aposto-logo
TR
TREN

Duende - Keşif Sahnesi

Her hafta müzik evreninden bir konukla bilinenden bilinmeyene doğru bir keşif yolculuğuna çıkıyoruz. Keşif Sahnesi her pazar e-posta kutunda.

16 Hikâye

Akan nehri bulmaya çalışmak: Umut Çetin

Biraz mahalle arasında top oynamanın peşinde, biraz apartman dairesinde kendi dünyasına eşlik eden oyunlarla geçti Umut’un çocukluğu. Yer Gebze. Anne ve babası orada çalıştığı için onlu yaşlarına kadar orada büyüdü. Müzikle ilgili ilk anıları arasında Kayahan’ın “Ne kadar mutluyuz seninle, ne kadar mutluyuz bilemezsin,” sözleriyle başlayan Galatasaray için yazdığı bir şarkı var. Yarı komik, yarı eğlenceli bir anı olarak kalmış zihninde. Tekrarı sorulmayacak kadar dinlenmiş, coşkusu bol bir buluşma. Umut'la gün ortasında, sokağa bakan masanın birinde. Gebze’ye kadar gelmişken evin başka odalarına bakmadan olmaz. Salonda bir bağlama var. Umut’un babası ve amcalarının halk müziği ve türküler söylediği toplaşmalardan kalma. Umut’un odasına önünden geçerken içeride yalnız olmadığını farkettim. Yanında Evren ablası var. Ona daha 9 yaşında Queen’in Greatest Hits II kasetini hediye etmekle kalmayan, albümden şarkıları kasetçalardan son ses açıp yatak üstünde zıplayarak rock’n roll coşkusunun nasıl yaşanacağını da öğreten insan. “Benim için müzik yolculuğunu başlatan isim oldu,” sözlerinden Evren ablanın önemini anlamak mümkün. İlkokul dönemini Queen dinlemenin ona kattığı havalılıkla kapatan Umut, ortaokulu paten kayıp çeşitli punk aksesuarları takarak Linkin Park ve Limp Bizkit dinleyerek geçirdi. Bu sırada kardeşiyle birlikte piyano dersi almaya başladı. O dönemki sabırsızlığı ve hızlıca çalabilmeye olan takıntısı piyano eğitimi arada bir yerde bıraksa da lise yılları ve hiç düşünmeden grup kurma özgürlüğü onu başka bir enstrümana yöneltti. Gitar dersi alan bir arkadaşına özenerek ders almaya başlayan Umut, biraz geriden geldiği için gruba basçı olarak dâhil oldu. Öne doğru adımını ise vokalleri de üstlenerek attı. Umut'la şarkılarını kaydettiği stüdyoda Lisenin son günlerini bilgisayar başında besteler yaparak geçiren Umut, MySpace’e yüklediği şarkılarından biri için Cem Adrian’dan mesaj aldı. Kendi dünyasında ürettiği sesler, yolculuğa çıktı ve kıymetli görünen kulaklardan geçerek beğenildi. Belki Cem Adrian’la devamı gelmedi ama Umut, müzikle kurduğu içgüdüsel ilişkiye ve onun verdiği özgünlüğe sığındı. “İnan hiç kapsamlı bir düşünceyle gerçekleşmedi,” diyerek açıkladığı Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü tercihini “Müzik bir şekilde kendime inandığım ve güvendiğim bir şeydi,” sözleriyle gerekçelendirdi. Bence gayet yeterliydi. Müzikle kurduğu duygusal bağı teorik bilginin içinde kaybetmek istemeyen Umut, ilk birkaç yılı sallantıda geçirdiği bölümü “Çok gurur duyduğum bir iş oldu,” diyerek anlattığı disiplinlerarası ve çağdaş müziğin ön plana çıktığı bir projeyle tamamladı. Onun için müzik, ilişkiye girmek gibiydi. İçinde hem sayısız kaygı hem de benzersiz mutluluklar vardı. O dönemki dansçı kız arkadaşıyla birlikte hazırladığı 23 dakikalık bitirme projesi, daha doğrusu gösterisi, bir bakıma müziği boyutlandırmaktan ibaretti. İçine neler koyduğundan çok dışa doğru verdiği meyveler önemliydi. Umut'la kahvaltısız başlayan günün kahveyle gelen mutluluğunda Üniversiteden mezun olmadan 1,5 yıl önce bir arkadaşının kayıt stüdyosunda çalışmaya başlayan Umut, çok yakın zamana kadar devam eden bu dönemi “6 sene sürdü. Çok geniş, içinde pek çok şeyi kapsayan bir yolculuktu. Çok öğretici oldu. Üniversiteden daha çok şey öğrendim,” sözleriyle tamamladı. Biri bitip diğeri başlamaz her zaman. Stüdyoda geçen dönemin son birkaç yılında Nilipek., Kalben ve İdil Meşe’in müzikal dünyasında prodüktör pelerinini üzerine alarak kısa yolculuklara çıktı. Hem iyi hissettiği hem de iyi hissettiren kayıtların bir parçası oldu. “ Müzik yapıyordum ve kişisel dertlerimin çok daha azdı. Daha özgür hissettim o dönem. İşin iyi olmasını istiyordum. Kendimden bir şey katıyor, güzel bir yöne gittiğini görebiliyordum,” sözlerinden motivasyonunu anlamak da mümkün. Bu yazıda olduğu gibi Umut’un solo kariyeri de müzikal yolculuğunda pek çok durağı geride bıraktığında belirginleşti. “Yaptığım müzikle öz değerimi eş tutuyordum,” diyen Umut, bir süre kendine iyi müzik yaptığını ispatlamaya çalıştı. Kafasında “Kendi olduğum hâlimden daha şık bir şey tasarlamaya çalışıyordum,” sözüyle dönmeye şiddetli sorular vardı. Yapıp geçememek, akıp gidememek. Tıkanıklık, zorlanma, tutukluk. Hepsi var. Hepsi her yerde var. Umut için de var. Umut’un içinde de var: “Belli kompleksler yaşıyorum o dönemde. Yapıp yapamayacağıma emin olamıyordum. Kendimi değersiz hissettiğim zamanlar oluyordu. Sanki iyi bir şarkı yaparsam değerli hissedecektim kendimi.” Biraz hayat, biraz bitki, biraz yeşil 2018 yılında gelen Seyrek / Cosi bir duvarı baştan aşağıya yıktı. Arşivden çıkıp gelen Verirdim Kalbimi Sana da açılan yoldan coşkuyla ilerlemesini sağladı. Tam bir atmosfer şarkısı. Zihnin nerede dolaştı bu şarkıyı yaparken diye sordum. Cevabı hazırdı: “Çok salaş hissettiriyor bana. Böyle pasaklı bir sahil kasabası, salaş bir ortam. Biraz rüzgar, hafif akşamüstü, ışıklar… Hem heyecanlı bir ortam hem tekinsiz ancak sıcak bir his var genel olarak.” Yakın gelecek planlarında geçmişten bugüne taşıdığı üç şarkının yer alacağı bir kısaçalarla onun için çoktan “eski” olan bir dönemi kapatmak var. Yeni besteleri için söylediği “Doğalında akan nehri bulmaya çalışmak,” sözü bile heyecanlanmam için yeterli. Doğalında akan nehri bulmak. Bir daha ne zaman buluşacağız? Umut’un sahil kasabasından ayrılmadan önce ondan bir keşif rotası bırakmasını istedim. O da Erkin Gören’e ait kaydedip mikslediği ilk albüm olan Kestim Öldün ’ü söyledi ve durdu. Yürüyüş sona erdi. Yol ayrımına geldik. Bazen tanıdık hisler, bazen de kısa bir sessizlik son noktayı koyar. Hangisi olduğu bu sefer sende kalsın. Yeniden görüşmek üzere.

Akan nehri bulmaya çalışmak: Umut Çetin

Aralık 19, 2021

·

Makale

Rana Uludağ: “Türkiye’de sahnede olmak, beni burada tutmaya yetecek kadar güçlü bir his.”

İlk sesler: Keşif Sahnesi’nin geleneksel meraklarından biri çocukken evde çalınan müzikler, hafızaya kazınan ilk sesler. Rana’nın büyüdüğü ev bol misafirli, davetleri ve partileriyle neşeli bir yer. Bardağa dolan içki ve buzun cama çarptığında çıkardığı ses, onu çocukluğuna götürüyor. Evdeki sohbetler müziği bastırıyor. Müziğin başrolde olduğu yer, aileyle çıkılan uzun araba yolculukları. Simon & Garfunkel, Cat Stevens, Joan Baez, The Beatles, Kenny Rogers var anılarında. Çoğu hâlâ kulağında. Rana'yla sonbahar renkleri, yapraklar ve gri gökyüzü Bir şeylere vurmanın cazibesi: “Çocuğumuz bir enstrüman da çalsın” kontenjanından piyano dersleri alıyor Rana. Ablasının aksine çok hareketli bir çocuk. Evde tencere, tava, masa… Ne bulursa vuruyor. Birkaç ay Boğaziçili bir öğrenciden darbuka dersi alıyor. Piyano derslerinde sıkıldığını fark eden annesi, Rana’yı davula yönlendiriyor ve 6. sınıfta davul macerası başlıyor. Birlikte çalıştığı eğitmenin çizdiği yol, cazdan geçiyor. İlk albümler artık hatıralarda kalan Lale Plak’tan alınıyor; Buddy Rich, Tony Williams, şans eseri Fela Kuti… Kapağını beğenip aldığı Fela Kuti albümü, Rana’nın içinde A frobeat ateşini yakıyor. İkili hayat: Rana’nın hayatında lise eğitimiyle müzik dersleri yan yana ilerliyor. Okul orkestrasında çalarken tanıştığı Engin Gürkey'le perküsyon çalışıyor. Birlikte çalıştığı hocalarıyla düzenli olarak Nardis ve Jolly Joker’de sahne alıyor. O dönemki arkadaşlarından çok farklı, kendi deyimiyle “ikili bir hayat” sürüyor. Bu ikili hayat, 2013’te bir dönüm noktasından geçiyor. Rana'yla kuru yaprak arasında Ekmek fırınının üstündeki stüdyoda: Takvimler lise son sınıfı gösterirken üniversite sınavına hazırlanmak için dershane rutini giriyor Rana’nın hayatına. Dersten sıkıldığı bir gün, telefonuna bilmediği bir numaradan gelen aramayı sırf sınıftan çıkabilmek için yanıtlıyor. Tarık Töre telefonun diğer ucunda. Mertcan Mertbilek'le (şimdi Palmiyeler olarak tanıdığımız) yeni garage rock gruplarına davulcu aradıklarını söylüyor. Peyote’nin karşısındaki ekmek fırınının en üst katındaki stüdyoda buluşuyorlar. “Bu çocukların her yerinde dövmeler var” diye düşündüğünü hatırlıyor Rana. “Çok cool.” Prova çıkışında sokakta bir hareketlilik var. İnsanlar sloganlar atmaya başlıyor. Az önce yaptıkları müziğin ve kalabalığın heyecanı birbirine karışıyor. Gezi’nin ilk günündeyiz. Rüzgâra karşı mı yoksa onun desteğiyle mi? Sahne üstünde / sahne arkasında: Müzik, müzisyenliğin dışındaki alanlarla da Rana’nın ilgisini çekiyor. “Sahnede müzik yapmakla sahne arkasında bu etkinlikleri gerçekleştiren ekibin içinde olmak, bana çok yakın tatminler sağlıyor.” diyor Rana. Çünkü onu mutlu eden şey, “insanlara dokunan deneyimler yaratmak ve insanların kendilerini rahat hissedebileceği, eğlenebileceği, kendisi olabileceği bir atmosferin parçası olmak.” Davulcu olarak yönünü bulmaya başladığını düşündüğünde, Music Business yüksek lisansı yapmaya karar veriyor. İstikamet New York University . Rana ve udu davulu, bir camın arkasından duyulan sesler Gitmek mi, kalmak mı? Rana’ya göre New York, “kendi alanında en iyisini yaptığını düşünenlerin buluşma yeri.” Ama adanmış bir çalışma hâli içinde değilsen, şehir seni püskürtüyor. Sonsuz potansiyeliyle özellikle müzik sektöründe çalışan biri için akıl çelici bir yer olsa da Rana’nın kalbi Palmiyeler'le çıktığı sahnelerde atıyor. “Türkiye’de sahnede olmak, beni Türkiye’de tutmaya yetecek kadar güçlü bir his.” diyor. Onu sahnede görmenin, müzik yapmak isteyen genç kadınlar için ayrı bir önemi var. Davul çalmaya başladığı ilk yıllardan itibaren kendini kanıtlamak için erkek müzisyenlerden daha çok çabalaması gereken bir müzisyen olarak, 18-19 yaşındaki kadınların konserlerden sonra yanına gelip davul çalmaya başladıklarını ya da başlamak istediklerini söylemeleri Rana için paha biçilemez bir mutluluk. Bu noktada bir sorumluluk da hissediyor. İşe sıfırdan başlayan müzisyenlere yol göstermenin, tüm grupların geleceğe ve yeni müzisyenlere borcu olduğunu düşünüyor. Rana'yla açılan yeni kapılar ve bir veda Anahtar: Keşif Sahnesi’nin bize yeni kapılar açan anahtarı Rana Uludağ’ın elinde bu hafta. Berklee College of Music ’te eğitim alırken kendi köklerinin öneminin farkına varan Yunan sanatçı Marina Satti'yle tanışıyoruz. Geleneksel Yunan müziğine çağdaş dokunuşlar yapan Satti, son bir yıldır Rana’nın yakın takibinde.

Rana Uludağ: “Türkiye’de sahnede olmak, beni burada tutmaya yetecek kadar güçlü bir his.”

Aralık 12, 2021

·

Makale

Kendi oyun alanında: İdil Meşe

Deniz sesi: En başa gitmeyi severim. Her seferinde değişen başlangıç noktasının bugününe bakmak heyecan verici. İdil’e hatırladığı ilk sesi sorduğumda önce hafızasının pek iyi olmadığını söyledi sonra hiç düşünmeden deniz sesi cevabını verdi. Bir anda çocukken ailesiyle Saros’da geçirdiği günleri hatırladı. Denize dair sevgisinden bahsederken yavaş yavaş sesler de kıyaya vurmaya başladı. O zamanların içine müzik koymak istediğinde babasının İzmir’de yaşayan bir arkadaşını, onun içi plak ve CD dolu dolaplarını hatırladı — bir de o gün ona hediye edilen Jimi Hendrix’in dört CD’li ve mor kapaklı Experience albümünü. Gitarla ve gitar müziğiyle ilk buluşma. Not edilsin. İdil'le sanatçısı olduğu Ada Müzik'in Kumbaracı Yokuşu'ndaki tarihi stüdyosunda Çala oynaya: Evde gitarıyla The Animals’tan House of the Rising Sun çalan ses mühendisi bir babamın müzik tutkusuyla büyüyen İdil, adını da İdil Biret’ten aldı. Anne ve babasının piyano öğrenme istediğini “Bedava kafa karışıklığı,” olarak tanımladığı dikkat dağınıklığı sebebiyle sıkıcı bulan İdil her zaman eğlencenin peşine düştü. Kült isimleri dinleyerek büyüyen İdil’in yolu çok geçmeden gitarla keşişti. “Hem böyle yeterince basit, hem yeterince ergenlik sevdasını okşayan,” olarak tanımladığı Nirvana şarkılarıyla “çala oynaya" gitar öğrendi. Çok geçmeden kendi şarkılarını yazmaya, zihninde birikenleri müzikle dışarı çıkarmaya başladı. Ahmet Ertegün'ün nasihatleri: 14-15 yaşlarında bir gün “en büyük hayranı” olan babası, eve Ahmet Ertegün’ün Bodrum’daki evinin adresini öğrenerek geldi. Birlikte evde demo kaydettiler. Bir zarfa yerleştirilen İdil’in fotoğrafını ve el yazısıyla yazılmış şarkı sözlerini Ahmet Ertegün’ün evine postalandılar. Birkaç ay sonra telefon çaldı. Arayan Ahmet Ertegün’dü. Kısa bir görüşmenin ardından 2006 yılının ilk günlerinde Kenny Barron’un İstanbul Jazz Center’daki konserinin hemen öncesinde buluştular. Kısa süren görüşmeden İdil’e kalanlar Ahmet Ertegün’ün şarkı yazar olarak bestelerini farklı janrlarda denemesi, prodüksiyonlarına daima önem göstermesi ve eğer bir müzik kariyeri yapacaksa olabildiğince çok konser vermesi şeklindeki tavsiyeleri oldu. O gün duydukları hayatında yer etmeye devam etti. Hatta yıllar sonra New York Üniversitesi’nde Müzik İşletmesi üzerine yüksek lisans başvurusu yaparken motivasyon kaynağı oldu. İdil'le şarkılarını kaydettiği Ada Müzik'in kayıt odasında Sahnede olmak: Lise yıllarını yetenek yarışmalarına orijinal şarkı kategorisinde başvurarak geçiren İdil, bu sayede kalabalık önünde bestelerini çalma fırsatı yakaladı. O zamanlardan bugüne taşınan sahne deneyime dair duygularını “Anlaşıldığı hissediyorsun bir an. Yalnız kalmadığın, mutlu olduğun bir an sahne deneyimi. Her zaman da öyle devam etti benim için. O ilk andaki his hâlâ var hayatımda,” sözlerinden anlamak mümkün. Daha oyuncu, daha neşeli: Lise defterini King Crimson ve Gentle Giant gibi grupların müziklerine hayranlık duyarak ve blues rock müziği yapan gruplarda çalıp şarkı söyleyerek kapatan İdil, müziği hep eğlendiği ve oyun oynadığı bir yere koydu. Üniversitede İrlanda’da geçirdiği bir yıl boyunca müziği hayatın parçası hâline getiren, paylaşmaktan daha da önemlisi birlikte eğlenmekten keyif alan kalabalıkların arasında vakit geçirdi. Gitarıyla otostop çekerek ve barlarda şarkı söyleyerek dolaştığı İrlanda’dan “Müziğe bakış açım ve müzikle ilişkilendirdiğim realistik olmayan hırslar çok erken yaştan törpüledi. Müziğe böyle daha oyuncu daha neşeyle bakan bir insan hâline getirdi beni,” şeklinde ifade ettiği öğrenimlerle döndü. İdil'le en sevmediğimiz "simetri vapur"un terasında, rüzgârda uçuşan saçlara Geride kalan izler: Keyif aldığım aktiviteleri ayrıcaklı bir zaman aralığında, özenle yarattığım ortamda yapmayı tercih ederim. Ve bunun hayatımı kapsayan bir işe dönüşmesinden kaçınırım. Benzer bir durum İdil için de geçerli. Uzun bir süre müziği merkeze koymadı. Fakat onunla geçirdiği sürede etrafının farklı seslerle ve birbirinden yetenekli müzisyenlerle dolmasını sağladı. Bir yandan geride bıraktığı izleri görme, diğer yandan o zamana ait, o dönemden çıkan işleri ortak bir kültürel mirasa ekleme motivasyonu İdil’in solo kariyerini başlattı. Farklı projelerde becelerini ve müzikal yelpazesi genişleten İdil, her defasında geri döndü ve kendi ses dünyasını tasarladı. Çıktılarını bu yıl yayımlanan A h Bir Bilsen ve Yabani Otlar isimli teklilerinde görmek mümkün. İdil'le konuşmak, daha çok konuşmak ve paylaşmak Ailesine kavuşmak: Zihninde ilk albümünün çıkış tarihini “Düşünüyorum, umuyorum, hayal ediyorum, tasarlıyorum,” diyerek 2022 yılının sonuna bırakan İdil’in amacı müziğe karşı kendini ürkütmeden, stres hissetmeden, hayranı olduğu müzisyenlerle üretmek. Netice bu bir oyun, eğlence: “Hayat sürprizlerle dolu. Müziğe biraz esnek ve hâlâ oyuncu bakabilmek, heyecanını birlikte yaşayabileceğin ekip arkadaşlarına sahip olmak önemli şeyler. Zaten [o şarkı] ortaya çıkınca hep birlikte seviyorsun. O şarkı ailesine kavuşmuş oluyor. Yalnız İdil Meşe hâlinden daha kolektif, insanların sarıldığı bir hâle dönüşüyor.” Anahtar: İdil’in oyun alanından çıkmadan önce ondan yeni seslerin peşine düşeceğimiz bir rota çizmesini istedim. O da bizi çok uzağa götürmedi. Hemen yanı başımızdaki Cem Özel’in Esra kısaçalarını, Umut Çetin’in dinleyebileceğimiz üç şarkısını işaret etti. İdil'le günün en sakin saatlerinde, Polka'nın huzur veren masasında Bis: Hâlâ aynı masadayız. Evet, şu sokağa bakan; evet, köşedekinde. Rengi koyu pastel sohbetimizden geriye bunlar kaldı. Bir sonraki buluşmaya sen de davetlisin. Hoşça kal.

Kendi oyun alanında: İdil Meşe

Aralık 5, 2021

·

Makale

Deniz Ağan: “Müzik, birlikte yapılan bir şey.”

Bozuk pikaplar, torpido gözündeki kasetler: Aile arabasında çalan Sezen Aksu albümleri kaç kişinin çocukluğuna izini bırakmıştır? Çok. MFÖ, Cem Karaca? Çok. Queen, Rod Stewart? Biraz daha az. Deniz’in dikkatini müziğe çeken, onu müziğe “maruz kalan” olmaktan çıkarıp müziği “dinleyen” kılan, babasının bir gün arabanın teybine taktığı The Beatles albümü. Anthology serisinin 1996’da çıkan 3. albümünde, grubun albüm kayıtlarından daha önce yayımlanmamış şarkılar, bilinen şarkılarının demo ve konser versiyonları yer alıyor. The Beatles diskografisiyle böyle tanışmak, büyük bir partiye arka kapıdan sızmak gibi. Deniz, bu kasetle o kadar uzun zaman geçirmiş ki “Radyo Eksen’de Helter Skelter’ın orijinalini duyduğumda okul servisinin camlarını yumruklayacaktım,” diyor. Deniz'le, No:5 Stüdyo'nun salonunda, "Burada neler neler olur!" dediğimiz alanda “Duyduğumda inanamadım” : The Beatles’ın araladığı kapıyı kırarak 60’lara giriş yapan Deniz’in sonraki durağı, duyduğunda inanamadığını söylediği The Who. Müzik dinlerken kurulan hayallerin odağı, sahnede olmaya evrilmiş. Güzel sanatlar lisesindeki resim atölyelerinden gürültülü müzikler yükseliyor — okul kırılıp stüdyoya kaçılıyor, prova yapmaya. Enstrümanlar el yordamıyla öğreniliyor, hep birlikte. Çünkü müzik birlikte yapılan bir şey. Eskiz'in yedi yıldan fazladır konserden konsere taşıdığı bayrakları Eskiz, Kraker ve The Ringo Jets: Üniversite yılları, müziğin Deniz’in hayatını tam anlamıyla ele geçirdiği yıllar. MSGSÜ’nün Sahne Dekorları ve Kostümü Bölümünde okurken liseden arkadaşı Sedat Girgin'le Eskiz’i kuruyorlar. Resimde sevdikleri eskiz tadını, incelikten çok tavrın ve yüksek enerjinin öne çıktığı gruplarına taşıyorlar. Eskiz, 2010’da 15. Roxy Müzik Günleri’nde birinci oluyor. Ardından davulcu Lale Kardeş’in davetiyle Kraker’e katılıyor Deniz. Kraker, zaman içinde The Ringo Jets’e dönüşüyor ve hikâyenin bir kısmı artık gözlerimizin önünde yaşanmaya başlıyor. Deniz Ağan için verilmiş bir karar var şimdi: Y ola müzikle devam edilecek. No: 5 Stüdyo'da sergilenen ve kayda gelen her grubun kullanabildiği Abi Guitars'ın el yapımı gitarları Tantana Stüdyo’dan No:5’e: Grup dinamiği içinde çalışan her müzisyenin bildiği gibi, grupların kondisyonlarını korumak için provaya ihtiyacı var ve bu ciddi bir maliyet. İmkansızlıklar dayanışmayı besliyor ve Kabataş’ta 7-8 grubun paylaştığı bir stüdyo kiralanıyor. Sonra Kadıköy Kadife Sokak’taki Tantana Records ofisine geçiliyor ve burada bir stüdyo alanı oluşturuluyor: " Merhaba, Tantana Stüdyo." Zamanla gruplar azalıyor, araya pandemi giriyor, binada yapılan güçlendirme çalışması nedeniyle stüdyo yıkılıyor ve tekrar yer değiştirmenin zamanı geliyor. Hummalı bir çalışmanın ardından, No: 5, Kadıköy’deki yeni yerinde geçtiğimiz günlerde açılıyor. Bu sefer sadece müzisyenleri değil, etkinlik programıyla bizi de ağırlamaya hazırlanıyor. Deniz'le her şeyini kendi elleriyle yaptıkları No:5'in salonunda Anahtar: Deniz’in bize açtığı keşif kapısı, Türkiye bağımsız müzik sahnesine çıkıyor. Hatespeech, Mojave ve Yangın'la tanışıyoruz. Birkaç gün önce dört underground rock grubunun çaldığı ve biletleri tükenen konserden bahsedip birlikte umutlanıyoruz — The Ringo Jets ve Eskiz’den yeni kayıtların haberini alıp konser hayallerine dalıyoruz. Müzik hem hayallerden hem gerçeklerden besleniyor. Yeni hayaller kurdurup yeni bir gerçekliği biçimlendiriyor. On yıldan uzun süredir grup arkadaşlarıyla müzik yapmanın üzerine pandemi eklenince sadece üretebiliyor olmanın yeterli olduğu bir an geliyor. Seçilen yolun kolay olmadığını biliyoruz, ama “sevdiğin insanlarla sevdiğin şeyi yapıyorsun. Daha güzel ne olabilir?”

Deniz Ağan: “Müzik, birlikte yapılan bir şey.”

Kasım 28, 2021

·

Makale

Mecburiyetler ve sınırlar arasında: Levent Sevi

1990’ların başına gittik. 91 ya da 92. Levent’in Yonca Evcimik’in Abone şarkısını dinleyip dans ettiği, Büyükada’dayken annesinden para alıp daha 5-6 yaşlarında Fedon’un Aşığınım kasetini aldığı zamanlar. O dönem vaktinin çoğu TV şarkısında müzikli ve ona göre keyifli şeyleri takip ederek geçirdi. Levent’in o yıllara dair hatırladıkları arasında Sezen Aksu’nun Hadi Bakalım ’ın Anavatan Partisi’nde seçim şarkısı olarak kullanılması ve TV’de her karşısına çıktığında sesi sonuna kadar açıp dans etmek var. Onun deyimiyle "kendi oyun alanı" ve "çocuk eğlencesi." Hatırlamadıklarındaysa anneannesinin onu Büyükada’da götürdüğü Barış Manço konserinde o dönemin Günaydın gazetesinin foto muhabiri tarafından çekilen ve babası tarafından saklanan fotoğrafıyla annesinin Melih Kibar’dan piyano eğitimi alması teklifini ısrarla geri çevirmesi var. Levent'le hikâyenin başladığı yerde, Salon'un arkasında Biraz daha büyüyüp 10’lu yaşlara geldiğinde radyodan dinlediklerini kasete kaydedebildiğini öğrenen Levent, ona mucizevi gelen bu teknolojiyle hayli vakit geçirdi. Radyo başında bekleyip sevdiği şarkıları kaydetti. Eşlik etmeye çalıştığı parçaların isimlerini not alıp kendi kasedini doldurttu. Hatta bir süre onları dinleyerek uyudu. Belli ki müzikle erişebildiği ve içinde olmaktan, zamandan koparak eğlenmekten keyif aladığı bir hayal dünyası vardı. O dünya hâlâ var — ara ara ziyaret ettiğine de şüphe yok. Daha da önemlisi oradan çıkıp gerçekliğe kavuşmuş olanlar da var. Şimdi, yavaş yavaş oraya doğru yolculuk etme zamanı. Boğaziçi Üniversitesi’sinde okurken etrafında Nilipek ve Emir Aksoy gibi yeni yeni müzikle uğraşmaya başlayan arkadaşları olan Levent, okulu bırakmaya karar verdiği dönemde video çekmeyi düşünmeye başladı. Bir başkasının zamanda yer açarak içine doldurduğu sihirli anları bugün kendisi de yapabilir miydi? Ödünç kamerayla yapılan ilk deneme, el yapımı düzenekte sabitlenemediği için çöpe gitti fakat öğretisi büyük oldu. Levent'le İstiklâl Caddesi'nden kaçış rotasında, Postacılar Sokağı'nda Emir Aksoy, Nilipek ve Umut Şimşekli’nin yer aldığı ikinci denemede Levent, bu sefer kamerayı eline aldı ve bir daha da bırakmadı. Asıl açılışını yağmurlu bir havada ani bir kararla sokaktan Salon İKSV’nin terasına taşınan Midlake performansıyla yapan Long Way From Home, beş yıl boyunca Wax Poetic, Nouvelle Vague, Hooverphonic, Ane Brun, Ólafur Arnalds, Wild Beasts gibi pek çok unutulmaz kayda ev sahipliği yaptı. Her biri geçmişe açılan sihirli bir kapı. Bir tuşa basman ya da adım atman yeterli. Bir kere gerçekleştirmiş olmak, yapabilme dürtüsünü de açığa çıkarmak demek. Levent için de durum benzer: “Tüm çekimler gerillaydı. Ben hiç mekân bakmadım daha öncesinde. O an yürürken, konuşurken şurası olsun deyip hep içimden geldiği gibi karar verdim. Bir kere onu yapıp güzel olduğunu da fark edince doğaçlamanın o mucizevi gücüne de inanıyorsun.” İstanbul’a gelen grupların prova sonrası yemek molasından yarım saat alan Levent, mecburiyetler ve sınırlar arasında hem projesini hem de hayalini yaşatmayı başardı. Levent ve bir giysi dükkânının reyonundan ödünç aldığı manken Long Way From Home sonrası gelen Evden Uzakta, Pürtelaş 3+1, Kitapçı, ve ben yalnız’ın ortak noktalarından biri tek kamera çekilmesi ve o kameranın hep Levent’in elinde olması. Sebebini “Kamerayı sabit koyup iki üç farklı açıdan çekmeyi değil de müzisyenlerle birlikte bir performans sergilemeyi seviyorum. Müziğe göre salınmayı, o an gördüğüm ve duyduğum şeye doğru gitmeyi seviyorum,” sözleriyle anlamak mümkün. Bir diğeri ve en önemlisi Levent’in o günkü hâlini yansıtması. Pencere içinde pencere, zaman içinde zaman. Eski Babylon Lounge'un önü. Levent'in yıllar önce Long Way From Home serisi için Milow'u kayda aldığı yer Ne zaman gelecek belirsizliğe düşse ve bugünden anlam çıkartamayacak olsam, rotamı hep geçmişe; var olana; yaşanmışlara çeviririm. Orada kendi evimi kurar, zamanı kapı dışarı ederim. Geçmişe merağını ve müziğe sevgisini birleştiren Levent’e çoğunlukla YouTube’un derinliklerinde, başkalarının “tanıdık” hikâyelerinde denk gelmek mümkün. Sebebi açık: “Çocukken gidip Fedon kaseti almanın, Yonca Evcimik dinlemenin, o masumluğun ve naif duyguların bazen müzikal açıdan bir anlamı olmayabiliyor. Bazen de hiç farketmediğin, müzikal olarak keşfetmediğin şeyleri görüyorsun. Geriye dönmek ve çocukken kenarda köşede kalmış şeyi bulmak hoşuma gidiyor.” Sık sık bugünden geçmişe taşınan ve geleceğe arşiv oluşturan Levent’in elbette bu buluşmaya özel bırakacağı müzikal izler de olacaktı. Önce “Benim dönemlerim oluyor. Her dönem bir iki şarkı keşfedip sadece onları dinliyorum,” notunu düştü. Ardından bu ara dinlediği Light House Family’den Loving Every Minute ’ı ve Maxi Priest’ten Close To You ’yu paylaştı. Bunların dışında Tayfun Karatekin’in İki Çift Lafı ’nı, Mert Demir’i ve Umut Çetin’in çıkmakta olan dört şarkılık yeni kısaçalarını işaret etti. Sayısız anıya ev sahipliği yapan Babylon Sokağı, Şehbender Sokak Zaman tünelinin sonuna geldim. Trenle yanından geçip gittiğim her ev, her istasyon artık geride ve geçmişte kaldı. Geri dönmek her zaman bir seçenek. Umduğunu bulmakla tesadüflere sığınmak arasında bir yol bu. Bu sefer Levent vardı yanımda. Bir sonraki kim olur bilinmez.

Mecburiyetler ve sınırlar arasında: Levent Sevi

Kasım 21, 2021

·

Makale

İçten dışa doğru bir seyahat: Osman Kürşad Tuncer

“Çoğunlukla kendi kendime konuşup bilmem gereken bir şey olup olmadığına bakıyorum,” ox’un yeni single ’ı Reflection 'ın tanıtım metni böyle başlıyor. ox parçaları belirli aralıklarla, arkasındaki düşünce sürecinin ipucunu veren kısa metin ve görsellerle düşüyor e-posta kutuma. Reflection önümüzdeki 10 ay boyunca yeni parçalarla genişleyecek bir seriye ait. Müzik yayımlamanın temelindeki “iletişim kurma” motivasyonu, bir müzisyen için dönüştürücü olabiliyor. Bunu TKO projesiyle paylaştığı ilk EP ’de görüyor Osman. Parçalardaki metinlerin kolaylıkla anlaşılır olduğunu düşünürken aslında ne kadar örtülü olduklarını, dahası, günlük hayatında kendisiyle iletişim kuran insanların onu anlamak için ne kadar efor harcadıklarını fark ediyor. Kendine dair bu farkındalık, iletişimi kolaylaştırma ihtiyacıyla ox’u doğuruyor. ox’ta şarkı sözleri ve vokal dâhil oluyor müziğine. Vokal kullanmanın, dinleyiciye duyduğu o tatlı cümlenin nasıl sert bir yerden dönüşerek geldiğini hissettirebildiğini söylüyor. Ters ışığa düşmek, karanlıkta belirmek Kendinden uzaklaşmadan: Kendimi olduğum gibi ifade ettiğimde yeterince açık değilsem, kendimden uzaklaşmadan nasıl daha anlaşılır olabilirim? Osman’ın müziğine etki eden bu soru, sohbetimizde de hissediliyor. Düşüncelerini anlatırken zaman zaman duruyor, kelimelerini değiştiriyor, ifadelerini arındırıyor, düşünce akışının düğümlerini çözmeye girişiyor. Edebiyat ve Batı resmiyle daha çok ilgilendikçe, anlatım dilinde görülenin ve duyulanın olduğu gibi anlaşılabildiği bir aralık olduğunu sezmiş Osman. Kendi dilini kaybetmeden, o aralığı yakalamaya çalışıyor. Osman'ın “Bunu unutmamalıyım dediğim ne varsa bunun içinde,” dediği defteri Defter: Kendi içinde yaşadığı süreçleri bu kadar dikkatle gözlemleyen birinin, Keşif Sahnesi okurlarıyla paylaştığı kişisel eşyasının bir defter olması çok doğal geliyor. “Bunu unutmamalıyım dediğim ne varsa bunun içinde,” diyor Osman. Sessiz bir tanık olarak sürekli kayıt tutan defter, insana değişen, dönüşen bir varlık olduğunu hatırlatıyor. Aştığı tümsekleri, aşamayıp düştüğü çukurları tüm gerçekliğiyle gösteriyor. Kayıtta okuması için defterden rastgele bir sayfa seçerken, “kendim” dediğim şey bir yıl önce başka bir insandı diye düşünüyorum. Anahtar: Çoğumuz için olduğu gibi Osman Kürşad Tuncer’e de yeni kapılar açan albümler saymakla bitmiyor. Frank Ocean’ın Blonde 'unun altını çiziyor en çok. Hele Seigfried şarkısı — bize verdiği anahtarda Nicolas Bernier’in adı var. Kaçık olarak nitelendirdiği albümü Frequencies 'teki saniyelik parçaları tekrar tekrar dinlemenin ilginç hissettirdiğini söylüyor. Osman ve favori Rizespor forması Bis: Her Keşif Sahnesi konuğu aklımda bir iz bırakıyor, her konuşma olduğum insanı biraz değiştiriyor. Osman Kürşad Tuncer'la sisler içinden Aposto! stüdyosuna gelip sonrasında yine sislere karıştığımız kayıt gününde, başka müzisyenlerin prodüksiyonlarında yer aldığında müzikal olarak gittiği yönlerle ilgili söyledikleri güldürüyor: “Akraba düğünleri gibi, gitmek istemezsin ama zorla içine çekildiğin zaman da illa eğlenecek bir şey bulursun. Sonra rakının bağımlısı olursun.” İleri gidip, hayatı dev bir akraba düğününe benzetebilirim. Üstüme bu rakıyı kim döktü? Elimde bu mendilin ne işi var? Anlatabilmekle anlaşabilmenin kesişimi.

İçten dışa doğru bir seyahat: Osman Kürşad Tuncer

Kasım 14, 2021

·

Makale

Sesli günlüklerin peşinde: Simge Pınar

Sesi en güzel olan Sema Hala: 1990’ların başında Beşiktaş’ta kabalık bir aile evindeyiz. Simge’nin babaannesinin evinde, tüm halalarının ve kuzenlerinin toplandığı bir buluşmadayız. Neden buradayız peki? Çünkü Simge’nin hafızasında kalan ilk seslere doğduğu sokaktaki o evde denk gelmek mümkün. Halalarının gür sesleriyle birbirlerine yaptıkları taklitler ve gülüp eğlenerek söylediği şarkılar Simge’nin hafızasında hâlâ canlı. Kapıda kalmak istemedim. Simge’nin kasetçaların tuşuna basıp halının etrafında dolaştığı salona geldim. Karşımda Sema Hala var. Üç tane halası arasında en güzel sese sahip olan o. Çocukluk hikâyelerinin baş kahramanı, belki de en çok özendiği. Onun konservatuvardan geçen ve Atilla Özdemiroğlu’yla kesişen yolu bir müzik kariyerine dönüşmese de belli ki Simge’nin hayatı boyunca en ön sıradaki dinleyici koltuğuna yerleştirdiği kişilerden biri. Simge'yle doğup büyüdüğü Beşiktaş'ta, Diyojen Sahaf'ta Çalışan bir ebeveyn ve ondan sekiz yaş küçük bir kardeşle daha çok kendi hâlinde bir çocukluk geçiren Simge’nin hayatına ilk müzikal dokunuş o dönemki sınıf öğretmeninden geldi. Yeteneği olduğunu düşünen öğretmeni ona çeşitli törenlerde şarkılar söyletti. “Sesim güzel galiba,” diye düşünmeye başlayan Simge, kuzenlerinden görerek gitara da heveslendi. İlkokulda başlayan gitar çalma istediği, ancak liseyi kazandığında karşılık buldu. Şarkıların kendisi: Gitar sadece bir enstrüman değildi. Bir arkadaştı aynı zamanda — kulağına fısıldanarak söylenen sırları tutan, aynı renkte kalemi kullanan, teneffüslerde aynı bankta oturulanlardan. Aralarındaki ilişkiyi “Gitarı aslında öyle kendime, şarkılarıma eşlik etsin diye çaldım. Beni yorumcu olmaktan ya da şarkı söylemekten daha çok etkileyen şey, şarkıların kendisiydi. O şarkıların duygu yoğunluğu, bir hikâyeyi şarkılaştırma durumu beni çok etkiliyordu,” sözlerinden anlamak mümkün. Simge o yaşlarda zihninde beliren “Bir şarkı nasıl yapılır?” sorusuyla üniversitenin yolunu tuttu. Evden uzakta olma sırası ona geldi. Sadece aynı şehirde evden değil aynı zamanda müziğin dönüp dolaştığı yerlerden de uzaklaştı. Ta ki mezun olacağı dönem katılmaya karar verdiği şarkı yazarlığı atölyesine kadar. Simge'yle Beşiktaş'ta en sevdiği parkta, Şairler Parkı'nda Harun Tekin ve sonrası: Sosyal medyada gençlik döneminin neredeyse tamanına eşlik eden mor ve ötesi grubundan Harun Tekin’in şarkı yazarlığı atölyesini gören Simge’nin zihninde yeniden “Bir şarkı nasıl yapılır?” sorusu canlandı. Mühendislik eğitiminin yanına hobi olarak yerleşen şarkılar yazma uğraşı biraz daha ilgi istemişti. Karşılık vermeden duramadı. Sekiz haftalık programın neredeyse tamamını yazdıklarını paylaşma korkusuyla geçiren Simge, kaçacak yeri kalmayınca s angria ’yla kapıyı açtı. Bu şarkıyla sadece Harun Tekin’in beğenisini değil, aynı zamanda ondan “Bence sen müzik yapmalısın,” nasihatını alan Simge, şimdilerde çok emin olduğu hayatının dönüm noktasına ulaştı. Güzel şeyler: Atölye sonrası yeni şarkılar yazmaya başlayan Simge, bir ay sonra Harun Tekin’den gelen albüm prodüktörü olma teklifiyle yönünü ilk uzunçalarına çevirdi. Böyle özel anlar, yoğun hisleri dışa vurur. Zaman akmasın, hemen olsun arzusu kavrar her yanı. Ancak yılların sessizce biriken hayalleri yıllara tutunmadan ayağa kalkamaz — Simge için de öyleydi. 2014’te filizlenen hayali, hayatın tümseklerinden sekerek, beklentiler içinde çalkalanarak devam etti. 2016 yılında Sofar’a katılarak kalabalık karşısında verdiği ilk konserdeki duyguları 2018’de gün yüzüne çıkan Biz Hep Aynı ’ya kadar kılavuzu oldu. Sonrası artık ne uzaktı ne de uzun sürdü. Bir yıl sonra 20’li yaşların ilk yarısına kocaman bir gülümseme olarak Güzel Şeyler adıyla albüme dönüştü. Beşiktaş'tan gidenler ve orada kalanlar Pandemi öncesi şehirler değiştirerek konserler veren Simge, hem ilk albümün getirdiği güzellikleri yaşama hem de geçtiği yolları uzun uzun düşünme fırsatı yakaladı. Bir sabah, tıpkı daha önceki sabahlarda olduğu gibi güne yazarak başladığı sırada müzikte daha da derinleşmeye ihtiyaç duyduğuna karar verdi. Çok geçmeden de İTÜ MİAM’da Ses Mühendisliği ve Tasarımı bölümünde eğitim almaya başladı. Bir kez iç sesine yanıt verince gerisi kendiliğinden gelir: “Benim böyle bir şey yapmaya ihtiyacım vardı. Ve bunu tercih ettim.” Sevgideğer : Simge’nin bugününe yaklaştık. Çocukken Sema Hala'dan kulağına dolan ve bütün sevdiklerini bir odaya toplayan sesler, şimdi onun gönlünce eğlendiği bir oyun alanı. Müzikle ilişkisini "Ne istediğimi daha iyi aktarıp daha iyi tasvir edebilmeye başladığımı fark ediyorum,” cümlesiyle açıklayan Simge’de bir süredir ikinci albüm heyecanı var. Ne istediğini daha çok düşündüğü bir dönemde sık sık çocukluğunu ziyaret ederek adını uzun zaman önce adını Sevgideğer olarak koyduğu albümden yeni şarkılarına eşlik etmek mümkün. Sonuncusu Kendim Olmalıyım — kafamı kaldırıp uzaklara bakmadan önce gözüme ilişmesini istediğim not gibi. Çocukken hayal ederek okuduğu Harry Potter'a illüstrasyonlar eşliğinde yeniden bakmak Anahtar: Son sayfaya geldim. Bitirmeden kalemi Simge’ye uzattım. “Bize eşlik edenlere sen de birkaç cümle yaz,” dedim. Yakınlarda annesinin her yeni sayısını çıkar çıkmaz alıp ona hediye ettiği Harry Potter kitaplarına uğradığından bahsetti. O yıllara yaptığı yolculukların ona nasıl iyi geldiğini anlattı. Sonra da “Eşlik edenlerin çocukluklarında kalmış herhangi bir şeye geri dönmelerini isterdim,” notunu düştü. Kapanışı da Big Thief’den Two Hands albümünü önererek yaptı. Bis: Simge’yle kahvesiz olmayan sabahlarda, yazıdan geçmeden başlamayan günlerde buluştuk. Müzikle derin derin nefes aldığımızı hatırlayıp alışmayana kalabalık gelen Beşiktaş sokaklarında dolaştık. Yeni Bir Hayat şarkısına “Birinci bölüm, büyük ümitler geçti. İkinci bölüm, küçük hakikatler öğrendim,” sözleriyle başlayan Simge için sırada üçüncü bölüm var. Onun sesli günlüğünde buluşmak üzere.

Sesli günlüklerin peşinde: Simge Pınar

Kasım 7, 2021

·

Makale

Sonsuz otobanlardan özgürleştirici dans pistlerine: Asena Hayal

Televizyonun yanına konan teyp: Evde çalınan politik müzikler ve çan sesi — Asena’nın Almanya’da geçirdiği 10 yıldan aklında kalan ilk sesler bunlar. Çocuklukla ergenlik arasındaki herkesi büyüleme gücüne sahip 90’lar MTV’sini hatırlıyor. Televizyonun yanına koyduğu teybe kaydettiği şarkılar Rednex’ten Cotton Eye Joe ve The Cranberries’den Zombie . Rednex’i kısa sürede geride bırakıp The Cranberries’i biraz daha tutarak ilerliyor kendi sevdiği müziği bulma yolunda. “Sanatçı çıkmak”: Her yaz aile arabasıyla günler süren yolculukların yapıldığı otobanlardan, temelli dönülüyor Türkiye’ye. Yıl 1995. Lisede grafik tasarım okuduktan sonra istikamet Yıldız Teknik Üniversitesi Bileşik Sanatlar Bölümü. “Sanatçı” olarak mezun olunan bir okul. Asena’nın yeni medya sanatlarına yakın duran işleri, sık sık sese temas ediyor. Rus feminist müzik ve performans sanatı grubu Pussy Riot’ın aktivist eylemini yeniden üreten performans videosu gibi. Asena'yla Beyoğlu sokaklarında turlamadan hemen önce Müzik biriktirmekten DJ’liğe: Asena, üzerine bir kariyer kurmadan, eğlenmek için yaptığı DJ’liğin temelini 2010’da, Avusturya’nın Linz şehrinde Erasmus öğrencisiyken atıyor. Streaming hayatımıza bu kadar girmemişken, biriktirdiği müzikleri arkadaşlarıyla paylaşan biri. Ev partileri için yapılan listeler, yıllar içinde mekânlardaki performanslara dönüşüyor. Sokağın ruhu eve sızarken: “Rahatsız olabileceğim türde müzikler evimin içine kadar giriyor. Eğer benim sevdiğim müzik olsaydı bu, bu kadar rahatsız edecek miydi? O durumda buna tolerans gösterebilecekken, neden müzik değiştiği anda toleransım düşüyor? Bu da kendi içimde sorguladığım bir şey,” diyor pandemi sonrası beklenenden çok daha fazla hareketlenen sokaklar için. Kendisi hem sokağa taşan bu kültürün parçası hem de kalabalık, gürültülü bir mahallenin sakini. Çaldığı mekânlardaki gözlemi, insanların eğlenmeye çok ihtiyaç duyuyor oluşu. Durumu zorlaştıran da İstanbul gibi bir şehirde, alternatiflerin çok az olmasının getirdiği sıkışma. Asena'yla daima güneşin peşinden, umudun izinden “Dans pisti politiktir”: Kamusal alan kullanımından girdiğimiz yol bizi kulüp kültürüne çıkarıyor. Asena’ya göre dans pisti “senin sahnen olabilir. Orada istediğini giyebilir, istediğin role bürünebilirsin. Olması gereken bu.” Sınıfın, hiyerarşik yapının ortadan kalktığı, eşitlik vaat eden, özgürleştirici bir yer olmalı burası — “Bize dikte edilen normun dışına çıktığımız yer.” Bu açılardan da buram buram politik. İstanbul kulüp kültürünü de mimarisinden çalan müziklere kadar steril ve sınıfçı buluyor. Yaşadığımız coğrafyanın getirdiği, özellikle kadınlar için her an izleniyor olma farkındalığı ve kendini kollama ihtiyacı da işin içine giriyor tabii. Berlin gibi kulüpleriyle ünlü bir şehirde, bu kültür turizmin önemli bir parçası olarak kabul edilip devlet kurumları tarafından desteklenirken Türkiye gibi eğlence sektörünün yüz üstü bırakıldığı bir yerde, doğal olarak ticari kaygılar öne çıkıyor. Geçtiğimiz yaz sokak buluşmalarını müzikle besleyen Noh Radio'nun önü Yüksek mekâna giriş ve içki fiyatları, müziğe yapılan müdahaleler eğlence ve kulüp kültürünü dört bir yandan kuşatmış olsa da umut görüyor Asena. Geçtiğimiz yaz, şehrin meydanlarında ücretsiz punk konserleri izlediğimizi hatırlatıyor. Değişen kültür politikaları, üretene de izleyiciye de nefes alma fırsatı veriyor. İstanbul Nightlife Project: İstanbul’un 10-20 yıl önceki gece hayatını düşünmek bana hüzünlü bir nostalji yaşatmıyor. Aksine zaman zaman üstüme çöken ilerleyememe hissini dağıtıyor ve bunları yeniden yaşayacağımızı hatırlatıyor. Asena’nın masasındaki güncel konulardan biri, İstanbul gece hayatının 90’lardan başlayarak belli bir döneme kadar gelen hikâyesine odaklanan İstanbul Nightlife Project. Asena'yla Noh Radio'nun hemen yanında Şehri kulüpler ve mekânlar üzerinden okuyacak bir hafıza ve arşiv çalışması niteliğindeki projenin üç esas ekseni elektronik müzik, rock ve punk sahnesi ve “eller havaya” kültürü. Hangi mecraları kullanacağı henüz açıklanmasa da bu şehirde gece hayatına dair yaşanmış deneyimleri aktarıp dolaşıma sokmayı amaçlayan projeyi takibe alıyorum. “Otobanda sürüyoruz”: Keşif Sahnesi’ni takip edenler, konukların yanlarında getirdiği kişisel eşyalara ilgimizi bilir. Bu defa Asena’nın bileğindeki “Autobahn” dövmesinin hikâyesini merak ediyorum. Kraftwerk’in 1975 tarihli, 22 dakikalık şarkısı, tekrarlayan basit ritmi ve “Otobanda sürüyoruz,” cümlesiyle Asena’yı çocukluğuna götürüyormuş. Almanya - Türkiye arasındaki üç günlük araba yolculukları, Yugoslavya sınır polisine rüşvet olarak verilen HB sigaralar, bitmeyen yolların bir çocuğun zihninde sonsuza uzaması — hepsi müzik tarihinin dönüm noktalarından birinde birleşiyor. Beyoğlu kaldırımlarına düşen parti izleri Anahtar: Asena’nın yeni kapılar açması için bize bıraktığı anahtar da başka bir dövmesinden geliyor: DAF. Deutsch Amerikanische Freundschaft. 70’lerin sonunda kurulan, geçen yıl kurucu üyelerden Gabi Delgado-Lopez’in ölümüyle sona eren electropunk grubu.

Sonsuz otobanlardan özgürleştirici dans pistlerine: Asena Hayal

Ekim 31, 2021

·

Makale

Yeni bir form, yeni bir yön: Barış Demirel

Evdeki sesler: 1990’ların başınd, salonundan ya da mutfağından Dalin bebe şampuanın reklam müziği yükselen bir evdeyim. Barış’ın annesi radyodan duyduğu reklam müziğini sırf oğlu çok sevdiği için defalarca söyledi. Bu aynı zamanda Barış’ın o yaşlardan aklında kalan ilk melodi. Sonları babası Ada Müzik’ten Sular Yükseliyor ve Kent Ozanları gibi derleme kasetlerin yanı sıra Grizu , Kramp , Bulutsuzluk Özlemi , Pentagram gibi grupların albümlerini de alıp getirmiş Barış’a. Bir de o dönem evde sadece Barış’ın “Alternatif ve sevdiğim müzikleri televizyonda görebildiğim tek kanaldı,” diye anlattığı EKO TV açık. Barış'la Kalamış Sahili'nde kayalıklarda Kuzen Özgür Abi: Sırada Özgür abi var. Benim değil, Barış’ın Özgür abisi o. Kuzeni de aynı zamanda. Aralarında 11 yaş var. Çocukluk yıllarından yirmili yaşların ortasına kadar Barış’a müzikal anlamda yol gösteren, daha ilkokuldayken Radiohead dinleten, Blur karşısında The Smiths ’i asla ezdirmeyen Özgür Abi. Üstelik bir de elektrogitarı var. Barış’ın “Hayatımda birçok şeyi, yönlendiğim mevzuyu Özgür abimden kaptım,” sözleri yeterli zaten. Anmamak olmaz. Orga niyet gitara kısmet: İlkokul üçte bir gün annesi Barış’a "Hangi enstrümanı çalmak istersin?" diye sordu. Barış da "Org," yanıtını verdi. Annesi gidip onu Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde gitar kursana yazdırdı. Açıklaması da "Abin gibi gitar çal işte. Bebek gibi org mu çalacaksın?” oldu. Barış itiraz etmedi. Belli ki o dönem müzikle herhangi bir enstrüman üzerinden bağ kurmak yeterliydi. Gerisi zaten kendiliğinden gelirdi. Nitekim öyle de oldu. Barış'ın İran'da bir ustaya yaptırdığı trompet ağızlığı Destek noktası: Lise yıllarına gidelim. Duman ’lı şarkılar dinleyip, Duman’lı şarkılar söylenen yıllar. Barış, o dönem grup kurup sınıfta kaldığı arkadaşlarını bırakıp yeni yolculukların peşine düşse de alternatif rock ’tan pek vazgeçmedi. Ta ki üniversiteye geçip çevresinde Peyote’de çalan arkadaşlar olmaya başlayana kadar. Çok geçmeden kendini o sahnede hayal etmeye başladı. O aralar Özgür Abi de grup kurma teklifiyle gelince hemen kabul etti. 2008 yazı, Peyote’nin müzik direktörü Hakan Orman’dan ilk tarihi kaptığı günü anlatırken gözleri parladı. Belli ki bir dönüş noktası. O seneler Barış trompete de başladı. 2011 yılında Barıştık Mı adıyla katıldıkları Roxy Müzik Günleri’nde gelen birincilikten sonra da müziğe devam etmek için gerekli cesareti topladı. Destek noktası hazırdı. İlk albüm: Uzun bir süre gelen giden çok olduğu bir grup olan Barıştık Mı, konserler vererek Barış’ın yolculuğuna, hayallerine eşlik etmeye devam etti. Vakti gelince elde avuçta ne varsa ortaya döken Barış, 2014 yılında ilk albümü T.E.A.R ’ı yayımladı. “Ciddiye alınmak için o ilk albümü çıkartmak lazım,” sözünden Barış’ın motivasyonunu anlamak mümkün. Tüm o bu olan bitenler aslında tek bir şeyin hazırlığıydı — o da 2016’da kayıtlarına başlayıp iki yıl sonra yayımlayacakları ikinci albüm Fail Play . Barıştık Mı, Fail Play 46 dakika: Barıştık Mı’ya Efe Demiral, Tolga Tohumcu ve Tibet Akarca katılınca tam bir grup formuna ulaşmış oldu. Kendilerine Eftibato diyen dörtlü, Barış’ın “Herkesin müziği düşündüğü, elini taşın altına koyduğu, sorumluluk aldığı, potansiyelini ortaya çıkarmak istediği bir duruma gelmişti mevzu,” diye anlattığı dönemde albüm kayıtlarına başladı. Albümün ortaya çıkması 2018 yılını buldu. Fail Play , dokuz şarkıdan oluşan 46 dakikalık bir albüm. Yerli caz sahnemizde ses kompozisyonları açısından kaydedildiği dönemin çok daha ötesinde bir modernliğe sahip. Bu yüzden albüm hâlâ çok genç ve bir o kadar da zamansız. Gerisini Barış tamamlasın: “Fail Play tam bir grup müziği albümü. O dört kişinin kimyasıyla oluşacak, dört kişinin dinlediği müziklerin onlara yaptığı etkiyle ortaya çıkacak bir albümdü, bir zaman dilimiydi.” Tam zamanlı müzisyen: Hayatta bazı kararları ben vermemişim gibi gelir. Sanki tüm senaryo beni o karara doğru taşımış ve ben de yolun karşısına geçmişim diye düşünürüm. Tam zamanlı işimden ayrılıp bilinmeyenin zirve yaptığım özgür dönemime geçiş de böyle oldu. Barış için de durum farksız. Konserlere gitmek için yıllık izinlerini tüketmeye başladığı dönemde karar verme vakti geldiğini anladı. O tüm değişiklikleri bir çantaya doldurup arkasına bakmadan yol aldı: “Kendimi artık yeni bir şeye hazırlamak istiyordum, yeni bir forma, yeni bir yöne... Yeni bir harita çizmem gerekiyordu.” Bu tekilleşme beraberinde ilk solo albüm Mutluluklar 'ı da getirdi. Barış’ın yanına Da Poet’ i de alarak canı ne isterse yaptığı bir albüm olarak arşivde yerini aldı. Haziranda yayımlanan albümün lansmanı geçtiğimiz hafta yapıldı. Olağanüstü şartlar olağanüstü durumları da beraberinde getirir. Çok da şaşırmamak lazım. Barış ve öğlen güneşinde iyice parlaya trompeti Anahtar: “Gitmeden birkaç isim, şarkı fısılda kulağımıza,” dedim Barış’a. Hazırlıklıydı. İlk önce “Bence çok iyi bir prodüktör, müzisyen, söz yazarı,” girişiyle Cem Özel’i ve onun son EP’si Esra ’dan bahsetti. Sonra İlksen Mavituna’nın onunla tanıştırdığı Serdar Ateşer’in 1998’de çıkan Avdet Seyri albümündeki Fact Red şarkısını ekledi. Kapanışı da “Boş yok diyebileceğim bir prodüktör ve beatmaker,” olarak tanıttığı Otis McDonald’la yaptı. Bis: Podcast kaydının başlarında bir anda Barış, “Bir yere ait olma hissiyatını yeni yeni sorgulamaya başladım. Neredeyse hiç böyle olmamış hayatım. Hep bir yerlerde bulunmuşum sonra başka bir yere geçmişim. Hiç kendimi buralıyım ya da bu insanlarla birlikteyim gibi hissedememişim. Bu aralar onu düşünüyordum çok,” cümlelerini sıraladı. Sanki o gün bu cümleleri kurmazsa bir anlamı olmayacakmış gibiydi. Kayıt akıp gitti, bu yazı da burada bitti fakat söyledikleri zihnime takıldı. Demek ki bir süre daha beraberiz. Hoş geldin Barış. Güle güle aynı zamanda.

Yeni bir form, yeni bir yön: Barış Demirel

Ekim 24, 2021

·

Makale

Sokaklarda, sahnelerde, kayıtlarda: Dilan Balkay

Şile sokaklarında: Son yıllarda özellikle Londra temelli caz müzisyenleriyle ilgili yazılarda büyüdükleri mahallelerdeki toplum merkezlerinin ya da derneklerin müzik kurslarının etkisini okuyorum. Dilan’ın Şile’de geçen çocukluğu da belediye orkestrasına müzisyen yetiştiren Celadet Moralıgil Kültür Merkezi ’nin izini taşıyor. “Şile’deki her çocuk burada bir enstrüman denemiştir,” dediği kültür merkezinin kapısından hoşlandığı çocuk trompet çaldığı için girdiğinde henüz 9 yaşında. Diş yapısına uygun olmasa da arkadaşıyla aynı sınıfta olmak için bu enstrümanda diretiyor. Hatta bu yüzden uzun zaman çok kötü çaldığını söylüyor. Lisede İstanbul’un merkezine taşındığında kursa ait kalan trompetini geride bırakıyor. Ta ki çok sevgiyle andığı müzik öğretmeni Bülent Altaş’ın evinde, kullanmadığı bir trompet olduğunu öğrenene kadar. İnsanı kaderin varlığına inandırabilecek bu tesadüf sayesinde trompet çalışmaları devam ediyor. Altaş, orkestrada çalmaya alışkın Dilan’ı doğaçlamaya yönlendiriyor. Dilan, müzik yolculuğunu anlatıyor İstanbul sokaklarında: Sokak müzisyenliği serüveni lise son sınıfta okulu kırıp Taksim’e gidilen bir günde başlıyor. Dilan çalıyor, arkadaşları ve sokaktan geçenler dinliyor. Arkadaşım Eşek ’ten La Vie En Rose ’a uzanan bir repertuvar seslendiriliyor İstiklal Caddesi’nde. “Tepkiyi anında aldığın bir sahne,” diyor sokak için. Kimi müziği sevip kalıyor, kimi yürüyüp geçiyor. O dönem Dilan’ı sokakta izleyen dinleyicilerden bazılarıyla hâlâ konserlerde karşılaşıyor. Sokaktaki tanışmalar, zamanla Farfara İstanbul grubuna evriliyor. Performanslar, Kadıköy ve Datça’ya taşınıyor. Yazları Datça’da kendilerini bekleyenlere koşuyorlar. “Nerede kaldınız çocuklar?” diye soruyor her akşam konserlerde buluşanlar. İlk ciddi sahne deneyimini birlikte yaşadığı Evrencan Gündüz 'le de Kadıköy’de, sokakta çaldığı bir günde tanışıyor. Dilan Balkay ve Artemis Günebakanlı Kendine rağmen bir adım ötesi: Evrencan’ın adını anons edip solo çalmasını istediği bir konserden sonra ona kızıyor Dilan. “Ben çalmayayım,” dediği, ayaklarının geri gittiği performanslar oluyor. Çözümü çok çalışmakta buluyor. Kafamızın içindeki sesin bir şeyleri yapamayacağımızı söylemesine alışkın değil miyiz zaten? Hayatımızın bir kısmı onu dinlememeyi, onu eğitmeyi, ona aksini ispatlamayı öğrenmekle geçiyor. Dilan için müzik, bu bariyerleri tek tek yıkıyor. Evrencan Gündüz ve Uzaylılar’dan sonra Dolu Kadehi Ters Tut ekibine katılıyor. Takvimi provalar, konserler ve kayıtlarla dolu şimdi. Dilan Balkay, KUYU Albüm, albümdür: Dilan Balkay, 2019’dan beri paylaştığı solo kayıtların yanı sıra, Can Ozan, Dolu Kadehi Ters Tut, Cihangir Aslan gibi isimlerle iş birlikleri yaptı. İlk solo albümü KUYU , 15 Ekim’de çıktı. “Reels ve TikTok çağında, birinden seninle 30-35 dakika geçirmesini beklemek ciddi bir beklenti,” dese de içinden gelenin single değil albüm yayımlamak olduğunu söylüyor. Çünkü “Albüm, albümdür. Bir sanatçıyla tanışmak için çok daha güzel bir ortam yaratır.” Dijitalleşmeyle birlikte albüm yayımlamanın eskiden olduğu kadar büyük algılanmamasını cesaret verici buluyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde öğrenimine devam ederken bugün yaptığı şeyin yarın kendisini tatmin etmeyeceği ön kabulüyle yaşıyor. Leonardo da Vinci’nin “Sanat bitmez, terk edilir,” sözünü hatırlıyor sohbetimiz sırasında. Mükemmeli aramamak da şu hayatta öğrenmemiz gerekenlerden. Dilan'ın evinde enstrümanlarının bulunduğu bir köşede Anahtar: Her ne kadar bu dönemde az müzik dinlediğini söylese de Jasmine Sullivan, Hiatus Kaiyote ve Anomalie isimleri bir çırpıda dökülüyor Dilan’ın ağzından. Boğaziçi Gençlik ve Caz Korolarında çok insanla çalışmayı, uyum ve zaman kontrolünü öğrendiğini söylüyor. Ona yeni kapılar açan ve “Ben de böyle bir şeyler yapmak istiyorum,” dedirten albüm, Feist’ın Metals ’ı.

Sokaklarda, sahnelerde, kayıtlarda: Dilan Balkay

Ekim 17, 2021

·

Makale

“Müzikte o ilkelliği farkedince galiba bunu yapmak istiyorum dedim."

Ahşap müzik kutusu: Yeni bir duraktayım. Yanımda bu sefer Taner var — evet, sonu Yücel’le biten. Nereye varacağımız belli değil fakat nereden başlayacağımız net. “Hatırladığın ilk ses nedir?” diye sorarak girdim konuya. Hemen dedesinin müzik kutusunu anlattı. İçinde dönen sufilerin olduğu ahşaptan bir müzik kutusu olduğunu söyledikten sonra bu aralar o kutuyu ve çıkan sesleri fazlasıyla anımsadığından bahsetti. Bir de tabii kuzenlerinin walkman 'inden ve onu çok şaşırtan, müzik dinleyebildiği kulaklıklarından bahsetti, sonra ekledi: “Hâlâ o şokumu hatırlıyorum gerçekten. Beynimde bir kapak açılmıştı.” Taner’in tüm üretimlerini akşam 22.00’den sonra yüksek seste müzik dinlemenin yasak olduğu, gürültülü bir caddeye bakan evinde yaptığını belirteyim. Metropol hayatında kulaklık pek çoğumuz için yaşam destek ünitesi gibi. Taner Yücel'le Yeldeğirmeni'nde bir kapının önünde Anne zoruyla: Taner'le içinde müziğin olduğu mutlu bir güne gitmek istedim fakat o mutsuz hatıraların daha yoğun olduğunu söyleyince ilk kurcaladığı enstrümana yöneldik. Anaokulunda annesinin zoruyla piyano kursu gibi görülen fakat aslında küçük bir Yamaha orgundan üstüne notalar yerine sayıların yazılarak bestelerin öğretildiği bir anıya çekti beni. Oradan eve geçtik. Türk Sanat Müziği söyleyen annesi ve hiç tanımadığı bir enstrümanı birazcık vakit geçirerek çalabilen babasıyla tanıştık. Babasının farklı enstrümanlara duyduğu o merak, daha sonra Taner’e de geçti: “Bende de her enstrümanı azıcık deneme isteği oluyordu.” Bugün o denemeleri janrlar arasında çıktığı yürüyüşlerde ve sağa sola düşen üretimlerinde bulmak mümkün. Güzel sanatlar üstü güzel sanatlar: Dedesinin Erdek’teki yazlığındayken televizyonda verdikleri röportajı çok havalı bulan Taner gidip hemen Cartel kaseti aldı. O dönem grubun sözlerle dışa vurduğu acıyı benimsemeye çalıştığından bahsetti. Onda olmayan bir acıya eşlik etmek istemesini kafama takıp Eskişehir’e doğru yol aldım. Taner burada üniversiteye başladı fakat bitirmedi. Güzel sanatlar listesinden sonra güzel sanatlar fakültesi ona ancak belli kalıplar içinde kalırsa görünür olabileceğini öğretti. O da sadece ne istiyorsa onu yapmayı tercih etti: “Müzikteki ilkelliği fark edince galiba bunu yapmak istiyorum dedim. İddiasız olmayı sevdim. Kendimi resim sanatında yaratıcı bulmayan biriyim. Çünkü hep öğretilen çizgileri ve istenilen ödevleri yapabilecek bir çizim gücüm olduğumu düşünüyordum. Hâlâ da öyle düşünüyorum.” Taner'in sık gittiği göçmen lokantalarının buluğunda sokaktan "Lan oğlum dur!": Üniversite dönemi adı bile olmayan bir sürü punk grubu denemelerinden sonra Neon ’da yerini buldu. Müzik türleriyle tavırları iç içe koymaya başlayınca hayatı da kurma bir saat gibi akıp gitti. Grubun önemini ve Taner’in sahnede sınırlarını çizdiği karakterini “' Lan oğlum dur!' cümlesini en çok duyduğum gruptu Neon. Gerçekten durmam gerekiyordu. Devamlı gürültü çıkaralım istiyorum çünkü.” s özünden anlamak mümkün. Bir de Davulcu Mustafa var tabii. Mustafa Zümrüt. Onun müzik ekipmanlarına ve kayıt teknolojisine duyduğu ilgi Taner’e de bulaştı. Bu sayede sahne perdesinin arkasında çocukken çok şaşırdığı kulaklıkta yer bulan müziğin yolculuğunu öğrendi. Saçma sapan sesler: Uzun bir askerliğin ardından kendi deyimiyle “saçma sapan sesler” çıkarmanın peşinde olduğu bir dönemde HaZaVuZu isimli sanat kolektifine katıldı. Her şey bittiğinde geriye kalanların özetini şöyle anlatıyor: “ Orada bir müzisyen olmayı bırakmıştım. Gitarı bir müzik enstrümanı olarak değil de ses aparatı gibi kullanmayı çözümlemek benim için değişik bir sınav olmuştu.” Daha önce janrlardan bağını koparan Taner, belli ki müziği de parçalarına ayırmayı başardı. Geriye bir tek ses kaldı. HaZaVuZu’nun ardından kısa bir süre Ses Perileri , sonra The Raws ve Jakuzi geldi. Hepsinden geriye kalan öğrenimleri var. Tıpkı hepsinde bıraktığı “hata payları” olduğu gibi. Taner ve Yeldeğirmeni'nde kaval satan Nazmin amca Prodüktör koltuğu: Taner’in “ Ben grup elemanı olamıyorum. Gıcık ve zor bir insanım. Hiçbir grubumda sadece gitarist olamadım,” itirafından sonra bireysel üretimlerinin çoktandır oturduğu prodüktör koltuğuna geçtik. Zaten en baştan beri dinlediği şeyi hep analiz ettiği ve kulağına gelen her türlü sesin ortaya çıkış sürecine merak duyduğu bilgisini verdikten sonra asıl başlangıcın reklam müziğiyle olduğunu söyledi. Müşterilerin hayal ettiği soyut kavramları sese dönüştürebildiği fark edince önce D omuz Records ’un sonra da albüm prodüktörlüğünün kapılarını açtı. İlk prodüksiyonum dediği albüm Özgür Semerci ’nin Bulandı Sularım ’ı oldu. Görselle sesin sihirli buluşması: Bugüne dönelim. Son durağa gelmeden Taner’in birkaç hafta önce Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film Müziği ödülünü aldığı ilk solo albümü The Cemil Show ’a uğrayalım. Önce film müziği yapma deneyimini sordum. Cevabı, “G örselle sesin birleşleşmesi sihirli bir deneyim. Bir oyuncu gibisin, görünmeyen bir oyuncu,” sözleriyle oldu. Bu sayede ben de biraz olsun Thom Yorke ve Nick Cave gibi isimlerin film müziklerine duyduğu tutkuyu biraz daha iyi anladım. Barış Sarhan, The Cemil Show Görünmez Taner: Sıra 27 kaydın bulunduğu 1 saat 1 dakikalık The Cemil Show ’un müziklerine geldi. Filmin farklı dönemlerde geçen hikâyesi ve yönetmeni Barış Sarhan ’ın tanıdığı özgürlük, Taner’in kişiselleştirdiği bir üretim süreci geçirmesini sağladı. Bu da hem belirlediği konsept dâhilinde dilediği janrlar arasında dolaşmasına hem de babası için yazdığı Dündar Bey isimli şarkının yönetmen Barış’ın ısrarının ardından önce filmde sonra da albümde yer bulmasına neden oldu. Sonuç Taner’in “çok sindi içime,” dediği bir albüm — görünmeyen Taner’in eşsiz performansı. Anahtar: Gitmeden hem bana hem de okuyanlara ve dinleyenlere yeni keşifler için bir hatıra bırakmasını istedim Taner’den. O da hayatı boyunca en beslendiği gruplardan birinin, Type O Negative ’in ismini verdi ve ekledi: “Çocukluğumdan beri her teknolojide yanımda oldu. Kasedi, CD’si, sonra MP3 player’ımda, cep telefonumda ve Spotify’ımda.” Bis: Taner’in SoundCloud ’da paylaştığı ambient etiketli kayıtları işaret etmeden kapatmak olmaz. İki yıl önce Dündar Bey 'le başlayan seri, son aylarda yayımladığı Sana ve Solaris Solitude 'la devam etti. Bu kayıtların sonu albüme bağlanır mı? O b ilinmez — bir gözüm oralarda olur hep. Artık tanıdık olduğumuz için istasyonun caddeye kavuşan son merdivenindeyiz. Döndüm ve köşedeki sokak lambasının ışığına doğru yürümeye başladım. Bugünlük düşünceler ve hisler Taner’den Taner’e sekti. Bir sonraki aydınlık yer neresi olur bilemem. Hoşça kalın.

“Müzikte o ilkelliği farkedince galiba bunu yapmak istiyorum dedim."

Ekim 10, 2021

·

Makale

Evde, pijamalarla piyanonun başında: Güneş Özgeç

Müşfik Kenter ve Prokofiev: Güneş Özgeç, müzisyen bir baba ve TRT İstanbul Televizyonu’nda seslendirme yönetmeni olan bir annenin kızı. “Annem etrafındakileri çalıştırmayı severdi,” diyor seslendirme yapmaya nasıl başladığını anlatırken. Şimdi 30’lu yaşlarını sürenlerin çocukluklarında sesiyle iz bırakmış Müşfik Kenter’le aynı koridorlarda geçiyor çocukluğu. Mikrofon ve kayıt stüdyosuyla yedi yaşında tanışıyor. Küçükken babamın iş yerindeki seslendirme stüdyolarına gidişimi hatırlıyorum. Mikrofonlar, kablolar ve çok karmaşık görünen o ekipmanlar ne kadar etkileyiciydi. Dış dünyadan kaçıp yerin altında küçük, sessiz bir odada olmanın güzelliği — Güneş’in etkilendiği ilk seslerden biri, besteci Sergei Prokofiev’in çocuklar için yazdığı Opus 65 . “Bu yapıda bir bozukluk var”: Kuzenlerinden gelen legolarla dünyalar inşa ederek geçen çocukluğun sonu, aile yönlendirmesiyle konservatuvara bağlanıyor. Hayaller Fame ama gerçekler, bireysel hırsların öne çıktığı, özgürleştirici olmaktan uzak bir ortam. Kemanla başlayan okul hayatı, viyolayla bitiyor. Aradaki yıllarıysa konservatuvar mezunu arkadaşlarımdan sık sık duyduğum psikolojik yıpranma, kırgınlık ve bir şeylerin aslında böyle olmaması gerektiği hissi dolduruyor. Aşağılanmaktan değil teşvik edilmekten hoşlandığını söyleyen Güneş için okul, içindeki yaratıcılığı ve üretme isteğini sıkıştıran bir yer. Güneş Yüzüm şarkısındaki “Koydular beni o küçük salona, rutubet kokulu bakışların arasına,” cümlesi aklımda yanıp sönüyor. “Kör kalpleri, buruşmuş elleriyle seçtiler beni.” Moda'daki Aya Ekaterina Ayazması Yaratmak ve paylaşmak arasında: Güneş Özgeç, kendi hâlinde biri. Eskiden beri hayali evde, pijamalarıyla piyanonun başına oturup beste yapmak. Onları kaydedip ve düzenleyip paylaşmak. Legolarla oynadığı günlerdeki gibi kendi başına bir şey oluşturmanın büyüsünü seviyor. Şarkı yazmaya yıllar önce başlasa da şarkıları son hâline getirip yayımlamak konusunda onu durduran bir şeyler var. Önce para kazanma ihtiyacı, hayat gailesi. TRT Çocuk ve Nickelodeon’da müzik yönetmenliği yaptığı yıllarda tamamen işe gömülüyor. Sonra bunu tek başına yapamayacağını, bir prodüktöre, “işi bilen biri”ne ihtiyacı olduğunu söylenler geliyor. Sonunda da “Her gün milyonlarca şarkı çıkıyor, kim benim şarkımı nereden bulacak? Yayımlasam ne fark eder ki?” diyen iç sesi. Bütün bunları aşması, 2018 yılına denk geliyor. Cem Yılmazer’in cesaretlendirmesi, iskelenin kenarında duran Güneş’i yavaşça suya itiyor. İlk tekli Kahve , onu takip eden Ikaria , Sonbahar , Güneş Yüzüm ve bu yaz çıkan Bence Gerçek Hepsi — yeni şarkısı Düş de yolda. “Bunun da her şeyini ben yaptım,” derken gururlu, haklı da. Güneş Özgeç, Moda Çay Bahçesi “Bir an sanki büyüyor da…”: Müziğini paylaşmaya daha önce başlamış olmayı dilese de “keşke” demiyor Güneş Özgeç. Melih Cevdet’in şiirlerini okuduğunda “bir an sanki büyüyor da onun içinde kalıyorsun gibi” hissettiğini söylüyor. Şarkılarda yapmaya çalıştığı şey bu — bir anın uyandırdığı hisleri aktarmak. O yüzden müziğinde kahve kokusu, bir adanın durağan huzuru, rutubetli salonların kapısını çarpıp çıkmanın ferahlığı var. Bis: Kontrol edemediği şeyler (buna hayat diyoruz) arttıkça kaygı seviyesi de artan biri olarak günün getireceklerini misafirperverlikle kabul eden insanların yanında olmak bana cesaret veriyor. Güneş'le vakit geçirmenin benim için böyle bir tarafı var. Bir müzisyenin kendini gerçekleştirmesine tanık olduğumu hissediyorum yayımladığı her şarkıda. Ne güzel mutluluklar.

Evde, pijamalarla piyanonun başında: Güneş Özgeç

Ekim 3, 2021

·

Makale

Salon'uma hoş geldin: Deniz Kuzuoğlu

Hafızadaki ilk sesler: Aslında Bozcaada’dayız ama Deniz’in kulağında asılı kalan ilk sesi öğrenmek için aynı anda Ankara’dayız. “Özel televizyonların kurulduğu zamanlar, 6-7 yaşındayım. Kanalların jingle’larını hatırlıyorum. Interstar’ınki özellikle çok net aklımda.” Deniz sadece bu tanıtım müziklerini değil, o dönem yaşadığı araba tutmalarını ailesinin dinlediklerine bağladığını da anımsadı. Ailesi Deniz’in taviz vermediği müzikal beğenisiyle baş edemediği için çareyi ona bir walkman almakta buldu. İlk kasetlerinden biri de kendisinden dört yaş büyük abisiyle defalarca dinleyip çokça eğlendiği Bart Simpson’ın hip hop yaptığı The Simpsons Sing the Blues albümü oldu. Deniz hâlâ bu kasetin peşinde. Gören, duyan varsa ona haber versin. Deniz'in Radiohead sweatshirt'ü Her şeyin başlangıcı Radiohead: Biz devam edelim. Deniz de saatlerce tek başına oyun oynayanlardan. Hemen salonda bol geometrik şekilleri bulunan halının üstünde kurduğum hayal dünyaları aklıma geldi. Deniz 11-12 yaşlarına, İngilizceyi öğrenip kartonetleri ezberlediği döneme geçince hemen bugüne geri döndüm. Radiohead ’le müziğin janrlar ötesinde algı oluşturduğunu öğrendim. “Çünkü bambaşka bir müzikti,” dedikten sonra ikinci sıraya da Blur ve Oasis arasındaki kapışmadan geriye kalanları ekledi. Her fırsatta bir köşeye çekilerek walkman ’inden müzik dinleyen bir Deniz canlandı gözümde. Bozmadım, bıraktım onu öyle. David Bowie, Glastonbury 2000 Seçimler silsilesi: ODTÜ ve Bilkent arasında mekik dokuyarak ve arada bir de üniversitesi Hacettepe’ye uğrayarak onlu yaşlarını uğurlayan Deniz, YouTube hayatına girer girmez sabahlara kadar Glastonbury videoları izlediğini fark edince müzikle ilgili bir iş yapmak istediğini anladı. Radyo Hacettepe’de kısa bir deneme yapsa da ilk fırsatta İstanbul’a gitti. İlk durağı CNN Türk’ün arşiv bölümü oldu. Kısa süre sonra bir yolunu bulup Dream TV’de Gamze Elgin’in yanına geçti. Üç aylık başlayan stajı, altı ay sürdü. Geride bıraktığı olumlu izler, önce Pozitif’te Orçun Ejder’in yanında prodüksiyon asistanı olarak ardından Elif Cemal’in — neredeyse bütün festivallerin ve Babylon’un programlamasını yapan kişinin — yanında hayalini kurduğu mesleği öğrenmesini sağladı. 2013 yılının Temmuz ayında, Salon açıldıktan üç yıl sonra da Bengi Ünsal’la yol arkadaşı oldu. O Birleşik Krallık’a gittikten sonra Salon’da eş direktörlük görevini üstlendi — şimdiyse Salon’un tek direktörü. Kimine göre tüm bunlar sadece birer kariyer basamağı. Bana göre bir hayalle başlayan ve tutkuyla beslenerek ilerleyen seçimler silsilesi. Bugünden geçmişe uzanıp “Bunca değerli ismin sana bıraktığı ortak miras neydi?” sorusunu yanıtlamasını istedim. Cevabı “Hepsi etik değerlere çok bağlı insanlardı ve her şeyin yazılı takibini yaparlardı,” oldu. Evde olma hâli: Her ne kadar şu sıralar ben dâhil İstanbul’da yaşayanların çoğu “Ya ev sahibim arar da bir bahaneyle evden çıkmamı isterse ne yaparım?” derdine düşse de pandeminin evle kurduğumuz ilişkide milat olduğu bir gerçek. “Son 12 yıldır evimi yatmak için, bir otel gibi kullanıyordum,” diye başladı söze, sonra maruz kaldığı seslerden dem vurdu: “Pandemide birbirimize moral verelim diye komşuların da duyabileceği şekilde müziği yüksek sesle açma alışkanlığı başladı. Müziği seçmeyi bilen açsın. ” Bu cümleden sonra iyice emin oldum. Kimse Deniz’e istemediği müziği dinletemez. Onun istediği müziğiyse şimdiye kadar başta İstanbullular olmak üzere binlerce kişi Salon’a gelip dinledi. Gülümseten bir ironi. Trent Reznor, Nine Inch Nails Otobüs gürültüsü: " Başka neler oldu pandemide?" diye sordum. Onlu yaşlarında çokça dinlediği gruplara geri döndüğünü, yemek yapmaya başladığını ve kitap okuma alışkanlığını geri kazandığını öğrendim. Çevrim içi dinleme platformlarının dinleme alışkanlığı üzerine yarattığı etkiyi konuşurken konu birden Nine Inch Nails ’e geldi: “Nine Inch Nails benim için çok enteresan ve çok önemli bir grup. Trent Reznor otobüs gürültüsü kaydetse dinlerim.” Ben de Warren Ellis ne kaydetse dinlerim. Şakası yok bunun. Khruangbin, 2016 Salon konser afişi Kimler geldi, kimler geçti?: Keşif Sahnesi’nde kendini "keşif sahnesi" olarak kodlayan bir mekânın direktörünü konuk etmek elbette heyecan verici. 450 kişilik bir mekânın 11 yıllık arşivinde pek çok unutulmaz konser var. Biz sadece 2012 yılındaki Ólafur Arnalds , Nils Frahm ve AWVFTS ’li efsane Erased Tapes gecesini, 2016’daki ilk Khruangbin konserini andık ama daha nicesi geçti Salon’dan. Üstelik sadece geçip gitmedi — birçoğu konser sonrası da kaldı. Ya imza dağıtıp lisanslı ürünlerini sattı ya da Salon’un arkasında uzun uzun muhabbete daldı. Deniz’i en çok şaşırtansa Mark Lanegan oldu: “Mark Lanegan suratsızı bile Salon'da konser sonrası oturdu ve bir buçuk saat boyunca imza dağıttı. Kendisinin müziğini çok seviyorum ama kabul edelim ki huysuz ve suratsız biridir.” Boşuna demiyorum “Ev sıcaklığında konser mekânı,” diye. Salon'un arkası, Hoşcan Çıkmazı Sokağı Salon’da buluşalım: Salon’un güncelini sormadan Hoşcan Çıkmazı Sokağı'nı terk etmek istemedim. “Belirsizlik devam ediyor,” diye söze başlasa da 2022 bahar aylarında yabancı gruplarla konserlere başlamayı umduğunu söyledi. Ayrıca Gezgin Salon’u festivale dönüştürme fikrinin olduğunu, bunun için yapılan programlamayı tuttuğunu belirtti. Tam sezonun da 2022 Eylül’de başlayacağını düşündüğünü de not düştü. Ben de bir ekleme yapayım. Gezgin Salon, 20 Kasım Cumartesi akşamı Balthazar ’ı konuk edecek. Yerinde yurdunda olmasa da Salon’lu günlere selam göndermek isteyenlere duyurulur. Anahtar: Sohbeti sonlandırmadan “Bir keşif rotası çıkarsan hangi gruplara uğramamız gerekir?” diye sordum. Tabii ki cevabı hazırdı. Önce bir süredir dilinden düşmeyen Black Country, New Road ’u söyledi. Ayrından da Dry Cleaning ’e muhakkak şans vermemi istedi. Bu yıl çıkan ilk albümleri New Long Leg ’i çokça övdü. Unutmayın, Deniz bir grubu övüyorsa ve keşfetmemizi istiyorsa onları kısa zaman içinde Salon’da görme ihtimalimiz yüksek demektir. Sen önden tanış, sonra da Salon’da samimileşirsin. Deniz'in David Bowie broşu Bis: David Bowie'yle açılan konuşma, yine onunla sonlandı. Kocaman bir parantez gibi Bowie. İstediğin yerde aç, dilediğin zaman kapat. İster zihninde döndür ister bir albümünde kaybol, istersen de Deniz gibi broşunu tak yanında, yakanda taşı. Ne de olsa seçim bana, sana ve ona ait.

Salon'uma hoş geldin: Deniz Kuzuoğlu

Eylül 26, 2021

·

Makale

Geçmişe takılmadan, günü kaçırmadan: Özgün Semerci

Sezen Aksu ’88: Özgün Semerci’nin Yalova’da geçen çocukluğundan aklında kalan ilk sesler. Ben de benzer yaşlarda, Gebze’de bir evin salonunda, koltukların üstünde zıplayarak Sarışınım 'ı söylüyorum. Tatil albümleri başka — arabanın teybinde Kayahan ve Levent Yüksel var. “ Klasik tatil albümü,” diyor Med Cezir için. Beni Bırakın 'ın sözlerini “Sustu hain dram seli, korkunçlar havalandı,” sandığım yaz günleri geliyor aklıma. Türkçe popun güçlü kollarında güvende olduğumuz yıllar. Özgün Semerci, HOOD Base Sevdiğin şeyi bul ve orada kal: “Kurt Cobain öldükten sonra,” diyerek 1994 yılına işaret ediyor, “başka bir punk ortaya çıkıyor.” Birkaç yıl rötarla keşfettiği The Offspring 'den Smash , Green Day 'den Dookie ve Rancid 'in albümleri Özgün’e punk ve alt türlerinin kapılarını açıyor. O dakikadan sonra hedef, üniversite için İstanbul’a gidip bir punk grubu kurmak. Nakarata giden bir verse gibi ulaşıyor hedefine. “’99 Eylül’de Yıldız Teknik Üniversitesi yurduna giriş yaptım, kasımda sahnedeydik,” diye özetliyor durumu. Pop-punk sevgisi belirli yaşlara ait, gelip geçici bir heves değil. “Pop-punk’ın serdengeçtisiyim,” diyecek kadar sadık bu türe. Zaten bir müziği sevmek, bir döneme saplanıp kalmak anlamına gelmiyor. Özgün’e göre bunu en iyi metalciler biliyor. Second: Özgün Semerci’nin Türkiye punk sahnesinde iz bırakan grubu Second’ı düşünmek benim için biraz da 2000’lerin cıvıldayan Beyoğlu mekânlarını anımsamak demek. Ankara, Eskişehir, İzmir’den gelen punk gruplarının peşinde gezilen konserler, fotokopiyle basılmış biletler ve bir topluluğa ait olma hissi — Özgün o yılları hatırlarken nostaljiye düşmemekten yana. “Peyote açılana kadar Taksim’de kendi müziğini yapan grup yoktu,” diyor. “Şu an özgün gruplar açısından çok daha zengin bir dönemdeyiz.” Eskiye dair hiçbir şeyin övülecek bir yanı olmadığını söylüyor. Bir ürün olarak nostaljiyi reddediyor. Derdi, günü kaçırmamak. Second, bunu yapmayı başarıyor. Sekiz yıl aradan sonra 1 Ocak 2021’de yayımladığı Aklımda Bi Kördüğüm teklisi TikTok’ta çok paylaşılıyor ve tıpkı 2000’lerde olduğu gibi, 10’lu yaşlarını süren dinleyicileri şıp diye buluveriyor. Özgün Semerci, HOOD Base Banjoyla tanışma: Banjo sesi bana adımların ritmini, yolları çağrıştırıyor. Şehirle değil, doğayla iç içe bir yanı var. İcat edildiğinden beri büyük değişimlere uğramamış, belirli melodileri çalmak üzere gelişmiş enstrümanda Özgün’ü çeken ne? “Banjo müziği Amerikan country dinlemeye alıştığımda şunu anladım: Nirvana bir folk grubu. 70 yıllık bir clawhammer banjo kaydı dinliyorsun, resmen Nirvana şarkısı! Benim banjoda bulduğum hikâye bu büyük ihtimalle,” diye merakımı gideriyor. Banjoyla tanışması, aslında Second'la yıllar önce kaydetmeyi düşündükleri Aklımda Bi Kördüğüm şarkısı vesilesiyle oluyor. 2016 tarihli Bulandı Sularım teklisiyle başlayan Özgün Semerci diskografisinin alametifarikası bu ses. Kararlı bir yapısı yok, kayda aktarılması da bu yüzden zor. Kendine özgü bir sinematografisi olduğunu söyleyebilirim, alaca karanlığın lacivertine yakıştırıyorum. Bu yazıyı yazdığım saatler gibi. Anahtar: Özgün, müzik dinlemeyi yapmaktan daha çok ciddiye alan biri. Şarkılarını çoğunlukla bir çırpıda yazıyor, önemsemeden söz yazmanın gücünü yadsımıyor fakat ne söylediğinin önemli olduğunun da farkında. Acaba onun açacağı kapıdan nereye çıkacağız? Billy Bragg ve Joe Glazer isimlerini veriyor hemen. Sendika şarkıları söyleyen, sol görüşlü iki aktivist müzisyen. Şarkılarındaki her kelimenin hayatta somut bir karşılığının olması etkilemiş Özgün’ü. Bir kişinin söylediği şarkılarla insanları etrafına toplayıp etki yaratmasına tanık olmamızı istiyor. Müziğin “eyleme geçirme” gücünü seviyorum — ister kitlesel bir hareket olsun ister kişisel bir manevra. Özgün Semerci Bis: Uzun zamandır müziğini, birkaç yıldır da kendisini tanıdığım Özgün Semerci’den çok sevdiğim iki şarkısının — Mucize ve Kaygı — hikâyesini öğrenmek yanıma kâr. Geçmişe bakmaktaki isteksizliğinde kendim için de ferahlatıcı bir şey buluyorum. Olmuş olanı bırakmak daha kolay görünüyor. Çok güldüğüm bu cümlesi, artık her 90’lar konusu geçtiğinde aklıma gelecek galiba: “Sadece bira ucuzdu diye 90’ların köpeği mi olalım?”

Geçmişe takılmadan, günü kaçırmadan: Özgün Semerci

Eylül 19, 2021

·

Makale

Gürültüden çağdaş seslere yolculuk: Yaren Eren Budak

KULİS Yaren ile ilk buluşmamız Nick Cave üzerinden oldu. Evet öncesinde bir araya geldik ama ben onu ilk Nick Cave'le görmeye başladım. Nicedir Nick Cave’i konuşmadım. Hatta bir dönem gün içinde sürekli girip bir şeyler okuduğum The Red Hand Files ’a bile girmez oldum. Demek dönüş vakti geldi. Yazıya ara verdim. Girip Nick Cave’in yayımladığı her şeyi didik didik ettim. Birkaç ay önce ona sorulan “The Red Hand Files'ı başarılı buluyor musun?” sorusunu eşi Susie Cave’e yönlendirdiğini ve “Elbette.” cevabı aldığını öğrendim. Devamın da “Burası kilise gibi, dua etmek gibi manevi bir yer. Karakterimin daha iyi, daha şefkatli köşesinde her hafta belirli bir zaman geçirmemi sağlıyor. Oraya yolculuk etmek daha kolay, daha az dirençli hâle geldi. İyileşiyorum.” sözleriyle komünal paylaşımın ona olan etkinlerinden bahsetmiş. Katılıyorum, birlikte iyileşeceğiz. Ne diyorduk? İlk buluşma. Yaren’e en sevdiğim Nick Cave şarkısını sorduğumda önce soruyu değiştirdi. En sevdiğinin değil ama en anlamlı bulduğunun Push The Sky Away olduğunu öğrendim. Şarkıyı ilk kez Nick Cave’in 2018’de Küçükçiftlik Park’ta verdiği konser sırasında dinlemiş. “Elleriyle gökyüzünü yukarıya doğru itişini hatırlıyorum. O bana çok dokunan bir his olmuştu. Bazen ben de ellerimle havayı etrafa dağıtasım, şöyle 'Bir dakika çekilin, bana alan açın!' diyesim geliyor. Push The Sky Away, hem bir yandan içimizi daraltıp hem de o ferahlığı da sanki sağlıyor.” sözleriyle şarkının ona ne hissettirdiğini çok güzel anlattı. Tüm sohbete dönüp baktığımda çağın karın ağrısı gibi sesleri, hisleri arasında hep iyiyi bulmaya çalışmışız. Niceleri gibi… O nicelere de bol bol selam gönderdik zaten. Yaren ve Taner Yaren’le ilgili ilk araştırma yapmaya başladığımda websitesinde kendini “İstanbullu çellist, laptop icracısı, eğitmen ve müzik okur-yazarı” olarak tanımladığını gördüm. Ben onu çağdaş seslerle kendi ifadesini yaratan bir sanatçı olarak hayatıma ekledim — o da olasılık yığını içinde kendini bulmaya çalışanlardan. KEŞİF SAHNESİ Bozcaadada’yız — bir süredir oradayız ama ben sizi şimdi davet ettim. Manzaram çok güzel. Karşımdaki camın arkasında deniz var. Hemen ardında da Bozcaada Kalesi. Derinden gelen dalga sesleri, merakla beklediğim bir filmin açılış sahnesi gibi. Hafızasındaki ilk sesi sordum Yaren’e. Ankara’ya gittik. Bir uçak fabrikasının lojmanına. İş günleri sabah saat 05.30’da çalan siren vari bir sesi hatırladığını söyledi. Mesai başlamadan önce bir çeşit uyandırma işlevi taşıyormuş o ses. 4-5 yaşlarında bir çocuk için babasının evden gidip akşama kadar dönmeyeceği bir ayrılığı… Ve tabii o bilinmezlik içinde yaşanan korkuları. Bugünden farksız. Tam evdeki ortam nasıldı acaba diye düşünürken Yaren “Bizim evde çok fazla müzik dönerdi. Müzisyen olmam tesadüf değil. Hatta biraz da zorunluluk. Elimde başka bir şey yoktu neredeyse,” diyerek zihnimdeki soruyu cevapladı. Dingin: Yaren’in o günlere dair mutlu hissettiği hatıraların merkezinde konserler var. Çok küçük yaşlardan beri konsere götürüldüğünden bahsederken araya şunu ekledi: “Bugünden o yaşa gidip kendimi tebrik ediyorum. Bağırıp çağırmayan, ortalığı dağıtmayan, onun yerine pür dikkat sahneyi izleyen bir çocuktum.” Daha o yaştan enstrüman çalınıyorsa susulacağını ve dingin bir şekilde performansın dinleceğini öğrenmiş. Dingin kelimesi bana değil, Yaren’e ait. Üstüne düşündüm biraz. Performans dingin kalarak mı dinlenir? Acaba aklında ne vardı? O dönem evin bir yerlerinde bağlama olduğunu öğrendim. Hem babası hem de eve gelenler çalarmış. Uzun yıllar yüzüne bakmasa da bir gün bağlama çalan arkadaşının etrafında toplanan kalabalığı görünce yalnızlığını kırmak için enstrüman kullanabileceği anlamış. Ben de tasolarımın sayısı artınca aynı şey olacak diye düşünmüştüm. Farklı olan bir şey: Evden çıktık. Yaren’in abi-kardeş olan çocukluk arkadaşlarının yanına gittik. Neden buradayız? Çünkü evin bir yerinde pek de göz önünde olmayan bir org var. Yaren’in sadece oynamak için orgun tuşlarına basması, önce kazara anlamlı bir melodi çıkarmasını ardından da herkesin kulağına hoş gelen sesler yaratmasını sağlamış. O günün önemiyse hafızasında beliren “Bende galiba onlardan farklı olan bir şey var,” düşüncesi. Büyük kavgalar: Şimdi de galiba Antalya’ya gittik. Bu kısım sohbette yok. Ben parçaları birleştirdim sadece. İlk "bir şeyler oluyor" dediği zamanları pek anmak istemedi. Nedeniyse basit: “Enstrümana henüz hâkim hissetmemek, yetenekle ve çaldığın şeyle çok büyük kavgalar getiriyor. Bende bir şey var tamam ama tam da kullanamıyorum. Arada, eşikte bir yerdeyim. Çok fazla hata yapıyorum, çok anksiyete yaşıyorum.” Şimdi acaba nasıl bir duygu onun için sahneye çıkmak? Merak ettim. Bazıları ilk günkü gibi kalmış olmalı. Acaba hangileri? Yaren, kedi ve Bozcaada Rum Mahallesi Kalp çarpıntıları: İlk kez kendisini müzikal olarak ifade edebildiği grubun Kutu olduğunu söyledi. Utku Öğüt’un Britpop tadında, kendisine özgü müziği onu da içine çekti. Anlatırken yüzünde o günlerin heyecanını görebildim. Nitekim o dönemler Yaren’in elektro çellosunu yeni aldığı, çıkartmak istediği seslerin peşine düştüğü zamanlar. Yavaş yavaş yolu hayal ettiği isimlerle de kesişti. Belli ki kalp çarpıntıları, sabahlanan geceler fazla. Kocaman hayalleri içine alan sonsuz bir gelecek var. Yaş mı? 20’lerin başları. O yaşlarda Yaren peşi sıra gruplardan gelen çellist çağrılarına hep olumlu dönüş yaptı. Bir süre sonra aslında kendi projesi olmadığında bu grupların ona bir ifade alanı açmadığını fark etti. Bu da yavaş yavaş odasına çekilmesini ve tek başına kayıtlar yapmasını sağladı. Zaten o gün bugündür de kendi projesini solo olarak sürdürdüğünün altını çizdi. Anlatım araçları: Vakti geldi. En başından beri Yaren’in yaşadığı kırılımları seslere taşıyabildiği aklımdaydı. Edip Cansever ’in Yengeç adlı şiirindeki (ben podcast ’te yanlış söyledim adını, affola) bir dizeden ismini alan Bir Vahşet Gibi Yaratılır Orda Umut 'u sordum ilk. Meğer arkası çok derinmiş: “ Edebiyatla müzik bende hiç ayrılmadı. İkisi de bence birer anlatım aracı. Karşıya bir şey geçirmek, bir dert iletmekle ilgili ikisi de. Edebiyatla bir dönem haşır neşir olmaktan kaynaklanan dışavurum istediğini müzikte de hissediyorum. Bir dönem çok dertli, çok sıkışık, dünya ile ilgili bir takım problemlerle boğuştuğum anda bir şey yazmak istemekle bir şey çalmak istemek arasında gidip geldim hep.” Bir Çağ Eşiği: Felaketlerin sonunun gelmediği bir döngünün içindeyiz. Hep kendime sorduğum bir soru: Hayatım boyunca daha ne kadar felakete tanıklık edeceğim? Cevabı yok. Dünyanın meseleleri Yaren’in de gündeminde, daha doğrusu evinin girer girmez hemen soldaki odasında. Geçen yıl yayımladığı Bir Çağ Eşiği isimli şarkısı belli ki oradan çıktı. “Kişisel çabalarımızla mücadele etmenin neredeyse imkânsız olduğu ve bizi bu yüzden çok çaresiz, güçsüz, zayıf hissettiren meselelerin yaptırdığı bir parçaydı.” sözlerinden hislerimizin uzak olmadığını bir kez daha anladım: ilki Nick Cave’di, ikincisi Bir Çağ Eşiği oldu. Onun hayattan çekip çıkardıklarına, yalnızlığına daha çok eşlik etmek istedim. Açık Radyo, Sub Rosa Programı Sub Rosa: Bugününe gelince bulutlar biraz dağıldı. Hemen dört aydır her pazar günü Zafer Yenal 'le birlikte yaptıkları Açık Radyo’daki Sub Rosa isimli radyo programını anlatmaya başladı. Meğerse Sub Rosa , müzikoloji lisans mezunu olmanın, hayatta ilk kez karşılığını bulduğu yermiş. Dinleyici tarafındaki benim içinse aynı kişiler arasında dönüp dolaşan müzikal konuşmalardan sıyrılan, çok sesli ve kayıtlı bir arşiv niteliğine sahip Sub Rosa . Takip ediniz, dinleyiniz . Özgül ağırlık: Mesele bir yerde çağdaş müziğe geldi. Zaten gelmesi de gerekliydi. Kayıt için buluşmamızdan hemen önce Yaren bana attığı e-postada çağdaş müziği "Haydi oturup biraz saçmalayalım, sınırları zorlayalım gibi olgun olmayan bir heves üzerine kurulu değil çağdaş müzik. Tam tersi, içinde birikmiş acılar, öfkeler ve hazin toplumsal bir hafıza barındırıyor,” şeklinde tanımlayınca merakım iyice kabardı. Zaten birlikte keşfedeceğimiz isim de bu alanın öncülerinden biri olan Alvin Lucier oldu. Hep yakın tarihe bakacak değiliz ya, bu sefer 2. Dünya Savaşı sonrasına gittik. Toplumsal acıların ardından baş edememe hâlinin yarattığı özgül ağırlıkları ve bunun altından kalkmak için başvurulan yöntemleri konuştuk. Belki Hermann Hesse ’nin Bozkırkurdu ’nda söylediği “Gerçekte çekilen acılardan gurur duymak gerekir, her acı bize yüksek bir aşamada bulunduğumuzu anımsatır,” gibi bakamadık acılara fakat açtığı kapıları gördük. O dönemin üretimlerine dair de en iyi tanımı Yaren yaptı: “Cenazede gülme krizine girmek gibi.” Alvin Lucier, huntercollegeart.org Deli mi dâ hi mi?: Bazı sanatçıların yaşamlarına konuk olmak, onların hayata baktığı yerde belirmek, eserleriyle yönümü bulmaya çalışmak, umut etme ve yaşadığımı hatırlama sebebim. Alvin Lucier ’in Yaren’deki yeri de öyle. Fizikle müziğin ilişkisini kurcalarken yaşadığı karşılaşma, Lucier’i tanıdıkça başka bağlarla güçlendi. Kendisi gibi Lucier’in de bazen kelimeleri kekeme ifade ettiğini söylemesinden ve bir sohbetimizde gülümseyerek çello için yazdığı bestelerini anlatmasından bunu anlamak mümkün. Başta da demiştim. Birkaç kalp çarpıntısı yan yana atmayagörsün. Kaydın kaydının kaydı: Alvin Lucier’e geri dönelim. Aslında tam olarak ona değil, onun müzikten önce ses üzerine kurduğu ham ve derinlikli kurgulara dönelim. Bir çağ eşiğinde oturan zamansız bir sanatçıyla başbaşayız çünkü. Kendisinin geride bıraktığı en önemli eserlerden biri I Am Sitting in a Room . Bu eseri ve yarattığı dünyayı podcast ’te Yaren’den dinlemeni öneririm. Kısaca anlatmam gerekirse Lucier, bir metin ve iki kayıt cihazıyla tekrarlı kayıtlar alarak yaşadığı anı parçacıklara ayırdı. Ortaya lineer ve döngüsel akışta bir yaşam formu çıktı. Tüm kusurlardan arınmış, tekilliğe giden yolda çoğalmayı başarmış, tıpkı Yaren’in müziğindeki hüznün ve mucizenin somut anlatımı gibi. Anahtar: Bu buluşmanın sonuna geldik. Bir keşif bırakmasını istedim Yaren’den. “Bir tek bunu düşünmeden geldim,” diyerek başladı cümleye ve devam etti: “Rehber dinlesinler. Fikret Kızılok’un Düşler’ini cover’lamak kolay değil bence. Hakkını vermişler diye düşünüyorum. Bu bile Rehber’i keşfetmeye değer.” Buluşmamızdan önceki gün, güneşi uğurlarken benim de aynı şarkıyı dinlemiş olmam tabii ki tesadüf değil. Olsa olsa bir kavuşma. Bozcaada Çayır Mevkii'nde gün batımı Bis: Neticede festivaldeydik ve ikimiz de Bozcaada’ya gelmeden adanın hayatımıza iyi gelmesini dilemiştik. Bence öyle de oldu. Bir şekilde her akşam festival alanında denk gelip uzun uzun dans ettik. Hiç konuşmadan bizi buluşturan müziğe teşekkür edip bol bol gülümsedik ve arkadaşlığımızı kutladık.

Gürültüden çağdaş seslere yolculuk: Yaren Eren Budak

Eylül 12, 2021

·

Makale

In Hoodies: "Müzik, virgülü bol ama noktası az bir dil."

KULİS Heyecanlanmak güzel bir şey. Değişimlerin, yeniliklerin stresli heyecanını da katarak söylüyorum. Kalp daha hızlı çarpar, avuçlar terler, uykular azalırken bir an durup gerçekten yaşadığının farkına varmak mümkün. Böyle anlarda aklıma hep Radiohead ’in Lucky şarkısındaki “Eşikte duruyoruz,” cümlesi geliyor. Durduğumuz kişisel eşikleri bir yana koyup Duende’nin atlamakta olduğu eşiğe bakalım diyeceğim ama o eşikler de peşimizi bırakmıyor. İçinde yaşadığımız pandemi gerçekliği kendini sık sık hatırlatıyor. Buluşmalar erteleniyor, kayıt ve çekim takvimleri değişiyor. In Hoodies ’in 2019’da çıkan Recalibrated Expectations albümünde dediği gibi, "beklentiler yeniden ayarlanıyor ama sonunda buradayız." Ortak fikirler ve hislerle araladığımız kapıyı ardına kadar açmaya, Duende'yle yeni keşiflere çıkmaya ve eşiğin ötesini görmeye hazırız. “Yeni” Keşif Sahnesi’nin ilk konuğu, indie rock 'la elektronik sesler arasındaki salınımını 2015’ten beri, kolektif üretimlerle besleyerek ve çekingen bir tavırla dinleyiciye ulaştıran In Hoodies. Bir sahne isminin arkasında, yakından tanıdığım ve hayatın her alanını paylaştığım Murat Kılıkçıer var. Onu taze bir gözle yeniden keşfedip anlatmak, heyecanımın sebebi. Bunu yaparken ne kadar yakın olursak olalım birini gerçekten tanımanın olasılığına dair düşünceler zihnimde dolaşıyor. In Hoodies'le kurucuları arasında olduğumuz, geçtiğimiz bir yılda bizi suyun yüzeyinde tutan ve gelecek için umutlanmamızı sağlayan yaratıcı üretim alanımız HOOD Base ’de, podcast kayıtları için kullandığımız masada karşılıklı oturuyoruz. Şimdi kayıt akmaya, kelimeler dökülmeye ve karşımdaki insanı gördüğüm ışık değişmeye başlayacak. Artemis Günebakanlı & In Hoodies KEŞİF SAHNESİ Karşılaşma: Varoluşçu psikolog Rollo May , Yaratma Cesareti kitabında, yaratıcı süreci başlatan “karşılaşma” kavramından bahsediyor. “Yaratıcı” konumundaki sanatçı ya da bilim insanının yoğun bir farkındalık ve bilinç artışı yaşadığı bu anı, bir ressamın gördüğü manzaranın içinde kaybolmasıyla örneklendiriyor. Ben bunu ilk defa dinlediğim bir şarkıdan çok etkilendiğim ve içimde bir şeylerin değiştiğini hissettiğim ana benzetiyorum. Müzisyenlere böyle bir an yaşayıp yaşamadıklarını sorduğumda yüzlerindeki canlılığı görmeyi seviyorum. In Hoodies’in kökleri, The Beatles ve The Smiths ’ten Oasis ’e uzanan Birleşik Krallık merkezli rock örnekleriyle tanıştığı çocukluk sonrası yıllara uzansa da toprağın altındaki hareketin yüzeye çıkışı Richard Ashcroft ’un A Song For The Lovers şarkısını dinledikten sonra aldığı gitarla oluyor. Lise yeni bitmiş, yaş 18, yer Bursa . Herhangi bir müzik çevresine dâhil olmayan birinin duyduğu geç kalma hissinin gölgesinde, belli başlı akorlar videolardan öğreniliyor. Şarkı denemeleri başlıyor. Her şey, ofis eksenli iş hayatının izin verdiği gece saatlerinde, bir odada olup bitiyor. Demolar ve fikirler, dijital klasörlerde birikiyor. Yıllarca. Büyük bir manevra: Bazen küçük bir itiş kocaman bir hareket yaratır ya, In Hoodies için de öyle oluyor. Arkadaşların cesaretlendirmesiyle plak şirketleri, stüdyo ve yapımcılara gönderilen demoların ardından sessizliği dinlerken uzaklardan bir yanıt geliyor. Dilek kuyusuna atılan niyetlerin yankısı, kendisine ilk gitarını aldıran şarkının ve hayatında iz bırakan nice albümün yapımcısı Chris Potter ’ın menajerinden bir e-posta. Sonrası Bursa ve Londra arası yazışmalar, Londra’da heyecanlı bir kayıt süreci ve ilk albüm: A Lunar Manoeuvre . Geldik 2016’ya. Ay gökteki döngüsüne devam ederken hayat değişiyor, müzik mesleğe dönüşüyor. In Hoodies, İstanbul merkezli bağımsız müzik sahnesinin bir parçası artık. Bizim tanışmamız da bu sırada, In Hoodies’in Demonation’daki konserinden sonra oluyor. Kimyasal düzeyde, Rollo May’in tarif ettiğine benzer bir karşılaşma. Dönüp durulan kafesler: Müzik yayımlamak, özellikle de streaming servislerinin hâkimiyetinde dur durak bilmeyen bir iş. In Hoodies’in ilk albümünde tanıştığımız, 90’lara referanslar barındıran brit rock sound ’u, 2018’de çıkan Circling The Cage EP’sinde yerini karanlık, hatta klostrofobik bir atmosfere bırakıyor. İkinci albümün kayıtlarında yaşanan tıkanmanın ortaya çıkardığı, bir nevi bloke olmuş damarlara baypas yapan EP’yi takip eden Coo Coo teklisinde de karanlığın dozu azalmıyor. Şarkı, yaklaşmakta olan bir felaketi ilan ediyor fakat dünya artık o kadar hızlı dönüyor ki kendi gürültüsü içinde bu sesi duymuyor bile. Frenler çoktan patladı mı? Yoksa durmak artık mümkün değil mi? Bugün bu soru çok daha güçlü yankılanıyor zihnimizde. In Hoodies Beklentileri yeniden ayarlamak: Şarkılar bazen olacak şeyleri önceden haber veriyor gibi hissediyorum. Belki de In Hoodies’in kendisini çevreleyen insanlara ve dünyaya dair farkındalığının yüksek olmasından, bu hissi onu dinlerken sık sık yaşıyorum. 2019’da paylaşılan ikinci albüm Recalibrated Expectations , adıyla bana o dönemde Türkiye’de müzikle var olmaya çalışan birinin tüm yorgunluğuna rağmen devam etme ısrarını anlatıyordu. “Yeni normal” kavramının hayatımızda olduğu 2021’deyse ifade ettiği şey artık kolektif bir gerçeklikten besleniyor. Sopranos , Six Feet Under , Mad Men , Angels in America gibi dizilerin kendisinde iz bıraktığını söyleyen In Hoodies, “beklentileri yeniden ayarlama” ifadesini Sopranos’un bir bölümünde duymuş. Sadece diziler, filmler ve kitaplar değil, günlük konuşmalar da onun için yeni şarkıların kıvılcımlarını barındırıyor. Aslında gün içinde yaşanan her şey, zamanla bir şekilde damıtılıp müziğine dâhil olabiliyor. In Hoodies için “diğer her şeyden ne kadar zaman kalabiliyorsa hepsi müzikle ilgili ama diğer her şeyin içinde de müziğe dokunan şeyler var.” Sık sık not aldığını görüyorum, o da benim gibi defter kullanmayı seviyor fakat bir şeyleri bitmemiş hâliyle paylaşmaktan hoşlanmadığı için o notlarda neler yazdığı benim için hep merak konusu. En son neyi not aldığını soruyorum. “In statu nascendi,” diye cevap veriyor. “In statu nascendi”: Zygmunt Bauman’ın Iskarta Hayatlar: Modernite ve Saftaları kitabında geçen bu Latince deyim, başlangıç hâlindeki varoluşa işaret ediyor. Henüz son biçimini bulmamış, tamamlanmamış olma durumunu da içeren bu ifade, şarkılar için de isabetli bir tarif. In Hoodies’e göre şarkılar hiçbir zaman sonlanmıyor. Kayıtlarda, konserlerde onların belirli hâllerine tanıklık etsek de varlıkları onları yazan, besteleyen, stüdyo veya sahnede icra eden insanların duyguları ve dokunuşlarıyla sürekli değişiyor. Müzik, virgülü bol ama noktası az bir dil. Bülent Gültek'in stüdyosu Ortaköy’e doğru: İkinci evimiz dediğimiz HOOD Base’de başlayan gün, In Hoodies’in çizdiği rotayla illüstrasyon sanatçısı Bülent Gültek ’in Ortaköy’deki stüdyosunda devam ediyor. Neredeyse bir yıldır birlikte vapura binmemişiz, rüzgârı hissetmek güzel. Gültek’in işlerinde yarattığı evren, davetkâr ve sıcak. Stüdyosunun her köşesinde ya çocukluğumuzdan bir karakterin figürü ya da kurcalamadan duramadığımız bir oyuncak var. Buranın dünyayı dışarıda bırakan havası, tüm ekibe etki ediyor. Zamanı unutup neşeleniyoruz. In Hoodies'le Gültek, ortak He-Man sevgilerinden bahsediyor. Okul dönüşü televizyonun başına oturup kakaolu bisküvi emerek Laff-A-Lympics bölümlerini beklediğim günler canlanıyor zihnimde. Dişçide ağlamadığım için oyuncak kazandığım, annemin sabahları saçımı topladığı yıllar. Basit mutluluklar. Etrafımdaki herkesi sarı bir ışığın altında görüyorum, düşüncelerim yumuşuyor, insanları daha iyi anlıyormuş gibi hissediyorum. Burası gerçekten ilham verici. Ekibi uğurlayıp birkaç saat daha Bülent'le stüdyoda kalıyoruz. Bis: Size In Hoodies ile ilgili tek bir şey söyleyecek olsam, şarkıları gibi biri olduğunu söylerim. Hissettiklerini doğrudan müziğe aktarırken emeği önemsiyor; kolektif üretime ve dayanışmaya inanıyor. Bir zamanlar Roll dergisinde Joy Division 'la ilgili okuduğunu söylediği “Sanki müzik yapmıyor olsalar var olmayacaklardı,” cümlesini onun için de rahatlıkla kullanabilirim. Dünyayı ve insanları, incelikli sözleri ve çok katmanlı müziğiyle daha uzun zaman In Hoodies’ten dinlemek (ve mümkünse arada bir not defterlerini karıştırmak) isterim. Anahtar: Şarkılar bazen öyledir, kapı açarlar (bazen de kapatırlar). In Hoodies’in Keşif Sahnesi’nde bize açtığı kapı, Californication dizisiyle tanıştığı Warren Zevon ’a çıkıyor. Müzisyenin diskografisine doğru buradan ilerleyebilirsiniz.

In Hoodies: "Müzik, virgülü bol ama noktası az bir dil."

Eylül 5, 2021

·

Makale