arkeolojide meslek edinmek, hem öğrenciliğe devam etmek hem de öğretmek istiyor. Kızı için ise spesifik bir hayali yok; bilinçli ve duyarlı bir birey olmasını istiyor. Bir de sporun faydasını gördüğü için kızının da spor ile ilgilenmesini istiyor. Fransa’da bir mağarayı gezerken Paleolitik insanların yaptığı duvar çizimlerine bakıyormuş. Hayvan çizimlerinin ve çeşitli sembollerin arasında, el baskıları görmüş. On binlerce yıl öncesinden el izleri, bir yaşanmışlığın kanıtını görmek onu çok etkilemiş. Özge'yi dinlerken, dünyanın tarihinde ne kadar küçük bir yer tuttuğumuzu hatırladım. Bizden önce yaşayanları ve bizden sonra gelecekleri düşündüm. Geçmişe, asla deneyimleyemeyeceğimiz ve anlayamayacağımız dünyalara ait şeyler bulmak çok etkileyici (... olsa gerek. Ben müzelerde bile çıldırıyorum). Bulunduğumuz anın önemini, geçmişin de değerini asla unutmamamız dileği ile, Şerefe :)

Geçmişin Kalıntıları: Özge Birol

Mayıs 5, 2022

·

Makale

Keyfi Tadında: Emre Bilgin

"İyi misin sorusu ile başlıyor her şey." Tek başına bara gelmişsin. Moralin biraz bozuk, evde de yalnız kalmak istemiyorsun. ‘ Çık dışarı, kendine gelirsin, ’ diyerek kendini atıyorsun muhabbet ve buzun cam bardaklara vurma sesi ile dolup taşan bir mekana. İçkini istiyorsun, bir yudum alıyorsun. Ağzının içi patlayan şeker yemişsin gibi gıdıklanıyor. Güzel . Henüz kafanı sipariş verirken bile kaldırmamışsın. Sonra barın karşı tarafından şu ana kadar sadece ellerininin hızlıca çalışmasını izlediğin birinin sana bir şey sorduğunu duyuyorsun: “ iyi misin? ” Sözleri bulamıyorsun, tam ne desen bilmiyorsun. Bir bakıyorsun barmen elinde iki shot bardağıyla yanına geliyor. ‘ Bu da geçer merak etme, gel hadi şerefe ’ diyor. O an bu güleç yabancıdan aldığın destek sana gereken umudu veriyor. İyi hissediyorsun. ‘ İyi ki geldim, havam değişti, ’ diyorsun kendi kendine. Barmenlere gayriresmî terapist derler. Her barmen için konuşamam ama Emre ile Zoom buluşmamız bittiği an kendi kendime dedim ki, ' kalbim kırık, moralim bozuk, bir bara girdiğimde karşımda bu sıcacık ve komik insanın olmasını isterdim. ’ Tabii Emre’nin görevi hepimizin sıkıntılarını dinlemek değil ama bazen acımıza panzehir, neşemize ortak olan kokteyller ile onları hazırlayanlar bir oluyor. Ne demiş şair? Sanatı, sanatçıdan ayıramazsın. Emre Bilgin , Temmuz 1997 doğumlu bir İstanbul yerlisi, Beyoğlu ve Beşiktaş mahallelisi. 5 yıldır Cihangir’in ‘ müdavim barı ’ olarak adlandırdığı Geyik Coffee Roastery & Cocktail Bar ’da çalışıyor. Bu seneki World Class Turkey barmenlik yarışmasını kazanarak, Türkiye’nin en iyi barmeni seçildi ve Eylül’de Sydney’de gerçekleşecek World Class Global finalinde yarışacak. Küçükken pilot olmak istiyormuş ama gözleri bozuk olduğu için hayalini masa başında oturmayacağı başka bir işe değiştirmiş. Zaten hiç yerinde duramazmış. İlk içkisi 14 yaşında çok acı bulduğu için bitiremediği teneke Efes biraymış. Mevsime göre değişse de yapmaktan ve içmekten en zevk aldığı içkilerden biri Daiquiri’ymiş. 18 yaşında kendi parasını kazanıp, ekonomik özgürlük ilan etmek için Beşiktaş’ta bir bistroda çalışmaya başlamış. “İnsanlara patates bira getiriyordum, alaylı olarak büyüdüm. Öğretmeyi ve değer katmayı seven insanlar vardı etrafımda. Ben de bilgi emmeyi seviyordum. Bir de yüzüm güleç bir adamım, onun da bir avantajı oldu,” dedi. İki sene çalıştıktan sonra bir gün “birçok halta beraber girdiği,” yakın arkadaşlarından biri, Geyik’te çalışmaya başlamış. Emre çalıştığı yerdeki düzenini bırakmaya çok istekli olmasa da Geyik’te bir kokteyl içmeye gittikten sonra fikrini değiştirmiş. “Tamam burada başlayabilirim,” demiş ve hemen işe koyulmuş. Bu mekanın ona çok şey kattığını paylaştı; tat algısını geliştirmiş, iletişim becerilerini kuvvetlendirmiş ve gelen insanlarla etkileşimi ona yeni bilgiler sunmuş. Barda oturanlarla dost, barın arkasındakiler ile aile olduğunu söylüyor. World Class yarışmasına da geçen sene tesadüfen katılmış. Sektörde olan bir arkadaşı şanslarını denemelerini, ilk aşama için yapmaları gereken tek şeyin bir tarif yollamak olduğunu söyleyince şanslarını denemeye karar vermişler. Bu küçük adımdan sonra, yarışmada üçüncülüğe yükselmiş. “Üçüncü olduktan sonra dedim ki o zaman ben birinci de olabilirim. Bu organizasyonda çok daha farklı bir aile sisteminin olduğunu görünce bir hoşuma gitti açıkçası. Sonra dedim ki bu sene o sene. Bu sene katılacağım ve kazanacağım, yapacak bir şey yok. Ona göre hazırlanmaya başladım,” dedi ve şu ana kadar kazanan en genç şampiyon oldu. Bu ünvan ile gelen bir sorumluluk hissi olduğunu söyledi. “Benim görevim yeni nesil barmenlerle, eski nesil ' abilerimiz, ablalarımız ' arasındaki bağlayıcı unsur olmak. Onlardan alacağım, onlara taşıyacağım,” dedi. Türkiye finaline hazırlanırken arkadaşlarının ve sevdiği insanların desteğini çok değerli bulduğunu söyledi. Bu süreçte erken kalkar, mutfakta gözlerini kapatarak oturur ve sadece çeşitli kokteyl karışımları hayal edermiş. Avustralya’da gerçekleşecek uluslararası final için de aynı yolu izlese de, fikir paylaşımı ve kaynak açısından daha güçlü bir ekibi olduğunu söyledi. Sydney’de onu en çok heyecanlandıran şeylerden biri de tanışacağı insanlarmış. Kokteyl yapmaya başlama hikayesinde ailesinin rolünün büyük olduğunu söyledi. Annesinin yemek yapmasını izleyerek büyüdükten sonra, onun sos ve baharat karışımlarını düşünerek kokteyl yapmaya başlamış. “Dedem beni Kayseri’de bağlara götürürdü. Bademler çiğnerdik. Cebinden tane kangal sucuk çıkarırdı, saplardı onu ateşte döndürürdü, onu yerdik. Milletin bahçesinden meyve çalardık. Biraz tat damak kısmına girişler çıkışlar da onlardan,” dedi. Onun deyişi ile “ tat çarpıştırmaya, ” ve yemek yapmaya ilgi duysa da, oturup yiyebileceği tek öğünün kahvaltı olduğunu söyledi çünkü diğer öğün saatlerinde barda çalışıyormuş. "Biz barmenler çok güzel kahvaltı hazırlarız," dedi. Emre bu sektörde ilerleme kaydederken aynı zamanda Marmara Üniversitesi’nde işletme okuyormuş. Yedi senedir öğrenciliğinin devam ettiğini söyleyerek gülüyor. Belki ileride kafasına koyup diplomasını almayı planlasa da, şimdilik odağının bu olmadığını söyledi. Süreçte, ya okula ya da sevdiği sektöre zaman ayırması gerekiyormuş, ikisini aynı anda götürmek zormuş. “Üniversiteden vazgeçip sektöre adım atmak gibi bir durum değil, sadece ikisinin arasında bir karar vermek zorunda kalıp, sektörü seçmek durumu var. Hem aile, hem bireysel aldığın haz hem de kazancın bu kararı verirken etkili oluyor,” dedi. Türk toplumunda genel olarak bu sektöre biraz önyargı ile yaklaşılsa da, Emre’nin ailesi onun hangi işte mutluysa orada kalmasını çok desteklemiş. “Annem diplomanı alacaksın derken, şampiyonluktan sonra ‘ kupayı alacaksın, Sydney'den getireceksin bize ,’ demeye başladı. Öyle bir dönme yaşandı, boşver diplomayı,” diyerek gülüyor. Gece hayatına yönelik kötü algıların yavaş yavaş yıkıldığını gözlemlediğini söyledi. Belli kesimlerin giderek kokteyl kültürüne merakının arttığını, tat profillerine ilgi duyduğunu, nasıl bir kokteyl istediklerine dair yorumlar yapabildiklerini söyledi. Pandemi ve enflasyonun hayatlara etkisini görebilse de, şaşırtıcı bir şekilde kendi sektöründe talebin arttığını söyledi. “İnsanlar belli bir saat mesai yaptıktan sonra kazandıkları para ile kendilerini tatmin etmek istiyorlar ama kazançlarının büyük çoğunluğunu vermek zorunda kalıyorlar. İnsanlar içlerindeki açlığı doyurmak zorunda ve bunun için uzun vadeli hazlardan ziyade kısa vadeli hazlara dönüp, yeme-içme sektörüne yöneliyorlar. ‘Ben kendime, telefon, kulaklık, cart curt alamıyorsam, doyururum kendimi, içki içerim o zaman ben de. Bunu yapacaksam kalitelisini yaparım,’ diyorlar,” dedi. 25. Yaşının bir dönüm noktası olduğunu düşünüyormuş; kendini olgunluk ve gençlik arasında ince bir çizgide görüyormuş. “O çocuğu yaşatacağım çünkü onunla varım ama aldığım kararlar hayatımda uzun vadede temel oluşturabilecek kararlar. Yapacağım hatalar, uzun vadede geri dönüş yapılabilecek hatalar. Aslında riskli bir yaş ama bir yandan da çok keyifli bir yaş çünkü tam ortasındasın, hem gençsin hem olgunsun, ikisinin tadına varıyorsun.” Eee o zaman her şeyin tadına varmaya içelim mi? Hadi şerefe! Not. beni Emre ile tanıştıran Beliz'e çok teşekkür ediyorum.

Keyfi Tadında: Emre Bilgin

Temmuz 21, 2022

·

Makale